Kutup Dairesi’nde Bir Ev
Yazar: John Burnside
ISBN: 978-975-08-2651-1
YKY'de İlk Baskı Tarihi: 11.2013
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Sayfa Sayısı | : 304 |
Boyut | : 13.5 x 21 cm |
Kutup Dairesi’nde Bir Ev
Kutup Dairesi yakınlarındaki ıssız bir adada annesiyle tek başına yaşayan Liv’in tek arkadaşı, cinli perili öyküler anlatarak ona hoşça vakit geçirten yaşlı bir adamdır. Fakat adamın anlattığı öykülerin bazılarında ortaya çıkan huldra hepsinden farklı ve ürperticidir. Büyüleyici güzellikte bir genç kız olarak görünüp erkekleri ölüme sürükleyen bu vahşi ruha ilişkin öyküler, Liv’i bir sebeple ürpertmiştir daima.
Ve bir yaz, Liv’in okul arkadaşları arasından iki genç erkek birkaç gün arayla boğularak ölür. Boğulmalarına neyin yol açtığı anlaşılamaz. Herkes bir biçimde yaşamın alışıldık ritmine dönerken, kazaların yaşandığı durgun denizin kıyısındaki evinin çevresinde bulunan her şeyi, herkesi suskun ve derin bir dikkatle gözleyen Liv, cevapları ararken yepyeni sorular keşfedecektir.
“Rahatsız edici, kışkırtıcı bir kitap.”
Guardian
“Bir yazarın hem şiir hem de roman alanında aynı derecede iyi olması çok çok nadir görülen bir durumdur. Burnside hem parlak bir şair, hem parlak bir anı yazarı, hem de parlak bir romancı.”
Independent
“Güzel bir kitap; zorlu ve tuhaf.”
The Times
“Delilik, gizem ve efsane yaratımı birbiriyle çarpışıyor.”
Adam O’Riordan, Financial Times
2001 yılının mayıs ayının sonlarında, onu son görüşümden on gün kadar sonra, Mats Sigfridsson’ı Malangen Boğazı ’ndan, sahilin buradan birkaç kilometre ilerisinden çıkardılar. Suya büyük olasılıkla Skognes’ten girmiş olduğunu, sonra da tekrar oturduğum yere fazla uzak olmayan Straumsbukta ’ya yakın iskeleye sürüklendiğini söylüyorlar; bense denizin, canını aldığı cılız çocuğa acıyıp onu evine doğru taşırken, o göz alan, karmakarışık, neredeyse beyaza çalan saçlarının yaz akşamının karanlığında bir balıkçının gözüne iliştiğini ve adamın gereken özeni göstererek, üzüntüyle ve işe yatkın becerikli elleriyle onu kıyıya çıkardığını düşünmek istiyorum. Daha sonra, Kvaløya ile Tromsø’den kalkan büyük gezi gemileriyle şileplerin açık denize doğru süzüldüğü seyir kanalının ortasında, Boğaz’a doğru sürüklenen bir sandal buldular. Sonradan sandalın Mats’ın evine aşağı yukarı sekiz yüz metre mesafede demirlemiş olduğu anlaşıldı ki bu da Mats’ın sandalı çaldığını doğrular gibi görünüyordu, ama bunun izahı gerçekten de imkânsızdı; çünkü dünyada hırsızlık yapmayacak biri varsa, o da Mats Sigfridsson’dı ve bu sessiz, terbiyeli oğlanın gecenin bir yarısında denizde ne aradığına kimse akıl sır erdiremedi. Olay her yönüyle bir muammaydı; Mats’ın sandalda ne aradığına ya da ne niyetle denize çıktığına dair herkes bir fikir yürüttü. İntihardan söz edenler vardı: Okul yılı sona ermişti, Mats da benim gibi geleceğini belirleyecek sınavlardan –on sekizindeki her genci sıkıntıya sokan bir dönemden– yeni çıkmıştı, ama arkada ne bir not bırakmıştı, ne de olay öncesindeki haftalarda bunalımda olduğunu gösteren bir şey vardı. Hatta aksine, her zamankinden mutlu görünüyordu.
Yetişkinlerin bir kısmı, bunun sadece kötü bitmiş bir eşek şakası, yeniyetmelerin ara sıra akıllarına esip kalkıştıkları türde bir budalalık olduğunu söylediler, ama Mats’ı tanıyan kimse bu teoriye ihtimal vermedi. Kasabadaki çocuklardan bazıları haince bir oyundan üstü kapalı şekilde söz ettilerse de, akıllarına birinin Mats Sigfridsson gibi bir gence zarar vermek istemesi için en ufak bir sebep bile gelmiyordu.
Bana gelince, benim teorim falan yoktu, o sırada yoktu. Mats sınıf arkadaşımdı, uzaktan da olsa ondan hoşlanırdım. En çok da rengi açılmış, Struwwlepeter saçlarını, öğretmenin sorduğu soruya cevap veremeyince yüzünde beliren o tuhaf yarım gülümsemeyi severdim. Her zaman kardeşi Harald’la birlikte dolaşırlardı, ikizler gibi. Herkes onların etle tırnak gibi ayrılmaz, hatta birbirlerinden ayırt edilmez olduklarını söylerdi, ama aslında Harald bir yaş küçüktü ve ayırt edilmeyecek kadar benziyor değillerdi. O ikizlik meselesi bir yanılsamaydı; bile isteye yarattıkları bir aldatmacaydı, çünkü onlar aynı olmak isterlerdi. Ancak kendilerinin bildikleri sebeplerden, tıpatıp aynı olma ihtiyacı duyuyorlardı. Doğal olarak, son kez gördüğümde de birlikteydiler; Grunnlovsdag’da, Sjøgata üzerindeki geçit törenini izliyorlardı; karşı kaldırımda, Norveç bayraklarından oluşmuş bir nehir içinde, gözleri geçidi tıpatıp aynı şekilde takip eden, başlarını aynı anda çeviren, boyunlarını aynı anda uzatan iki beyaz çocuk, öyle ki adeta hareketleri mekanik gibi görünüyor, eski moda bir panayır yerindeki oyun makinelerine benziyorlardı. Daima göze çarparlardı, kalabalıkta bile başka kimsenin giremediği kendi dünyalarında baş başa gibi görünürlerdi hep. Ne var ki o gün yalnız değillerdi, artık gerçekten bir arada değillerdi, bir zamanlar iki, yalnızca iki olanlar, artık üç kişilerdi: Mats, Harald ve diğeri. Maia. Maia’nın kim olduğunu biliyordum elbette; bir süre Harald’ın sınıfına devam etmişti, okula canı istediği zaman gelirdi, sonra da tamamen bırakmıştı; sahiden de onlarla birlikte olduğunu bütün imkânsızlığına rağmen hemen anlamıştım. Bir sürprizdi, ama belli ki orada iki olması gerektiği yerde üç kişi durmaları, o kırmızı, mavi ve beyaz denizin içinde bir görünüp bir kaybolmaları tesadüf değildi.