YKY - Yapı Kredi Yayınları
Sepet Ürün bulunmaktadır.
Moskova’da Yanlış Anlama

Moskova’da Yanlış Anlama

ISBN: 978-975-08-5387-6

Tekrar Baskı: 6. Baskı / 05.2022

YKY'de İlk Baskı Tarihi: 08.2014

400.00 TL ve üzeri alışverişlerinizde kargo ücretsiz.

YKY İnternet Satış Fiyatı
24.00 TL    Etiket Fiyatı : 32.00 TL
TÜKENDİ

Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.

Genel BilgilerTadımlık
Orijinal Adı: Malentendu à Moscou
Sayfa Sayısı: 88
Boyut: 13.5 21 cm
Tekrar Baskı: 6. Baskı / 05.2022

Fransız edebiyatının en cesur ve özgün kalemlerinden olan Simone de Beauvoir’dan kısa ama etkili bir başyapıt: “Moskova’da Yanlış Anlama”.

Beauvoir’ın bu uzun öyküsü, artık yaşlarını almış bir çiftin, Nicole ile André’nin, Sovyetler Birliği’ne yaptığı yolculuk sırasında yaşadığı krizi anlatıyor. İletişimsizlik, kadın-erkek ilişkileri, yaşlılık ve dönemin Sovyet eksenli politik hayalkırıklıkları üstüne aforizmalarla örülü “Moskova’da Yanlış Anlama”, Türkçede ilk kez yayımlanıyor.

Simone de Beauvoir (1908-1986), Sartre ile birlikte edebiyatta varoluş akımın en önemli temsilcilerinden biri olmuştur. Geride bıraktığı çok sayıda eserle düşünce ve edebiyat dünyasının en önemli figürlerinden biri olmaya ölümünden sonra da devam etmiştir.

Gözlerini kitabından kaldırdı. İletişimsizlik üzerine bunca nakarat ne kadar da sıkıcı! İnsan iletişim kurmayı aklına koydu mu, bunu bir şekilde başarır. Herkesle değil, olsun, ama iki üç kişiyle. André yandaki koltukta oturmuş Kara Dizi’den bir kitap okuyordu. Nicole sıkıntılı ruh hallerini, pişmanlıklarını, küçük kaygılarını ona söylemezdi; kuşkusuz André’nin de kendi küçük sırları vardı ama esas olarak birbirlerinin her şeyini bilirlerdi. Nicole uçağın penceresinden dışarı bir göz attı: göz alabildiğine karanlık ormanlar ve açık çayırlar. Ellerinde birer kitap, yan yana oturup kim bilir kaç defa birlikte trenle, uçakla, gemiyle uzamı yarmışlardı? Denizde, karada ve havada yanyana sessizce süzülmeye sık sık devam edeceklerdi. O anda bir hatıranın tatlılığı ve bir vaadin neşesi vardı. Otuz yaşında mıydılar, yoksa altmış mı? André’nin saçları erkenden kırlaşmıştı: o zamanlar teninin mat diriliğini ortaya çıkaran bu aklar eskiden çok çekiciydi. Hâlâ da çekiciydi. Cildi sertleşmiş ve kırışmıştı, eskimiş kösele, ama ağızdaki gülümseme ve gözler pırıltısını korumuştu. Her ne kadar fotoğraf albümleri yalanlasa da, gençlik haliyle bugünkü yüzü birbirine uyuyordu: Nicole onu yaşlı bulmuyordu. Herhalde André yaşlı olduğundan habersiz gibi durduğu için. Bir zamanlar koşmayı, yüzmeyi, tırmanmayı ve aynada kendine bakmayı çok seven o, altmış dört yaşını gamsızca taşıyordu. Kahkahalar, gözyaşları, öfkeler, kucaklaşmalar, itiraflar, sessizlikler, atılımlarla upuzun bir hayat ve bazen zaman hiç geçmemiş gibi geliyordu. Gelecek hâlâ sonsuza kadar uzanıyordu.
“Mersi.”

Nicole hostesin cüssesi ve sert bakışı yüzünden sepetten çekine çekine bir bonbon aldı, üç yıl önce restoranlardaki kadın garsonlar ve otelde odalarına bakan kadın görevlilerle de böyle olmuştu. Zorlama şirinliğe gerek duymuyor bunlar, haklarının kesin bilincindeler, onları takdir etmekten başka elden ne gelir: ama insan bunların karşısında kendini bir kabahat işlemiş ya da en azından şüphe altındaymış gibi hissediyor.

“Geliyoruz” dedi Nicole.

Yakınlaşan yere biraz korkarak bakıyordu. Sonsuz ama anbean kırılabilecek bir gelecek. Nicole mutluluk verici bir güven duygusundan korkunun tırmanışlarına uzanan bu ruh gelgitlerini çok iyi bilirdi; üçüncü dünya savaşı patlar, André akciğer kanserine yakalanır –günde iki paket sigara çok fazlaydı, çok çok fazlaydı– ya da uçak yere çakılırdı. Böylesi bu işi bitirmek için güzel bir yol olurdu; beraberce ve vukuatsız; ama bu kadar erken değil, şimdi olmaz. Tekerlekler –biraz sertçe– piste değince, içinden “Bu defa da kurtulduk” diye geçirdi. Yolcular paltolarını giydi, eşyalarını topladılar. Beklemenin sabırsızlığı. Uzun bir sabırsızlık.
“Kayınların kokusunu duyuyor musun?” dedi André.

Hava çok serindi, epey ayazdı: Hostes on altı derece diye anons etmişti. Üç buçuk saatlik mesafedeki Paris ne kadar uzaktı, ne kadar yakındı, bu sabah yazın ilk büyük sıcağı altında ezilen, asfalt ve fırtına kokan Paris: Philippe yakındı, uzaktı... Bir otobüs –63’te indiklerinden çok daha geniş bir havaalanından geçerek– onları pasaport kontrolünün yapıldığı mantar biçimindeki camlı bir binaya götürdü. Çıkışta Macha onları bekliyordu. Nicole onun yüzünde Claire’le André’nin birbirine hiç benzemeyen ama ahenkle karışmış hatlarını yeniden görünce bir kez daha şaşırdı. Macha incecikti, şıktı, sadece “peruk gibi” saçları Moskova kokuyordu.
“Yolculuk iyi geçti mi? İyi misiniz? İyi misin?”

Babasına sen, Nicole’e siz diyordu. Bu normaldi ama yine de tuhaftı.
“Çantayı bana verin.”

Bu da normaldi. Ama paketlerinizi bir erkek taşırsa, sebebi sizin bir kadın olmanızdır; bir kadın taşırsa, o kadın sizden genç demektir ve siz kendinizi yaşlı hissedersiniz.

“Bagaj fişlerinizi bana verin ve şuraya oturun” dedi Macha otoriter bir tavırla. Nicole itaat etti. Yaşlı kadın. André’nin yanındayken çoğu zaman bunu unutuyordu ama binbir küçük çizik gelip hatırlatıyordu. Macha’yı gördüğünde “Genç ve güzel bir kadın” diye düşünmüştü. Otuz yaşındayken, kayınpederi kırklık bir kadın hakkında aynı kelimeleri kullandığında gülümsediğini hatırladı. Şimdi ona da insanların çoğu genç geliyordu. Yaşlı kadın. Buna razı olamıyordu (André’ye itiraf edemediği nadir şeylerden biri: Bu aptalca üzüntü). İçinden, “Yine de avantajlı yanları da var” diye geçirdi. Emekli olmak kulağa sanki biraz ıskartaya çıkarılmak gibi geliyordu. Ama istediğin zaman tatile çıkmak da çok hoş bir şeydi; daha doğrusu, her zaman tatilde olmak. Öğretmen arkadaşları sıcaktan kavrulan sınıflarda tatile çıkmanın hayalini kurmaya başlardı. Oysa o çoktan gitmiş olurdu. İtiş kakış kalabalığın arasında gözleriyle Macha’nın yanında ayakta duran André’yi aradı. André Paris’te çok fazla insanın zamanını almasına izin veriyordu. İspanya’dan siyasi mahkûmlar, Portekizli tutuklular, izlenen İsrailliler, Kongo’lu, Angola’lı, Kamerun’lu asiler, Venezuela’lı, Peru’lu, Kolombiya’lı isyancılar –Nicole’ün unuttukları da vardı–, André gücü yettiğince her zaman bu insanların yardımlarına koşmaya hazırdı. Toplantılar, gösteriler, mitingler, bildiriler, delegasyonlar, her türlü görevi kabul ediyordu. Bağlı olduğu çok sayıda grup ve komite vardı. Burada ondan bir şey isteyen olmayacaktı. Macha’dan başka kimseyi tanımıyorlardı. Yapacakları tek şey, her şeye beraber bakmaktı: onunla bir şeyler keşfetmeyi ve mutluluklarının uzun tekdüzeliği içinde donup kalan zamanın fışkırırcasına yeniliklerle eski tazeliğine kavuşmasını seviyordu. Ayağa kalktı. Hemen sokaklarda, Kremlin’in duvarları altında olmak istiyordu. Bu ülkede beklemelerin ne kadar uzun olabileceğini unutmuştu.

–’Geliyor mu, şu bagajlar?”
“Sonunda gelir” dedi André.

Üç buçuk saat, diye düşünüyordu André. Moskova o kadar uzakken, ne kadar da yakındı! Üç buçuk saatlik mesafe varken, Macha’yı bu kadar seyrek görmek (ama o kadar çok engel var ki, her şeyden önce bilet fiyatları).

“Üç yıl çok uzun zaman, dedi. Beni yaşlanmış bulmuş olmalısın.”
“Hiç de değil. Hiç değişmemişsin.”
“Sen daha da güzelleşmişsin.”



Benzer Kitaplar