Kör Pencerede Uyuyan
Yazar: B. Nihan Eren
ISBN: 978-975-08-3112-6
Tekrar Baskı: 4. Baskı / 02.2024
YKY'de İlk Baskı Tarihi: 01.2015
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Sayfa Sayısı | : 176 |
Boyut | : 13.5 x 21 cm |
Tekrar Baskı | : 4. Baskı / 02.2024 |
“Kör Pencerede Uyuyan”
Ecel teri kumsalın ortasından bir bıçak gibi geçiyordu.
B. Nihan Eren’den “Gece”li “Gün”lü öyküler YKY’den çıktı. Daha önce yine YKY’den çıkan Yavaş ile dikkati çeken Eren, uzunca bir aradan sonra dopdolu bir kitapla öykü severlerin karşısında.
Hayatların tehlikeye girmesi üstüne kurulu öykülerden oluşan bir ikiz kitap “Kör Pencerede Uyuyan”. On bir öykülü Gece ile dokuz öykülü Gün’ü içeriyor.
Geçip giden zamanın yarattığı binbir çeşit kaygı; insanlar, evler, eşya; doğa ve kent Eren’in kaleminde acı bir alaya dönüşüyor. Kör Pencerede Uyuyan kendini bulmuş bir yazarın en yeni verimleri. Derenin üzerinde vızıldayan sivrisinekler, mutfakta homurdanan bir buzdolabı, karpuzun tezgâha sızmış şekerli suyu ve acı dolu bir keder ile nereye yöneltileceği kestirilememiş bir isyan, orada duruyordu.
Portakalı soymuş, karısının başucuna koyup gitmişti.
Okul Çantası
Ben zaten gecenin arka cebinde falçatayım
Didem Madak
Seher, tencerenin kapağını açıp yüzünü etli patatesin buharına tuttu. Pişmesine az vardı. Kapağı kapadı. Az önce bulaşık makinesinden çıkardığı ve tezgâhın üzerinde duran iki çukur tabağı, üçüncüye gerek olmuyor, bir daha alıp bıraktı. İçindeki kaşık ve çatalı bir daha saydı, tamamdı. Bardaklar da çıkmıştı. Oğlan gelse... Vakit erkendi. Salona geldi. Pencereden baktı. Yağmur ince çiseliyordu. Daha dün tüneyip sildiği camlarda şimdi böyle böyle su izleri... Tavana baktı. Ortasından koyu bir çizgi geçen sarı lekeler almış başını gidiyordu. Derin bir iç çekti. Oğlan da ıslanacaktı. Taksidi yeni bitmiş halısının üzerine pembe terliklerini çıkarıp yalınayak basınca rahatladı. Ayakları içine gömülüyor, akşam çökünce içine bastıran kederini bile ona unutturuyordu. Koltuğun üzerindeki kırlentleri bir daha düzeltti. Sehpanın örtüsünü iyice bir yaydırıp kınladı. Televizyonda bir adam İstanbul’un köy ile biten ilçelerini sayamayıp tam tamına yüz bin teladan oldu. Seher bakakaldı. Her şey Allahu Tealadan dedi. Halının birbirinin içinden yuvarlaklar geçen deseninde, televizyonun durduğu sehpada, koltukların köşelerinde, duvardaki vazo resminde, ki Seher kızken gittiği resim kursunda yapmıştı, yapma çiçeğin yavruağzı göbeğinde, ki bunu da Seher yapmıştı, on parmağında on marifet, tek bir toz zerreciği yoktu. Evi tertemizdi. Yalnız şu köşedeki koltuk. O koltuk işte Seher’in tek tiksintisiydi. Elleyemiyordu.
Meryemana otobüsten keskin bir soğuğa, iğne iğne atan yağmura indi. Paltosunun yakalarını kaldırdı. Önünü ilikleyemediği paltosundan fırlayan karnı ayaklarının önünden gidiyordu. Karşıdan karşıya geçti, karanlık bir sokağa sapıp, ürkmeden yürüdü. Nasılsa birazdan bir dört yol ağzına varacak, esnafın ışıkları ile yolu aydınlanacak, içi daha çok kararacaktı. İçinde kitapları ve sınav kâğıtlarının olduğu çantası ağırdı. Karnı ondan da ağırdı. Hızlı hızlı yürüdü. Damı teğellenmiş hanelerin solgun ışıklı pencerelerinin önünden geçti. Burnunu çeken okul çocukları apartmanlara bir bir girip kayboluyordu. Köşedeki kasabı döndü. Kahvehanenin içinde hırıldayarak çay içen bir erkek kalabalığının, puslu camın ardından ona yine baktıklarını sezer gibi oldu. Önemsemedi. Bu çocuk babasız doğacaktı. Kurumlar ne derse desin. Hangi sarı nefes yüzüne neyi üflerse üflesin. Bir su birikintisinin üstünden atlarken bebek içeride zıpladı. Canı yandı. Bir an önce eve varmak, kapıyı kapayarak sokak lambalarını, kirli gülüşleri dışarıda bırakmak ve ders anlatırken şişmiş ayaklarını kaldırıp duvara yaslamak istiyordu. Bir ince sızı kasıklarını zorlar gibi oldu. Eczanenin beyaz ışıklı tabelasının önünde durup çantasını yere bıraktı. Belini tutup, duvara yaslandı. Az biraz soluklandı. Coğrafya önemli bir dersti. Uzanmış sıradağlarımız, üç tarafımızı çevirmiş denizlerimiz, yazları kurak, kışları sert geçen iklimimiz, hepsi şimdi mahallenin kaldırım taşında bir çantanın içinde bekleşiyor, hem yalnız hem öğretmen, bir de üstüne anne olmalara kalkışmış bir kadının ayakları dibinde uyukluyordu. Kalabalık sağından solundan yağmurda ıslanarak geçiyor, ona sanki çekil diyordu.
Meryemana’nın soğuktan ve yağmurdan tel tel ayrılmış buğday başağı saçlarını eczanenin tabelası beyaza çevirmiş, yüzüne ölümün solgun rengini vermişti. Halbuki doğurmak üzere olan bu kadının çehresini dirim dolu bir al basacağı yerde... Tam yola devam edecekti ki kaşlarıyla gülümseyen babacan bir adam ona “İyi misin kardeşim” diye sorup gülümsedi. Meryemana adama baktı. Tanıdı. Apartmandaki hemşire kızın babası. Ama adını çıkaramıyordu. Konuşacak takatinin olmamasından çok, kendisine hal hatır sorulmasının verdiği şaşkınlıktan ona bir cevap veremedi. Baktı baktı. Adamın kara kaşlarının altında merhametle yanan gözleri onu az kalsın ağlatacaktı. Çünkü babasınınkilere benziyordu. Babası balkonda oturdukları bir yaz akşamı birdenbire demişti ki, “Kızım” demişti, “gel, geç bu sevdadan, evlenme bu adamla” demişti. O dinlememişti. Ağlamamak için yürüyüp gitti.