Ortaçağ’da İslam ve Seyahat
ISBN: 978-975-08-0803-7
Tekrar Baskı: 3. Baskı / 02.2021
YKY'de İlk Baskı Tarihi: 11.2004
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Orijinal Adı | : Islam Et Voyage Au Moyen Age |
Sayfa Sayısı | : 257 |
Boyut | : 16.5 x 24 cm |
Tekrar Baskı | : 3. Baskı / 02.2021 |
Bir Âlim Uğraşının Tarihi ve Antropolojisi
Hadis uzmanlarının kendi inanç coğrafyalarında, İslami bilginin silsiye dayalı bir bilgi olarak kurumlaşması fikriyle başlattıkları rıhle-seyahat: entelektüel biz zorunluluk, kimliklerini arama yolunda bilginlere verilmiş bir görev, bir hayat disiplini…
FELAKETÇİ BİR BİLGİ KURAMI
Muhaddislerin seyahat kurumunu gerekçelendirmek için kullandığı araçlardan biri, ilmin yakında yok olacağı düşüncesiydi. Sünnet’i kurtarmak ve unutulmanın yıkıcı etkilerinden korumak konusundaki acil gereksinim, bu inançtan kaynaklanan kötümserliğin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bütün İslam ortaçağı kendini “Büyük Unutulma” düşlemine kaptırdığı için, bu çağın insanları güzel bir ortak duygu atılımıyla belleği tam anlamda bir kült nesnesi haline getirmiştir. Bu genel seferberlik içinde seyahat, unutulmanın yok edilmesinin temel kurumlarından biri olarak ortaya çıkmıştır. Ama muhaddislerin ileri sürdüğüne göre, kıvrımları içine yerleşen her şeyi yok eden bu Hesiodosçu Zaman kavramını başlatan sahabedir. Zaman’ın bir rivayet içinde dramatize edilen bu yıpratıcılığını haber verdiği ileri sürülen Peygamber’e, “benim yüzyılım en iyisi, ama sonrakiler o kadar iyi olmayacak,” dedirtilmiştir. Yüzyıllar giderek bozularak birbirine eklenecek ve en sonunda insanlar ölümcül bir “düşmanlık”la karşı karşıya kalacaktır. Zamanın tersine çevrilemezliğinin biçip yok ettiği her şey gibi, ilim de aynı gözden düşmeyi yaşayacaktır.
Demek ki ilmin yok olacağı inancı Müslümanların zihnini en başından beri işgal ediyordu. Râviler ve muhaddisler, ilk halifenin bu inancın esinlediği kaygıları çok erken bir dönemde hissettiği kanısındadır. Muhammed öldüğünde, Arap yarımadasının Bedevi kabilelerinin çoğu, çok erken bir tarihte öksüz kalmış genç ümmetle aralarındaki biat bağını koparmıştı. Halife Ebû Bekir, onları yeniden ana gruba katılmaya zorlamak için, amansız bir savaş vermiş ve Peygamber’i tanıyıp Tebliği ondan dinlemiş sahabenin birçoğu bu savaşta ölmüştü. Kuran’ın “taşıyıcıları” ile birlikte yok olacağından korkan halife, aceleyle Vahyin yazıya geçirilmesi kararını aldı. Ama İslami bilginin silineceği inancı bu çabalarla dağılacağına, Peygamber sahabesi içinde en âlim olanların çevresinde sürüp gitti. İslamın ikinci halifesi Ömer öldüğünde, bir 9. yüzyıl kaynağının naklettiğine göre, bazıları “ilmin onda dokuzunun” kaybolduğunu ileri sürdü. Bu eğitimli sahabe kendi korkularını “Tâbiûn” [=Ardıllar; Sahabeden sonraki ilk kuşak] kuşağından öğrencilerinin aklına da kazımıştı. Bu kaygının anlatısal bir açıklamasını yapma görevi yüklenmiş bir rivayette, Tâbiûn’dan birinin mürşidinin kaybolacağından nasıl dehşetli bir korku duyduğu sergilenmektedir: “Niye ağlıyorsun? – Senden duyduğum ve seninle birlikte kaybolacak ilim için ağlıyorum. – Ağlama, ilim kaybolmayacak [rivayetin bir diğer çeşitlemesinde şu sözler eklenir: ‘Kıyamet gününe kadar; ve ilim arayan bunun Kuran ve Sünnet olduğunu bilecektir.’] Arayan bulacaktır. Bilmediği için Allah’a sorular soran ve ‘Tevekkülle Allah’a boyun eğiyorum, O bana rehberlik edecektir’ diyerek ilim talep eden İbrahim gibi sen de talep et onu.” Bu konuşma seyahate bir davettir – nitekim öykünün devamında, müderrisin ölmeden önce öğrencisine ilim talebini başka yerde sürdürmesini öğütlediği anlatılır. Bu yatıştırıcı yaklaşıma karşılık, 9. yüzyılın ortasına doğru yayınlanan ve en az bu kadar görkemli bir başka figürü –Peygamber’in kuzeni– devreye sokan bir başka rivayet, tam tersine ilmi “henüz yok olmadan” kurtarmak için çabaları iki katına çıkarma gereğinden söz eder ve şöyle bir kehanette bulunur: O, “yakınlarının [âlimlerin] [öte dünyaya] göçmesi” sonucunda yok olacaktır. Bu sıkıntının boğucu etkisi 8. yüzyıl boyunca ölümcül bir gerçek gibi duyumsanacaktır. “İlmin yok olacağı” korkusu ortak bir duygu gibi paylaşılacak, devletin en yüksek katlarında bile bu kuşku yaşanacaktır. Verilen bir bilgide, Abdülmalik’in (685705) ilmin “hızla öleceği”ne inandığı anlatılmakta, Emevi halifesinin bunu engellemek için ilim sahiplerine bildiklerini yaymaları buyruğunu verdiği rivayet edilmektedir. İnanılır bir kaynak, 8. yüzyılın ilk yarısından Medineli bir âlim; II. Ömer’in (717720) –en dindar ve Sünni ulemanın en çok sevdiği Emevi hükümdar– sonradan meşhur olan bir yazışmada, Medine valisini “Peygamber’in hadisleri ve Sünnet’i konusunda var olan şeyleri araştırmak ...ve bütün bunları kaydetmek”le görevlendirdiğini nakletmektedir. “Çünkü,” der Halife, emirine: “İlmin yıkılacağından ve ulemanın yok olacağından korkuyorum [=dürûsü’lilm ve zehâbü’lulemâ].” Bu kaygı uyandırıcı temsillerin bir amacı vardı: İlmi erekbilimsel bir bilgi haline getirmek. Bu anlamda ilmin bir başlangıç ve bir bitiş noktası olduğu için, çıktığı kaynaktan uzaklaşıldıkça azalmakta veya daralmaktadır. Mâlik bin Enes (ö. 179/795), “ilim hiç artmaz, hep azalır” düşüncesini savunanlardandı. Ona göre, “ilim, peygamberlerden ve [vahyedilmiş] Kitaplardan beri hep azalmıştı.” Mâlik gençliğinde Medineli müderrislerden birinin bu inanca değer verdiğini işitmişti. Sahne müderrisin medresesinde geçer; genç âlimlerden oluşan bir dinleyici kitlesine yüz kadar hadis aktardıktan sonra, müderris öğrencisine döner ve kaç hadisi ezberleyebildiğini sorar. İleriki tarihlerde “Medine imamı” diye yüceltilecek adamın sadece kırk kadar hadisi aklında tutabildiğini öğrenince, müderris çok hoşnutsuz bir biçimde ellerini yüzüne kapatır ve yakınır: “Allahım! Ezber nasıl da geriledi!” Yaşlı Medineli müderris bu üzüntüsünü Mısır’dan gelmiş bir başka öğrenci önünde de belirtmiş ve bu öğrenci onun “ilmin ve onu uygulayanların yok olacağı”nı önceden haber verdiğini duymuştur. Bu inancın, Hicaz ve Suriye dışında, 8. yüzyıl başının Irak âlimlerince de paylaşıldığı anlaşılıyor. Kûfeli bir ulemanın, ilmin zaten yok olduğunu söylediği belirtiliyor. Onun kadar kesin konuşmayan Basralı meslektaşlarından biri, “yırtık çuvallarda” da saklansa, hâlâ bazı kalıntılar bulunduğu kanısındaydı. Bilgi azaldıkça, kendisine sahip olanların sayısı da zorunlu olarak azalıyordu.