Bugünün Dünyasını Anlamak İçin Yeni Bir Paradigma
ISBN: 978-975-08-1312-2
Tekrar Baskı: 3. Baskı / 03.2022
YKY'de İlk Baskı Tarihi: 01.2007
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Orijinal Adı | : Un nouveau paradigme pour comprendre le monde d’aujourd’hui |
Sayfa Sayısı | : 304 |
Boyut | : 13.5 x 21 cm |
Tekrar Baskı | : 3. Baskı / 03.2022 |
Eski paradigmalar dünyanın fethine yönelikti, yenisi baştan aşağı kendimizle ilgili. Bu arada, erkeklerin yönettiği bir dünyanın parçalanıp dağıldığını gözlemlerken, bir yandan da bir kadınlar toplumuna giriyoruz. Bu noktada Alain Touraine yaşamsal önemde iki sorunun izini sürüyor: “Yeni bir modernleşme modeli mümkün müdür? Gevşemiş toplumlarımızda yeni bir dinamizm ortaya çıkabilir mi?”
Yeni Bir Paradigma
I
Uzun bir dönem boyunca toplumsal gerçekliği siyasal bakımdan betimleyip çözümledik: düzensizlik ve düzen, barış ve savaş, erk ve devlet, kral ve ulus, Cumhuriyet, halk ve devrim. Ardından sanayi devrimi ve kapitalizm, siyasal erkten kurtularak toplumsal düzenlenimin “temeli” olarak belirdi. Biz de siyasal paradigmanın yerine ekonomik ve toplumsal bir paradigma koyduk: toplumsal sınıflar ve zenginlik, kentsoyluluk ve emekçiler, sendikalar ve grevler, katmanlaşma ve toplumsal devingenlik, eşitsizlikler ve yeniden dağıtım en yaygın çözümleme kategorilerimiz oluverdi.
Bugün, ekonominin politika üzerindeki başarısından iki yüzyıl sonra, bu “toplumsal” kategoriler karmakarışık olmuş durumda ve yaşanmış deneyimimizin büyük bir bölümünü gölgede bırakmakta. Yani yeni bir paradigmaya gereksinim duyuyoruz; çünkü siyasal paradigmaya geri dönemeyiz, özellikle de kültürel sorunlar öylesine önem kazandı ki, toplum düşüncesi ister istemez bu sorunların çevresinde düzenlenmeli artık. Kendimizi bu yeni paradigmanın içine koymalıyız ki, yeni aktörleri ve yeni çatışmaları, ‘ben’in yeni gösterimlerini ve gözümüzde yeni bir manzara oluşturan yeni bir bakışın fark ettiği birliktelikleri adlandırabilelim.
Bu yeni manzaranın merkezini aramaya koyulduğumuzda, toplumsal ve kültürel etkileri her yerde rahatlıkla görülebilen bir teknolojik devrimi işaret eden bilgi temasına ulaşıveririz hemen. Ama en önemlisi, Manuel Castells’in çok haklı olarak üzerinde durduğu noktadır: bu bilgi toplumunun her tür belirlenimcilikten yoksun oluşu. Bu da apaçık bir biçimde bizi, işin teknik dağılımının, toplumsal üretim bağlarından ayrı tutulamadığı sanayi toplumundan ayırır. Bilgi sistemlerinin toplumsal anlamda alabildiğine esnek oluşundan ötürü yeni bir durum çıkar ortaya. Toplumun teknik alanlarca işgalini dile getiren çok yaygın söylemlerin tersini söyleyen, ama küreselleşmeyi, her şeyden önce küresel ekonomi ile ancak daha alt düzeylerde, ulusal, yerel ya da bölgesel düzeyde var olarak çok daha geniş bir düzeyde etkili olan ekonomileri denetleyemeyecek kurumların birbirinden ayrılmasına dayanarak tanımlayanlara uygun gelen bir iddia. Şiddetin, savaşların, baskı sistemlerinin algılanışı da aynı sonuca çıkartır: Bu örgütlü siyasal şiddet dünyası, toplumsal bir dünya değildir artık. Modern devletler savaşlardan geçerek kurulmuşlardır; oysa bugünkü çatışmaların siyasal veya toplumsal işlevi yoktur. Bir savaş, artık toplumsal bir çatışmanın öteki yüzü değildir.
Bütün bu gözlemler aynı noktada birleşir: “Toplumsal” dediğimiz evrenin düşüşü ve yok oluşu. Milyonlarca insan toplumsal bağların kopuşundan ve bozucu bir bireyciliğin utkusundan yakındığına göre, bu değerlendirme şaşırtıcı olmamalı. Toplumsal sınıflardan ve toplumsal hareketlerden kurumlara veya eğitimi toplumsallaşma olarak tanımlarken, okula ve aileye verdiğimiz adla söyleyecek olursak “toplumsallaşma acentelerine” kadar bütün “toplumsal” kategorilerin bu yok oluşunu çözümlemenin başlangıç noktası olarak kabul etmek gerekir. “Toplumsal” kategorilerin merkeziliğinin bu şekilde kaybolmuş olması o kadar yeni ki, alışmış olduğumuz toplumbilimsel çözümlemelerden vazgeçmekte güçlük çekiyoruz. Toplumsal gerçekliğin “toplumsal olmayan” bir çözümlemesinden söz etmek kolay değildir. Ancak bu ifade, Tanrı’ya ve dinsel inançların toplumsal ifadesine yapılan göndermelerin bir zamanlar işgal ettiği temel yeri kaybettiği sırada, mutlak monarşilere ve ulusal devletlere yönelik uygulanan siyasal toplumlar ifadesinin olduğundan daha tuhaf değildir. Dış meşruluk ilkelerine, özellikle de bunların dinsel olanlarına dayalı birlikteliklerin önce meşruluğu siyasal olan başka birlikteliklere, sonra kendilerini ekonomik ve toplumsal sistemler olarak düşünen başka birlikteliklere, son olarak da, bir yandan çıkar, şiddet ve korku gibi toplumsal olmayan güçlerce, bir yandan da hedefleri kişisel özgürlük ya da miraslanmış bir topluluğa aidiyet gibi salt “toplumsal” olmayan hedefler olan aktörlerce kuşatılmış bizim toplumsal yaşam tarzımıza dönüştüğü bir evrim çizmek bile olasıdır.