Sayfa Sayısı | : 416 |
Boyut | : 13.5 x 21 cm |
Komik, benzersiz, ürpertici, anlaşılmaz ve elinizden düşüremeyeceğiniz bir maceraya hazır mısınız?
Genç İstanbullu Gündüz’ün yolu bir akşam loş bir dükkâna düşer. Burada yalnızlığına ve özgürlüğüne bir tehdit ve yeni, tuhaf bir dünyaya giriş vardır. Anlaşılmaz bir mantıkla birbirini izleyen olaylarla okuyucu, ölümcül bir hastalığın kırıp geçirdiği sokaklardan, Gündüz’le birlikte, Afrika kıyılarına etkileyici bir yolculuğa çıkar. Uzak kıtaları, karanlık coğrafyaları kahramanca bir genişlikle anlatan ve eğlendirirken gaddarlığını da hiç gizlemeyen nefes kesici macera romanlarını andıran Kaya Genç’in bu ilk romanı, büyüleyici bir dünya kuruyor.
Macera’nın şenlikli ve labirentli cümleleri, yüzyıllardır inşa edilen hikâyelerin baskıcılığını gösterdiği kadar bize onlarla alay etme fırsatı da veriyor. Kısacası bu kitap, sömürgeciliğin ve tepeden bakmanın usullerini unutamayacağınız bir hikâyeyle gözler önüne seriyor.
Bazı hikâyeler, kitaplar vardır, daha ilk kelimesinden, ilk sayfasından, kapağından, onları duyduğumuz ilk andan itibaren yakamıza öfkeli bir kabadayı gibi yapışır ve kendilerini okuyan, dinleyen kişiyi bir ömür boyunca rahat bırakmayı kesinlikle reddederler. Bu hikâyelerin âlemine bir kere girdiğimiz vakit, odamızın dışındaki dünya kararır, eski bir fotoğraf gibi, ama büyük bir hızla solar, göz açıp kapayınca dek de ortadan kayboluverir. Böylesi hikâyelerin birer mucizeden ya da göktaşından farkları yoktur hiç. Onlarla ilk karşılaştığımız anları da, işte bu yüzden asla unutmayız. Ama aklımızı sürekli olarak kurcalayan bir sorunun cevabını, maalesef, büyük bir heyecanla içine girdiğimiz hikâyenin dünyasında değil de, dışarıda, hatta bazan kendimizde aramamız gerekir. Bu hikâyeyi böylesine etkileyici kılan şey nedir? Okuyup bitirdiğimizde, anlatıcı yorgun dudaklarını usulca kapatıp sessizliğe gömüldüğünde, içimizde Japon usulü sıkıştırılmış balıklar gibi parçalanan bu kelimelerin tam da dinlediğimiz ya da okuduğumuz sırayla anlatılmasının sebebi nedir acaba? Bunu bize kitap değil, başka bir şey, muhtemelen kendi içimizde vızıldanıp durduğunu yıllardır duyduğumuz o ses, yani iç sesimiz söyleyecektir. Fakat benim gibi düzene, kontrole, sarf ettiği her lafın doğru anlaşılmasına düşkün yazarlar, kitaplarının arkasında gizlenen bu mühim suali yanıtlama işini okurun içindeki sese bırakmayı beceremezler bir türlü.
Bunun yerine bas bas bağırmak, kitaplarının manasını yönlendiren mahlukun her zaman için kendileri olması gerektiğini sürekli olarak söylemek isterler. Bu elinizde tuttuğunuz da, işte böyle kitaplardan... Yarattığı dünyayı bir imparator gibi devamlı gözlem altında tutmayı isteyen yazarın suçlu olup olmadığını, şayet suçluysa nasıl cezalandırılacağını, kellesinin mi uçurulacağını, yoksa ellerinin mi kesileceğini belirlemek ise sana kalmış, ey akıllı okur.