Kış Masalları (Karton Kapak)
Kategori: Doğan Kardeş, Masal
Çeviren: Tarık Demirkan
ISBN: 978-975-08-5192-6
Tekrar Baskı: 4. Baskı / 02.2024
YKY'de İlk Baskı Tarihi: 01.2022
Hazırlayan: Tarık Demirkan
Resimleyen: Feridun Oral
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Sayfa Sayısı | : 168 |
Boyut | : 16.5 x 22 cm |
Tekrar Baskı | : 4. Baskı / 02.2024 |
“Kış Masalları”, ilkbahar, yaz ve sonbahar masallarıyla devam edecek “Mevsim Masalları” dizisinin ilk kitabı. Her yaştan çocuğun ilgisini çekecek bu masallar uzun ve soğuk kış akşamlarında içinizi ısıtmakla kalmayacak, dostluğun, sevginin, iyi niyetin önemini, kış mevsiminin güzelliğini bir kez daha hatırlatacak. Tarık Demirkan’ın derlediği Kış Masalları’nı Feridun Oral çizimleriyle renklendirdi.
Küçük Çam Ağacı
Hans Christian Andersen
Ormanın birinde minik ve narin bir çam ağacı varmış. Küçük ağacın ormandaki yeri çok güzelmiş. Sere serpe güneşlenebiliyormuş. Çevresindeki öteki çam ağaçları da rahat büyümesi için ona yer bırakıyorlarmış. Rahatı iyi olmasına iyiymiş ama bizim küçük çam ağacının büyük bir sorunu varmış. Bir an önce büyümek istiyormuş. Bu büyüme özlemi yüzünden, sıcacık güneşin, ormanın pırıl pırıl ve temiz havasının tadını bile çıkaramaz olmuş. Küçük çam ağacının çevresinde zaman zaman çocuklar da dolaşırmış. Ormana yaban çileği ya da böğürtlen toplamaya gelen çocuklar, meyvelerini toplar ve ağacın dibine otururlarmış. Bir yandan meyvelerini yer, bir yandan da sohbet ederlermiş.
“Şu minik ağaca bakın! Ne kadar güzel!”
Küçük çam ağacı bu sözleri duymak bile istemezmiş. Çünkü küçük olmaktan nefret ediyormuş.
Bir yıl sonra, en üstteki dallarının üzerinde yeni dallar çıkmış.
Bir sonraki yıl onların da üzerinde yeni dallar belirmiş..
Çam ağaçlarının bu aşama aşama büyümelerinden ağaçların kaç yaşında olduğunu saymak bile mümkünmüş. Küçük çam ağacı da çevresindeki ağaçların yaşlarını hesaplarmış hep.
“Keşke ben de onlar kadar yaşlı olsam, dallarımı o kadar yükseğe uzatabilsem,” diye yakınırmış.
“O zaman güneşe en yakın ben olurdum. Dallarımın arasında kartallar yuva yapardı. Rüzgâr önce benim tepemi sallardı!”
Sürekli böyle yakındığı için de, ne sıcacık güneşin tadını çıkarabilirmiş, ne dallarının arasında uçuşan serçelerin, ne de akşama doğru, ormanın üzerinden süzülerek batan güneşin renklerini yansıtan pembe bulutların.
Kış gelmiş. Orman bembeyaz karlarla kaplanmış. Dallarının üzerinde biriken kar kümeleri minik çam ağacının yükünü artırıyormuş. Zaman zaman ormanın küçük hayvanları çam ağaçlarının arasında dolaşıyorlarmış. Beyaz tavşanlar da geliyorlarmış. Hatta bir keresinde bir tavşan, minik çam ağacının yanındayken, ormandan gelen bir gürültüyle paniğe kapılmış, bir sıçrayışta çam ağacının üzerinden atlayıp kaçmış. Bir tavşanın üzerinden zıplayıvermesi onu çok kızdırmış doğrusu. Yine ne kadar minik olduğunu düşünüp üzülmüş.
İki yıl daha geçmiş, minik çam ağacı biraz daha büyümüş. Artık tavşanlar üzerinden atlayamıyorlarmış. Ama o daha çok büyümek istiyormuş.
Büyümek, büyümek ve sonunda ormandaki en büyük ağaç olmak sevdasındaymış.
Hayatta hep en büyük olanın kazanacağını sanıyormuş.
Bu ormana her güz mevsiminde ellerinde baltalarıyla orman işçileri gelir ve ormandaki en heybetli çam ağaçlarından birkaçını keserlermiş. Bizim küçük çam ağacı da büyümeye devam ederken bunu öğrenmiş. Yine bir güz, orman işçilerinin en büyük ağaçları çatırtılarla devirmelerini korku ve dehşetle izlemiş. Görkemli ağaçlar yere devrildikten sonra işçiler çalışmaya devam etmişler. Ellerindeki keskin baltalarla ağaçların dallarını budamışlar. Heybetli ağaçlar şimdi yerde çırılçıplak yatıyorlarmış. Ardından da tomruk haline gelen ağaçları at arabalarına bağlayıp çeke çeke götürmüşler.
“Acaba onları nereye götürüyorlar?” diye düşünmüş küçük çam ağacı. “Acaba gittikleri yerlerde onları neler bekliyor?”
Kafasını dolduran bu soruları baharda uzaklardan gelen göçmen kuşlara da sormuş.
Kırlangıçlar ağaçlar hakkında hiçbir şey duymadıklarını söylemişler.
Ama yaşlı leylek bazı şeyler biliyormuş. Biraz düşündükten sonra:
“Ben galiba senin dostlarını gördüm küçük ağaç,” demiş, “Mısır’dan buraya doğru uçarken denizde yeni yelkenli gemiler gördüm. Çok biçimli, dimdik yelken direkleri vardı! Çam ağacından yapılmış olmalıydılar, çünkü yanlarından uçarken etraflarına mis gibi çam kokusu yaydıklarını duydum. Selam da verdim onlara, ama başları çok yukarıda olduğu için beni görmediler. Doğrusu biraz kibirliydiler.”
“Keşke bu ormanda en uzun ben olsaydım. Şimdi denizleri dolaşıyor olurdum!” diye yakınmış yine küçük çam ağacı. “Lütfen leylek, biraz daha anlat onları.”
“O kadar zamanım yok,” demiş leylek ve havalanıp gözden kaybolmuş.
“Bizce sen şimdi ufaklığının tadını çıkar,” diye fısıldamışlar güneş ışınları, “bak orman ne kadar güzel, ormanın tadını çıkar, yeşil kırların güzelliğini yaşa… Bak bahar geldi, her yandan minicik sürgünler, filizler fışkırıyor, onlar için sevin. Başka bir şey düşünme.”
Tatlı rüzgâr geçerken bir öpücük kondurmuş çam ağacına.
Sabah çiyi minik damlacıklarıyla körpe dallarının susuzluğunu gidermiş.
Ama küçük çam ağacı artık kimseyi görmüyor, kimseyi işitmiyormuş.
Noel günleri yaklaştığında orman işçileri yine gelmişler. Çam ormanından bu kez de küçük ağaçları kesmeye başlamışlar. Kesilenler arasında bizim ağaçtan daha küçük olanlar da varmış. Bu küçük çamlar arasından en biçimlilerini ayırmışlar. Ama orman işçileri bu kez, güz mevsiminde yaptıkları gibi baltalarla çamların dallarını budamamışlar. Aksine kestikleri ağaçların dallarını özenle yukarıya doğru toplayıp iplerle bağlamışlar. Ağaçları yerde sürükleyeceklerine, özenle arabalara yüklemişler.
“Acaba onları nereye götürüyorlar?” diye düşünmüş çam ağacı. “Bu kez kestikleri ağaçların boyu aşağı yukarı benimki kadar. Hatta aralarında benden daha küçükleri bile var. Gemi direği olmaz ki onlardan. Acaba ne yapacaklar? Dallarını neden kesmediler? At arabası acaba onları nereye taşıyor?”
“Biz biliyoruz! Biz biliyoruz!” diye cıvıldamış serçeler. “Şehre götürüyorlar onları! Biz şehirdeki evlerin pencerelerinden içeriyi görebiliyoruz. O evler o kadar güzel ve o kadar süslü ki! Sen o kadar zevkle süslenmiş evleri rüyanda bile göremezsin. İşte bu ağaçları da evlerin en güzel köşelerine yerleştirmek için hazırlıyorlar. Süsleyip, püsleyip evlerinin baş köşesine koyuyorlar. Altın ve gümüş yaldızlı kâğıtlar, pırıltılı yıldızlar takıyorlar. Hatta dallarında mum bile yakıyorlar! Görsen, bir görsen öyle güzel ki! Öyle güzel ki…”
“Sonra?” demiş küçük çam heyecanla, “Sonra ne oluyor?”
“Sonrasını biz de bilmiyoruz,” demiş serçeler, “ama bizim gördüğümüz kadarı bile çok heyecanlı, çok güzel.”
“Ah keşke ben de bunları yaşayabilsem,” diye içini çekmiş küçük çam ağacı. “Bu anlattıklarınız denizlerdeki serüvenden de güzel. Bir an önce Noel gelse! Bir an önce birileri beni yerimden söküp at arabasına koysa, şehre götürse! O anlattığınız odalarda, o salonlarda beni de süsleseler. Ne kadar güzel olurdum süsler içinde. Acaba sonra ne oluyor dersiniz? Mutlaka sonra da heyecanlı günler geliyordur. Artık bu ormandan ayrılmak istiyorum!”
“Dur, acelen ne? Neden bu kadar sabırsızsın?” diye fısıldamış güneş.
“Acele etme,” diye seslenmiş ormanının temiz havası. “Bugünün tadını çıkar! Genç olduğuna sevin!”
Ama küçük çam ağacı sevinemiyormuş.
Günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları kovalamış.
Sonunda beklediği an gelmiş çatmış.
Bir gün ormana, yine ellerinde baltalarıyla işçiler gelmiş. Yaklaşan Noel için küçük çam ağaçları aramaya başlamışlar. Küçük ağaçların arasında en güzeli de bizim minik fidancıkmış.
“Ne kadar güzel bir ağaç,” demiş içlerinden biri.
“Bu kadar biçimlisini hiç görmemiştim,” demiş öteki.
Sonra baltalarını alan işçiler ağaçları kesmeye başlamışlar.
Keskin balta gövdesine indiğinde, küçük fidan o güne kadar hiç duymadığı bir acı hissetmiş. Toprağın üzerinde yarı baygın yatarken, artık bu ormandan ayrılmak üzere olduğunu biliyormuş. O an çevresindeki ağaçlara, fidanlara, havada uçuşan kuşlara bakmış. Biraz kederliymiş, ama kendisini bekleyen serüvenleri düşündükçe de çok heyecanlanıyormuş.
İşçiler daha sonra kestikleri öteki küçük ağaçlarla birlikte, onu da bir at arabasına yüklemiş, şehre götürmüşler. Fidanların tümünü bir avluya yerleştirmişler.
Bir sürü insan, avluda dolaşıyor, yere yatırılan ağaçları inceliyormuş
“İşte bak! En güzeli bu!”
“Evet, evet, bunu alalım.”
Onun hakkında konuşuyorlarmış… Birden yerden kaldırıldığını hissetmiş.
Gövdesini sıkı sıkı kavrayan eller onu bir eve taşımışlar.
Evin içine girdiğini anlamış, sonra da geniş bir salona götürmüşler.
Köşede sıcacık yanan büyük bir şömine varmış.
Duvarlarda yağlıboya tablolar asılıymış.
Çam ağacını içi kumla dolu büyük bir sandığın içine oturtup Çin vazolarıyla, büyük koltuklar ve vitrinlerle döşenmiş salonun baş köşesine yerleştirmişler. Kum dolu sandığın içinden, sanki kökleri var gibi yükseliyormuş ağaççık, olacakları merakla bekliyormuş.
Sonra salona hizmetçiler girmiş.
Her biri bir taraftan çam ağacına yaklaşmış, ellerindeki süslerle ağacı süslemişler.
Dallarına renkli kâğıtlar asmışlar.
İçinde şekerler, çikolatalar bulunan minik sepetler yerleştirmişler dallarına. Minik biblolar, bebekler bağlamışlar.
Dallarından iplere bağlı elmalar, cevizler sarkıtmışlar.
En sonunda da onlarca küçük mum yerleştirmiş, küçük çam ağacını bir gelin gibi allayıp pullayıp süslemişler.
Çam ağacı çok mutluymuş.
Bu kadar güzel olduğu için çok gururluymuş.
“Akşama bütün mumları yakarız,” demiş uşaklardan biri.
“Yanıp tükenen mumların yerine de yenilerini koyarız,” demiş öteki.
“Bir an önce akşam olsa” diye sabırsızlanmış küçük çam. “Acaba sonra ne olacak? Yarın ne olacak? Acaba mumlar yakıldığında ormandan arkadaşlarım beni görebilecek mi? Benimle gurur duyacaklar mı? Acaba bana bu salonu anlatan serçeler pencereden içeri göz atabilecekler mi? Keşke beni görseler ve ormandaki diğer ağaçlara benim ne kadar süslü bir ağaç olduğumu anlatabilseler. Herhalde artık hep burada kalacağım. Yaz kış bu sandığın içinde süslerimle duracağım. Kim bilir, belki de bu kumların içinde yeniden kök salarım”
Sonunda akşam olmuş ve hizmetçiler alacakaranlıkta ağacın dallarındaki mumları yakmışlar.
Salon titrek mumların ışığıyla aydınlanmış.
Her şey hazır olunca da kapılar açılmış ve yan odada bekleyen aile, bir sürü çocukla birlikte salona girmiş.
Herkes hayranlıkla, üstündeki yaldızlı süsleriyle ışıl ışıl parıldayan çam ağacını seyrediyormuş.
Ağaç gururla dallarını toparlamaya, dik durmaya çalışmış.
Bir yandan da daha sonra neler olacağını merak ediyormuş.
“Ya yarın? Yarın neler olacak acaba?”
Sonra çocuklar süslü çam ağacının çevresinde halka olup dans etmeye başlamışlar.
“Acaba bundan sonra ne olacak?” diye düşünmüş ağaç. Bir yandan da çocukların dans ederken zaman zaman kendisine çarpması nedeniyle huzursuz oluyormuş.
“Hey! Dikkat edin biraz! Dikkat etmezseniz beni devirebilirsiniz. Oysa benim buradaki görevim çok uzun.”
Çocukların dansı ağacın dallarındaki mumlar yanıp bitene kadar sürmüş.
Sonra da salonun ışıkları yakılmış ve çocuklara ağacın dibindeki ve üstündeki armağanları, şekerlemeleri almaları için izin verilmiş.
Çocuklar, bir kaleyi ele geçirmeye çalışan askerler gibi, birbirlerini çiğneyerek ağaca saldırmışlar.
Önce ağacın dibindeki armağan paketlerini almışlar. Ardından da, çığlıklar atarak, ağacın dallarındaki şekerleri, çikolataları, elma ve cevizleri paylaşmışlar.
Süsleri öyle hoyratça indiriyorlarmış ki, ağaç birkaç kez devrilme tehlikesi bile atlatmış.
Bir tek en tepedeki parlak yıldız kalmış ağacın üstünde süs olarak. Onu almak için ağacın tepesine ulaşamamış çocuklar, tepedeki dallara sıkıca tutturulmuş olan yıldızı sökememişler.
Artık kimse ağaçla ilgilenmiyormuş.
Çocuklar ellerinde oyuncaklar ve şekerlemelerle şöminenin yanında oturan yaşlı dedenin çevresinde toplanmışlar.
“Masal anlat, ne olur bir masal anlat!”
Yaşlı adam yerinden kalkmış, ağacın yanına gelmiş.
“Şimdi burası bir orman olsun,” demiş. “Masalımı bir ormanda anlatmalıyım, hem ağaç da dinlesin. Belki ona da gerekir bir gün... Durun bakalım, Parmak Çocuk masalını mı dinlemek istersiniz, yoksa merdivenlerden düşen, ama sonunda kralın kızıyla evlenen Keloğlan’ın masalını mı? Ama birini seçeceksiniz, çünkü yalnızca bir masal anlatabilirim.”
Çocukların bir öbeği “Parmak Çocuk” diye bağırmış, ötekiler ise “Keloğlan” diye haykırmış.
Çam ağacı artık varlığıyla yokluğunun kimse tarafından önemsenmediğini anlamış.
“Oysa bu geceyi bu kadar süslü, neşeli yapan bendim,” diye yakınmış acıyla.
Bu arada dede masalını anlatmaya koyulmuş.
Merdivenlerden düşen, ama sonunda kralın kızıyla evlenmeyi başaran Keloğlan’ın masalı çam ağacının da çok hoşuna gitmiş. Keloğlan’ın komik serüvenini dinlerken, kendi hüznünü unutmuş.
“Yarın yeni bir gün başlayacak ve mutlaka beni yeniden süsleyecekler,” diye düşünerek umutlanmış. Bu düşüncenin verdiği rahatlıkla uyumuş o gece.
Ertesi sabah erken saatlerde uşaklar salona girmişler.
Ağaç, “Tamam, beni yeniden süslemeye geldiler,” diye sevinmiş. Dallarını kıpırdatmaya, boynunu dik tutmaya çalışmış.
Ama uşakların amacı başkaymış.
Ağacı tuttukları gibi salondan çıkarmışlar.
Merdivenlerden yukarı çıkarıp tavan arasına götürmüşler.
Karanlık odanın bir köşesine bırakıp geldikleri gibi gitmişler.
“Şimdi neden böyle yaptılar acaba, anlayamadım,” diye düşünmüş ağaç, “Acaba beni niye buraya getirdiler? Herhalde, salonun biçimini değiştirip beni geri götürecekler.”
Sırtını duvara dayayıp beklemeye başlamış.
Saatler geçmiş. Sonra da günler. Geceler günleri, günler geceleri izlemiş. Ama ne arayan ne soran varmış küçük çam ağacını.
Çam ağacı karanlık tavan arasının, loş ve tozlu bir köşesinde unutulmuş.
Çam ağacı moralini düzeltmeye çalışıyor, kendi kendini teselli ediyormuş:
“Dışarıda şimdi karakış var. Her taraf kar içinde. Bu mevsimde ağaç dikilmez elbette. Mutlaka baharın gelmesini bekliyorlar. Bahar gelince, havalar ısınınca uşaklar gelip beni alacaklar, bahçenin en güzel köşesine dikecekler. O zamana kadar da üşümeyeyim diye buraya getirdiler beni. Korudular. Gördün mü, insanlar ne iyi niyetli.”
Günlerden bir gün, ortaya bir fare çıkmış.
Sonra bir tane daha. Ağacın çevresinde dolanmışlar, minik burunlarıyla ağacı koklamışlar.
“Brrr, dışarısı çok soğuk! İyi ki buradayız, değil mi ihtiyar çam ağacı?” diye seslenmişler ağaca.
“Ben hiç de ihtiyar sayılmam,” demiş ağaç, “benim geldiğim yerde benden çok daha yaşlı ağaçlar vardı.”
“Nereden gedin? Nereden geldin?” diye sormuşlar çığlıklar atarak meraklı fareler. “Biz daha bu evin dışına çıkmadık. Kilere hiç girdin mi? İplere asılı sucukları, salamları gördün mü?”
“Hayır hayır,” demiş çam ağacı. “Öyle bir yer bilmiyorum. Ama isterseniz ormanı anlatabilirim. Ben ormandan geldim.”
Sonra da çocukluğunun geçtiği ormanı anlatmaya başlamış.
Minicik fidanları...
Başı bulutlara değen ulu çamları…
Çalılıkları, çiçekleri, otları…
Kışın beyaz, yazın kahverengi olan tavşanları…
Kışın, kış uykusuna yatan, sonra baharda uyanıp yavrulayan ayıcıkları…
Körpe fidanları kemirmeye bayılan keçileri…
Renk renk kelebekleri, türlü türlü böcekleri, cıvıl cıvıl kuşları anlatmış.
Fareler de ağızları açık hayranlıkla dinlemişler.
Sonunda, “Sen ne kadar çok şey görmüşsün, ne güzel şeyler yaşamışsın,” demiş biri.
“Çocukluğun ne kadar mutlu geçmiş,” demiş öteki fare de imrenerek.
“Mutlu mu?” demiş çam ağacı. “Evet herhalde mutluydum. Ama dahası da var. Ben insanlarla birlikte Noel gecesini de yaşadım.”
Sonra da Noel ağacı olarak süslendiği o unutulmaz geceyi anlatmaya başlamış. Cevizlerle, şeker ve çikolatalarla, kurabiyelerle süslü ağacı hayal etmek bile farelerin çığlıklar atmasına yetmiş.
“Ne kadar şanslı bir ağaçsın sen yaşlı çam!” diye bağırmış biri.
“Ne kadar mutlu bir geceymiş,” demiş öteki de imrenerek.
“Bana bakın! Ben yaşlı değilim!” diye paylamış onları ağaç. “Sadece biraz boyum uzun. Bir çam ağacı için henüz çocuk bile sayılırım.”
Ertesi akşam fareler yine gelmişler. Bu sefer daha da kalabalıklarmış.
Çam ağacı yine ormanı anlatmış. Ardından da Noel gecesi dinlediği masala gelmiş sıra. Merdivenlerden yuvarlanan, ama yine de kralın kızıyla evlenmeyi başaran Keloğlan’ın öyküsü fareleri çok güldürmüş.
“Ne kadar mutlu bir yaşamın olmuş,” diye kıskanmışlar ağacı.
Çam ağacı bütün bunları anlatırken, o günleri tekrar yaşamış gibi oluyormuş.
Ormanda ne kadar mutlu günler geçirdiğini düşünüyormuş.
Koca ormanın, doğup büyüdüğü toprakların ona sunduğu mutluluğu o zamanlar hiç anlayamadığını fark etmiş.
Aradan günler, haftalar geçmiş.
Sonunda bir gün tavan arasının kapısı açılmış.
İçerisi birden güneş ışığıyla aydınlanmış.
İçeri giren uşaklar doğruca çam ağacının yanına gelmişler.
Onu yakalayıp aşağıya indirmişler.
“Yaşasın, serüven yeniden başlıyor,” diye sevinmiş için için çam ağacı.
Ama uşaklar onu salona değil, bahçeye çıkarmışlar.
Aniden karşılaşıverdiği pırıl pırıl güneş çam ağacının gözlerini kamaştırmış.
Gözleri güneşe biraz alışınca, çevresine bakınmış.
Her taraf yemyeşilmiş.
Sonra bir de kendisine bakmış: “Ama o da ne! Bu ben olamam!” diye ürpermiş. Çünkü bütün dalları kurumuş, bir zamanlar ince diken gibi olan koyu yeşil körpe yaprakları sararmış, dökülmüşmüş...
Uşaklar çam ağacını bahçede, yaban otlarının boy verdiği bir köşeye, dikenlerin arasına fırlatıp atıvermişler.
Çam ağacı düştüğü yerde kendini, yaşamını düşünmüş.
Ormanı, Noel gecesini, farelerle olan arkadaşlığını…
Geride kalan o mutlu günleri gözlerinin önüne getirmiş.
Çocukluğunun, gençliğinin aslında ne kadar mutlu geçtiğini o an anlamış.
Sonra elinde baltasıyla uşaklardan biri gelmiş. Kuru ağacı birkaç balta darbesiyle şöminede yanacak şekilde küçük parçalara ayırmış.
Ağacın tepesindeki yıldız şeklindeki parlak süsü de bahçenin köşesine fırlatmış.
Çocuklardan biri bu süsü alıp paltosunun yakasına takmış.
Akşam, şöminede yanan kuru çam ağacının parçaları odayı ısıtırken, küçük çocuğun yüreğini de parıltılı süsün sevinci ısıtıyormuş.
Çocuk böyle değerli bir süsü olduğu için çok mutluymuş...
Çam ağacı ise, insanları ısıttığı için mutlu oluyormuş.