YKY - Yapı Kredi Yayınları
Sepet Ürün bulunmaktadır.
Tanpınar’a Biraz Huzur Verelim

Tanpınar’a Biraz Huzur Verelim

Yazar:

Kategori: Deneme, Edebiyat

ISBN: 978-975-08-3022-8

YKY'de İlk Baskı Tarihi: 09.2014

400.00 TL ve üzeri alışverişlerinizde kargo ücretsiz.

YKY İnternet Satış Fiyatı
8.33 TL    Etiket Fiyatı : 11.11 TL
TÜKENDİ

Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.

Genel BilgilerTadımlık
Sayfa Sayısı: 180
Boyut: 13.5 x 21 cm

Tanpınar duvarına Oğuz Demiralp’ten ikinci köşe taşı:

Tanpınar, bugüne dek üzerine belki de en çok çalışılmış yazarlarımızdan. İşte bunların başında gelen, “Kutup Noktası – Ahmet Hamdi Tanpınar Üzerine Eleştirel Deneme” (1993) adlı ilk kitabından sonra da Oğuz Demiralp, Tanpınar üzerine düşünce üretmeyi hep sürdürdü. Tanpınar’a Biraz Huzur Verelim’deki yazılarında tarih, sanat, felsefe, yazın, müzik ve resim var. Demiralp, geniş bir kültürel perspektifle Tanpınar’ın zihin dünyasını tarayarak hem kitapları arasındaki bağlantıları hem de başka yazarlarla ilişkilerini ortaya çıkarıyor. Daha da önemlisi, Tanpınar söz konusu olduğunda her zaman yeni şeyler söylenebileceğini gösteriyor.

Türk Romantiği Olarak Tanpınar

“En büyük meselemiz budur; mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağız; hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız...” Beş Şehir kitabında İstanbul üzerine yazdıklarının son sayfasında bu sözlere yer vermiş olan Ahmet Hamdi Tanpınar, yalnızca yazın değil düşünce tarihimizin de önemli isimlerinden biridir. “Önemi nereden geliyor?” diye sorarsanız, Ahmet Hamdi’nin düşünmesinin yoğunlaştığı alanı belirleyerek başlayabiliriz yanıt aramaya. Bu bağlamda, düşünce tarihi yerine, “kendimiz üzerine düşünme tarihimiz” dersek, Ahmet Hamdi’nin özgün katkısının alanını belirlemiş, yanıt arayışımızı da kolaylaştırmış oluruz bence.

Elbette, çokyönlü ya da geniş bir yelpazeye yayılan bir katkıdır bu. Ancak merkezinde, Türkiye’nin, A. Hamdi’nin deyimleriyle, eskiden yeniye geçişi, uygarlık değiştirmesi, toplumsal/kültürel kimliğinin değişmesi vardır. A. Hamdi’nin üstüne kafa yorduğu kimlik sorunu, aslında, Türkiye’de birkaç gün geçiren biraz gözlemci bir yabancının ayrımsayabileceği denli görünür niteliktedir. O güzelim camileri, kervansarayları, çeşmeleri, hamamları, ahşap evleri yapanlarla apartman diye anılan bugünkü çirkin binaları ya da o korkunç işhanlarını ya da kişiliksiz gökdelen müsveddelerini yapanların aynı ulustan olduklarını Türkiye’yi bilmeyen bir yabancıya inandırmak güçtür. Nerdeyse apayrı iki kimlik söz konusu diyenleri vardır.

Çarpıcı olsun diye mimari alanından örnek getirdik. Yeniyle eski arasında üstünlük yarışması yaptırmak değil amacımız. Ancak hangi alanda nesnel bir karşılaştırılma yapılırsa yapılsın varılacak sonuç aynıdır: Eski ile yeni arasında bir benzemezlik ilişkisi görülür. Aynı topraklarda, aynı halkta zaman içinde bu denli büyük bir değişimin tek nedeni olabilir: Toplumsal / kültürel bir kırılma ya da kopma meydana gelmiştir: 19. yüzyılın başından beri gelişen modernleşme süreci, Cumhuriyetin kurulmasından sonra art arda hızla yapılan değişiklikliklerle eski düzeni devirmiş; gerçekten devrim olmuştur. Geçmişten kopuş, ileriye doğru atılıştır bu edim.

Ancak eskiden kurtuluş olanaklı değildir. İnsan doğası bu; toplumsal yaşamın değişmez yasası. Eski, üzerine konuşmasak, konuşmayı yasaklasak bile, yanı başımızda, içimizdedir. Belleğimizdedir, bilinçdışımızdadır. Hele o eski bizimki gibi köklüyse... Birçok aydınımıza göre, Türk insanı, ilerlemeci/değişimci Batı uygarlığına ayak uydurmaya çalışan daha nice toplum gibi, iki kimlikli ya da kimliği ikilikli hale gelmiştir. Dolayısıyla bu iki kimliği bağdaştırabilmek ya da kimlik ikiliğini giderebilmek, bir Türk insanı olarak bu ikiliği içinde yaşadığını/taşıdığını düşünen birçok aydınımızın üstünde durdukları bir konu olagelmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu metinlerinden olan “TBMM’nin hukuku hakimiyet ve hükümraninin mümessili hakikisi olduğuna dair heyeti umumiye kararı” (1-2.11.1388 / 1922), “Birkaç asırdır saray ve Babı alinin cehalet ve sefahati yüzünden...” diye başlar.

Cumhuriyet’in öznel açıdan, Osmanlı’ya karşı ve karşın kurulmuş olduğu kesindir. Kurtuluş Savaşı yalnızca düşman işgalinin sona erdirilmesi sonucunu vermemiştir. Aynı zamanda ülkedeki düzen değişmiştir. Yalnızca siyasal değil kültürel, toplumsal düzen de değiştirilmiştir. Yineyelim: Bu bir devrimdir.

Aslında her devrim ya da köklü değişim, geçmişten kopuşu getirir. Fransız Devrimi de, Reform hareketleri de geçmişle aralarına set çekmek, her şeyi yeniden kurmak amacını taşımışlardır. Bu tür değişimler paradigma değişikliğidir. Paradigma değişince en kalıcı sandığımız şeyler; gelenekler bile değişir. Ne ki, Avrupa’da başka hiçbir değişimin Türkiye’deki denli bir kimlik bunalımına, toplumda ikili kimlik doğmasına yol açmamış olduğu savlanır. Örneğin Ahmet Muhip Dıranas, 1949’da yazdığı bir denemede şu ağır yargıda bulunmaktan çekinmemiştir: “Tanzimat kafası, yani o birbirine geçmiş iki tür zevk ve sosyal hünsalık ruhlarımızda hâlâ sürüp gidiyor.”

Türkiye’deki çeşitli aydın kesimlere göre, bu ikiliğin önemli bir nedeni, yeni düzenin geçmiş ile yaptığı hesaplaşmada, en hafif deyimiyle söylersek, biraz insafsız davranmış olmasıdır. Türkiye’deki modernleşme süreci aynı zamanda ulus-devlet yaratma sürecidir. Batı’da olduğu gibi Türkiye’de de ulus-devlet oluşturulurken, geçmişi belirli bir açıdan yeniden kurmak ya da üretmek gerekmiştir. İşte bu noktada, Osmanlı’yla, giderek İslam geçmişimizle hesaplaşırken yeni düzenin aşırıya kaçtığı öne sürülür. Elbette, o günün koşullarında yeni devleti ve düzeni oturtmak için, bugün geriye doğru bakıldığında aşırılık gibi görülen birçok davranışın kaçınılmaz olduğunu da görebilmek gerekir. Ayrıca geçmişi ahlaki açıdan yargılamaya çalışmak doğru olmaz. Yukarıda alıntıladığımız metindeki gibi yalnızca son “birkaç asır”ın siyasal eleştirisi biçiminde değil, eski paradigmanın zaman zaman yok sayılması boyutlarına varabilen biçimde bir geçmişi değişik gösterme çabası bazı bakımlardan zorunlu olarak yaşanmıştır. Bu çerçevede İslam öncesi Türk tarihinin keşfine çıkılarak önemli bir adım atılmış olduğunu da vurgulamak gerek. Ancak, bunu yaparken, Semerkand’dan Tac Mahal’e, Somali’de güzel kızlara İstanbul adı verilmesinden Cezayir’deki Dayıbey Sarayı’na, İslam döneminde Türk’ün üç kıtada yarattığı görkem ve etki ilk dönemde ikinci plana itilmiştir, kaçınılmaz olarak. Bugün söz konusu kalıtıma sahip çıkmaya çalışmakla ne denli doğru yapıyorsak, o dönemde ikinci plana itmekle o denli yanlış yapıldığını söyleyenler az değildir. Ahmet Hamdi’nin üzerinde durduğu konu buydu.

Elbette, modern Türk düşünce tarihi içinde bu konuyu irdeleyen çoktur. Korumacı düşünce okulunun sürekli beslendiği kaynaklardan biri olagelmiştir bu konu (Giderek siyasal istismar malzemesi bile olmuştur). Örneğin, Ahmet Hamdi’nin bir bakıma ustası saydığı Yahya Kemal’in ana izleklerinden biri, yeni düzenin eskiye bakışını eleştirmektir. Sabri Ülgener’den Şerif Mardin’e pek çok bilim adamı da bu konuyu enine boyuna işlemişlerdir. Öte yandan, sol düşüncede, ATÜT’çülük ve Kemal Tahir ile birlikte, Cumhuriyet’i ve Atatürk’ü eleştirmek bir ara moda olmuştu.

Ancak Ahmet Hamdi’nin duruşunun bütün bunlardan, özellikle kendisine sahip çıkmaya çalışan koruyucu ve tutucu kesimlerden ve Yahya Kemal’den ayrımlı olduğuna inanıyorum. Kabaca söylemek gerekirse, Ahmet Hamdi de, diğerleri gibi, geçmişimizle bugünümüz arasında bir süreklilik ilişkisi olması gerektiğini savunuyordu. “Bunu, Osmanlı geçmişi yadsıyarak yapmak herhalde olanaklı değildir. Geçmişi değiştiremeyeceğimize göre geçmiş ile ilişkimizi değiştirmemiz gerekir” diyordu.



Benzer Kitaplar