Krizden Sonra
ISBN: 978-975-08-3694-7
YKY'de İlk Baskı Tarihi: 06.2016
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Sayfa Sayısı | : 152 |
Boyut | : 13.5 x 21 cm |
“Krizden Sonra”
“Elbette ki kriz yeni bir toplum türü doğurmaz ama eski türü yıkmaya yardım eder; ayrıca yeni bir toplum türünün oluşmasını engelleyebilir ya da zor bir geçiş dönemi boyunca otoriter aktörlerin müdahalesini destekleyebilir. Bu tür büyük değişiklikler kısa vadede de uzun vadede de birtakım aktörlerin gerçek anlamda yok olmasına yol açabilir. Avrupa’da sendikaların ve sol partilerin durumu incelendiğinde elde edilen izlenim budur; sendikalar ve ‘sol’ öylesine açık bir biçimde güçsüzleşmiştir ki, seçmenler solu sağdan ayıran şeyi bilmez duruma gelmiştir. Böylece öngörülmeyen ama belki de krizden acı çekmiş herkesin el vereceği bir şiddet hareketinin doğuşunu duyuran toplumsal bir sessizlik oluşur. Bu krizin yol açabileceği ilk gelecek türü işte budur.”
Çağımızın yaşayan en önemli toplumbilimcilerinden Alain Touraine, Krizden Sonra’da ekonomik kriz olgusunu ters yüz ederek insan haklarını merkeze alan yeni bir toplumun doğuşu ile toplumların sonu düşüncesi arasında mekik dokuyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nde 2007-2008’den itibaren baş gösteren “mega-kriz”de bizi en çok endişelendiren, krizin küresel niteliğidir, ki bir zamanlar ekonomik durumları devletin kontrol ettiği bir toplumsal yaşamın öğelerine dönüştüren bütün kurumların yıkılışını da açıklar bu durum. Kimi gözlemciler –ki bunlar çoğunluktadır– bunun kapitalizmin çok büyük bir krizi olduğunu, yıkıcı toplumsal etkilerini kimsenin unutmadığı 1929 krizinden bu yana ilk olmasa da en vahim kriz olduğunu düşünür. Kimileri de iç karartıcı bir tonda bu krizde kapitalizmin ürkütücü sonunu görür, hatta bazıları pazar ekonomisinin sonundan bile söz eder. Ama zaman geçtikçe sağduyulu çözümlemeler daha anlık ve daha felaketçi tepkilerin yerini alacaktır.
Bu, dünyanın sonu değildir. Baskın kaygı devletlerin, özellikle de Amerikan devletinin müdahale politikalarının değerlendirilmesine dönüşür. Uzun zaman boyunca Washington hükümetinin davranışını New York’un dikte ettiğini, dünya ekonomisini yöneten bu ülkenin politikasının gidişatını büyük şirketlerin ekonomisinin belirlediğini söyleyip durduk. Bugün Amerika Birleşik Devletleri başkanının ve birkaç büyük Avrupa ülkesinin tepkilerinin sağlamlığı –her ne kadar gelecek için hiçbir şeyi güvence altına almasa da– güven veriyor. Söz konusu devletlerin gücünün sınırsız olduğu algısı hiçbir zaman yok olmadı –özellikle de politikanın kendisi bile küreselleştiğinden bu yana–, bu yüzden de tam bir karamsarlıktan körü körüne bir güven duygusuna geçmek çok kolay. Temelsiz bir iyimserlik yeşeriyor her yerde. Dahası, 2010’un düşüşün sonu, hatta dirilişin başlangıcı olduğu bile söyleniyor, her ne kadar gözlemcilerin çoğu istihdamdaki dirilişin daha sonra gerçekleşeceğini düşünse de. Bazı çözümlemecilerse daha karamsar: kriz durumunun sürekli hale gelmesinden ve eski sanayi ülkelerini sonsuz bir düşüşe sürüklemesinden endişeleniyorlar. Ama bütün bu öngörüler kamuoyunu konjonktüre bağlı bir görüş içine hapsetmeye yardım ediyor. Elbette ki bu saptama ekonomistlerin önceliği krizin işleyişinin incelenmesine vermekte haksız oldukları anlamına gelmez kesinlikle, çünkü kamuoyunun beklediği siyasi müdahalelerin başarısı, istihdamda diriliş ve önceleri aşılmaz gibi görünen bir güvensizliğin engellenmesidir. Kamuoyunun açıklamalardan ziyade öngörüler, hatta birtakım kehanetler beklemesini kolaylıkla anlayabiliriz. Sanki devletler, bankalar ve şirketler 2008’de kontrol edilemez sanılan o durumu ne ölçüde kontrol edebildiklerini göstermedikçe daha derinlemesine çözümlemelerin dinlenmeye hakkı yokmuş gibi.
Bu gözlemler karamsarlığa gömülmek için yeni nedenler sunmaktan başka bir işe yaramıyormuş gibi görünen daha genel çözümlemelere yönelik ilgisizliği açıklar. Ölüp ölmeyeceğimizi öğrenmek ekonomik sistemin yıkılışına yol açan felaketi adlandırabilmekten daha önemli değil mi! Zaten 1970’li yıllardan bu yana neoliberal adıyla anılan sistem çağımız toplumuyla –tüm görünümlerinde– özdeş gibidir. Böylelikle felaket en yoksul ve en hassas ülkelerde değil, tersine, dünyanın büyük ekonomi merkezleri olan New York ve Londra’da en şiddetli şekilde hissedildi. Öyleyse neden daha uzağa gitmeli ki?
Ancak bize tehditkâr görünen bir dünya ekonomisine işe yarar biçimde müdahale etme şansımızı artırmak istiyorsak her gün gözlemlediğimiz şeyi iyi tanımlamamız gerekir.
İç pazarın ve istihdamın durumu üzerine yapılan özelikle Amerika kaynaklı istatistikler her gün bizi belirsizliğe ya da birbirini izleyip duran çeşitli tahminlere sürüklerken gerçekleşmekte olan dönüşümlerin doğası hakkında sorgulamada bulunmak mümkün müdür? Belki ancak bütünüyle hazır çözümler getirmekten ziyade güçlükle yürüyen bir tartışmaya katkıda bulunmak şartıyla. Olası varsayımlardan biri mali ve parasal krizlerin aşılamaz olmadıklarıdır, çünkü daha önce aşılanlar oldu, tabii devletlerin kendi müdahalelerinin zorunluluğuna inanmaları koşuluyla. Başka bir varsayım da meselenin yalnızca bir kriz, yani konjonktüre bağlı bir olay olmayıp görünür ekonomik olguların ötesine giden değişiklikler olduğudur. Böylesine ciddi olaylar yalnızca ekonominin yönetimine ilişkin değildir; toplumumuzun tüm örgütlenimini ilgilendirir.
Kısacası acil bir genel çözümlemeye gereksinimimiz var, hem de birçok ekonomist kuşak geçirdikten sonra sanayi toplumlarına ilişkin çözümlemeler kadar sağlam hazırlanmış öneriler ileri süremesek de. Ancak yalnızca böyle girişimler mevcut sorunları çözebilecek politikaların hazırlanmasını sağlayabilir.