Uzak Kış, Kayıp Güz
Yazar: Tuncer Erdem
ISBN: 978-975-08-3385-4
YKY'de İlk Baskı Tarihi: 09.2015
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Sayfa Sayısı | : 192 |
Boyut | : 13.5 x 21 cm |
Tuncer Erdem’den desenli ve şiirsel bir roman…
Öyküleri ve resimli şiirleriyle kendine özgü bir dünya kuran Tuncer Erdem bu kez daha uzun soluklu bir kitapla okurlarının karşısında.
Bir Tarkovski, bir Angelopoulos, Jim Jarmusch filmi tadında sinematografik bir roman “Uzak Kış, Kayıp Güz”. Hayata, geçip giden zamana, dünyanın bütün yalnızlıklarına şiirsel bir dokunuş. Issız bozkırlar, tenha yollar, hayvanlar ve bitkiler, gidenler ve kalanlar… Eşyanın tabiatı ya da tabiatın şeyleri üstüne kederli bir uzun mektup.
“Uzak Kış, Kayıp Güz” Tuncer Erdem’in dünyasının derinliklerini gösteren bir ustalık belgesi.
Her şeyi bir yana bırakıp sana sadece yazlık evlerin verandalarında unutulan sandalyeleri mi yazsam diyorum.
Dünyanın yol işaretlerinin, büyüleyici köşelerinin, keder dolu sığınaklarının ve kaprisli şehir rüzgârlarının etkisiyle oradan oraya savruluyorum.
Sana ulaşabilecek miyim, Güz’e kavuşabilecek miyim, bilmiyorum.
Bugün yeni bir defter buldum. Yazmaya başladım...
Bana demiştin ya... Ne zaman yeni bir deftere başlarsan haberim olsun, ben de yeni bir kitaba başlarım...
Gerçi niye öyle dediğini anlamamıştım o zaman. Ama fikir hoşuma gitmişti. Biri bir defter bulacak, yazmaya başlayacak, öbürü de yeni bir kitap okumaya başlayacak... Güzel, demiştim içimden... İki ayrı metin iki ayrı yol izleyecek. Biri düz kâğıt üzerinde işaretler bırakarak yol alacak, diğeri zihnin dolambaçlı dehlizlerinde dolaşacak. Ve belki günün birinde yolları kesişecek...
Neyse, haberin olsun, yeni deftere başladım. Puslu bir kentin rıhtımında... Kitabını okumaya başlamadıysan başla artık sen de.
Ama aksilik bu ya! Kalemim tutukluk yaptı...
Oysa çantamdan çıkarıp kapağını açar açmaz yazacak sanıp bir heves girişmiştim yazmaya. Hevesim kursağımda kaldı doğrusu.
Kalemimin aksiliklerini unutmuşum. Nicedir elime almamıştım onu. Mürekkebi kurumuş. Metal ucunun arkasını önünü kâğıda sürtüp durdum. Önce huysuz lekeler sökün etti; elime, parmaklarıma bulaştılar. Sonra kesik kesik, mahcup çizgiler belirdi. En arkadan da benim istediğim düzgün çizgiler göründü. Harflere dönüşmeye yatkın, kararlı çizgiler...
Şimdi kalemim kâğıdın yapraklarında akıp gidiyor. İnanır mısın, tutamıyorum onu. Aklımdan geçenleri neredeyse aynı hızda kâğıda döküyor. Hatta zaman zaman aklımdan bile öteye geçecek oluyor, ama izin vermiyorum tabii. O kadar da değil. Haddini bilmeli ne de olsa.
Yazı yazmaya öyle istekli, öyle atılgan ki zor zaptediyorum onu. Yoksa hâkimiyeti ele geçirecek, dilediği gibi at koşturacak. Aklıma nal toplatarak...
Dedim ya, kimi zaman huysuz, kimi zaman küstah oluyor, kolay dizginlenemiyor. Bu halleri ne korkutucu! Hatırlıyorum, onu elimden son bıraktığımda da böyle şeyler yapıp ürkütmüştü beni.
Düşünüyorum da o gün bugün o yüzden elime almamıştım onu. Beni küstürmüştü. Ama bu yeni bulduğum defter öyle güzel ki, yazmamak olmazdı. Onun hatırına küskünlüğü bir kenara bırakıp kalemi elime aldım, yazmaya başladım. Yanımda biraz mürekkebim vardı zaten. Kara bir pelikana benzeyen o tombul cam şişesinde, boynunu bedenine gömmüş, çantamın bir köşesinde miskin miskin uyukluyor, benimle birlikte dolaşıp duruyordu.
Bakıyorum da geçen zaman kıvamını iyice koyultmuş, rengini adamakıllı karartmış. Yıllanmış mürekkep daha mı iyi oluyor ne!..
Yok, bu böyle olmayacak. Aklıma takılan bir şey var. Rahat yazamıyorum. Demin dediklerime takıldım. Dürüst konuşmadım sanırım. Aklımın köşesine takılan o küçük dikeni çıkarmam lazım. Kalemimi aklımdan ileri geçmekle, haddini bilmezlikle suçlarken haksızlık mı ettim acaba?
Belki de onu buna zorlayan, aklımda yıllardır birikmiş bilgi ve anıların fazlalığıydı. Öylesine çoklardı, öylesine yığılmışlardı ki esaretten kurtulup kâğıda bir an önce dökülmek için amansız bir yarış içine girmişlerdi.
Hâlâ da öyleler, kalemin ucuna daha önce varabilmek için hiç durmadan yarışıyorlar, itişip kakışıyorlar, birbirlerini ezmeye çalışıyorlar. Aklımın kapılarından deli danalar gibi fırlayıp kalemimin başına üşüşüyor, tehditle, yalvarıp yakararak, kurnazlıkla, önceliği ele geçirmeye çalışıyorlar. O incecik mürekkep kanalından sızıp kâğıda geçmek için can atıyorlar.
Ama ben yazdıkça onlar rahatlıyor, sıkışıklık azalıyor, aralarındaki rekabet anlamını yitiriyor. Acele etmeden beklemeyi, sıraya girmeyi öğreniyorlar.
Evet, kalemim de az başına buyruk değildir, bilirim, ama kabul edelim ki bu son olayda onun pek günahı yoktu. Baskı altında kaldı zavallım.
Neyse, rahatladım şimdi. Bu itiraftan sonra biraz eskilere dönelim gene.
Hatırlıyor musun, şimdi gelemem diye bağırmıştım Güz’e. Beni kıyıdan açılan tekneye çekmeye çalışırken.
Ben buraya aitim, hiçbir yere gidemem, demiştim.
Niye öyle bağırdım bilmiyorum. Oysa çok yakınımdaydı o. Burnumun dibinde. Fısıldasam duyardı. Sen de az ötede bizi izliyordun...
Ama herhalde çok korkmuştum. Telaş içindeydim. Ben bağırınca o da korktu. Elimi kavrayan elleri titremeye başladı. Parmakları gevşedi, istemeye istemeye bıraktı elimi.
Sitemkâr bakışlarla ağır ağır uzaklaştı teknenin güvertesinde.
Yüzünü döküp sisin içinde giderek silikleşen siluetimi izlemeye koyuldu.
Ben de ter basmış ellerimle yüzümü silip, o uzaklaştıkça yüzüne yayılan gölgeyi izledim. Az önceki tuhaf tepkimin yarattığı şaşkınlıktan bakışlarım iyice donuklaşmıştı.
Ama tepkim niye tuhaf olsun ki!.. Korkmuştum işte, ötesi var mı! Bir an köklerim sökülecek hissine kapılmıştım. O yüzden de biraz abartılı tepki vermiş olabilirim, ne yapayım.
Şimdi o kıyıdan uzaklaşmış, yollara düşmüş biri olarak şaşıyorum kendime bunları düşündükçe.
Biraz da üzülüyorum...
Ama dedim ya, o zaman hakikaten de gidemezdim. O kıyıya bağlıydım ben. Köklerim o topraktaydı. Uzaklaşamazdım...
Yabancı yollara düşemez, ne idüğü belirsiz kervanlara katılamaz, tanımadığım yolcularla aynı kompartımanlarda seyahat edemez, adını bile duymadığım hanların, otellerin yataklarında yatamazdım. Bilmediğim hayvanların, kentlerin, su yataklarının izini süremezdim.
Gerçi başka coğrafyalar ilgimi çekmiyor değildi, ama kendimi biliyordum, oralarda boğulur giderdim ben.
Yabancı diyarların ormanlarındaki ağaç dalları boğazıma, çalıları bacaklarıma sarılırdı. Bozkırının toz toprağı nefesimi tıkardı. Otları boğazıma bir parmak zehir çalar, havası dilimi burup boğazıma sokar, bulutları üzerime abanır, denizi ruhumu boğardı.