Harry Potter ve Melez Prens
Yazar: J.K. Rowling
Kategori: Doğan Kardeş, İlkgençlik
Yaş: 9 yaş ve üstü
Çeviren: Kutlukhan Kutlu, Sevin Okyay
ISBN: 978-975-08-0995-5
Tekrar Baskı: 40. Baskı / 06.2024
YKY'de İlk Baskı Tarihi: 10.2005
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Orijinal Adı | : Harry Potter and the Half-Blood Prince |
Sayfa Sayısı | : 596 |
Boyut | : 13.5 x 21 cm |
Tekrar Baskı | : 40. Baskı / 06.2024 |
Büyücüler dünyasında devam eden kargaşa artık Muggle’ların dünyasını da etkilemeye başlamıştır. Harry Potter, Hogwarts’taki altıncı yılını Feci Yorucu Büyücülük Sınavlarına hazırlanarak geçireceğini düşünmektedir. Artık Quidditch takımının da kaptanıdır. Ancak Diagon Yolu’ndaki okul alışverişi sırasında Draco Malfoy’un bir şeyler çevirdiğini fark eder. Lord Voldemort’un geçmişiyle ilgili pek çok bilinmeyen ortaya çıkarken bir yandan da Malfoy’un neyin peşinde olduğunu öğrenmeye çalışan Harry’yi yine zor günler beklemektedir. Harry Potter ve Melez Prens’te de, dizinin ilk beş kitabında olduğu gibi, geçmişte sorulmuş pek çok sorunun yanıtını veren J. K. Rowling okuyucuyu yeni sorularla, Harry Potter’ı da yeni sorunlarla baş başa bırakıyor.
Öteki Bakan
Saat gece yarısına yaklaşıyordu ve Başbakan bürosunda oturmuş, ardında en ufak bir anlam bırakmadan beyninden kayıp geçen uzun bir mesajı okuyordu. Uzak bir ülkenin devlet başkanından telefon bekliyordu; bir taraftan alçak adamın arayıp aramayacağını merak eder, bir taraftan da çok uzun, yorucu ve zorlu bir haftanın tatsız anılarını bastırmaya çalışırken, kafasında başka bir şeye pek yer kalmamıştı. Önündeki kâğıtta yazılı olanlar üzerine odaklanmaya ne kadar çok gayret ederse, siyasi muhaliflerinden birinin kötü niyetli yüzü gözünün önünde o kadar netleşiyordu. Adı geçen muhalif daha o gün haberlere çıkmış ve yalnızca son hafta içinde olan bütün korkunç şeyleri sıralamakla kalmayarak (sanki insanın hatırlatılmasına ihtiyacı varmış gibi), tek tek her birinin neden hükümetin hatası olduğunu da açıklamıştı.
Bu suçlamaları hatırlayınca Başbakan’ın nabzı daha hızlı atmaya başladı, çünkü ne adildiler, ne de gerçek. Hükümetin nasıl olup da o köprünün yıkılışını durdurmayı başarması bekleniyordu acaba? Köprülere yeterince para harcamadıklarını ileri sürmek, insafsızcaydı. Köprü yapılalı daha on yıl olmamıştı ve en iyi uzmanlar bile nasıl tam ortasından ikiye ayrılıp da bir düzine arabayı aşağıdaki nehrin derin sularına gönderdiğini açıklamaktan aciz kalmıştı. Ve insan ne cüretle üzerinde çok konuşulmuş o iki berbat cinayete polis sayısındaki azlığın yol açtığını söylerdi? Ya da West Country’de hem cana, hem mala onca zarar veren anormal hortumu hükümetin şu ya da bu şekilde önceden sezmiş olmasını beklerdi? Ve Başbakan yardımcılarından Herbert Chorley’nin o hafta, artık ailesiyle çok daha fazla vakit geçirmesine yol açacak gariplikte hareket etmeye karar vermesi onun kabahati miydi?
Muhalif, ağzı kulaklarında sırıtışını güçlükle saklayarak, “Ülkeye bir dehşet havası hâkim,” demişti.
Ve ne yazık ki bu tamamen doğruydu. Başbakan da bunu hissediyordu, insanlar gerçekten her zamankinden mutsuz görünüyorlardı. Hava bile kasvetliydi; Temmuz’un ortasında bütün bu soğuk sis... tekin değildi, normal değildi...
Mesajın ikinci sayfasını çevirdi, daha ne kadar sürdüğünü gördü ve ümitsiz bir vaka olduğunu düşünerek bıraktı. Kollarını başının üstüne kaldırıp gerinerek, kederli kederli kendi bürosuna baktı. Güzel bir odaydı, mevsimsiz soğuğa karşı sıkıca kapanmış uzun çerçeveli pencerelere bakan şık bir mermer şöminesi vardı. Başbakan hafifçe titreyerek ayağa kalkıp pencereye yürüdü ve dışarı, cama bastıran ince sise baktı. İşte o anda, sırtı odaya dönük dururken, arkasından gelen nazik öksürüğü duydu.
Karanlık camdaki korkmuş görünen yansımasıyla burun buruna, donup kaldı. Bu öksürüğü tanıyordu. Daha önce de duymuştu. Boş odaya bakmak için ağır ağır döndü.
“Kim var orda?” dedi, hissettiğinden daha cesur görünmeye çalışarak.
Bir an, kimsenin ona cevap vermeyeceği şeklindeki imkânsız bir umuda kapılma hakkını kendine tanıdı. Ancak, kulağa sanki önceden hazırlanmış bir bildiriyi okuyormuş gibi gelen gevrek, kararlı bir ses hemen cevap verdi. Ses, odanın uzak köşesinde, küçük ve pis bir yağlıboya tablodaki, uzun gümüş rengi peruk takmış, ufak tefek, kurbağa misali adamdan geliyordu – Başbakan bunun böyle olacağını daha ilk öksürükte anlamıştı zaten.
“Muggle’ların Başbakanı’na. Acilen buluşmamız gerek. Lütfen derhal cevap verin. Saygılarımla, Fudge.” Tablodaki adam soru sorarcasına Başbakan’a baktı.
“Şey,” dedi Başbakan, “bakın... benim için pek uygun bir zaman değil... Anlıyorsunuz ya, bir telefon bekliyorum... bir devlet başkanından....”
“Bu ayarlanabilir,” dedi portre hemen. Başbakan’ın yüreği sıkıştı. Bundan korkuyordu işte.
“Ama ben aslında onunla konuşmayı ümit ediyordum –”
“Başkan’ın aramayı unutmasını sağlarız. Onun yerine, yarın akşam telefon eder,” dedi ufak tefek adam. “Lütfen derhal Mr Fudge’a cevap verin.”
“Ben... ah... iyi,” dedi Başbakan halsiz halsiz. “Evet, Fudge’ı göreceğim.”
Aceleyle masasına döndü, giderken kravatını düzeltiyordu. Daha yerine yeni oturmuş, rahat ve telaşsız olduğunu umduğu bir ifade takınmıştı ki, mermer şömine rafının altındaki boş ızgarada parlak yeşil alevler bir anda can buldu. Topaç gibi hızla dönen tombalak bir adam alevlerin arasında belirirken, Başbakan bir parça olsun şaşkınlık ya da korku göstermemeye çalışarak, gözledi. Birkaç saniye sonra adam şömineden çıkıp hayli iyi, antika bir halıya adım atmış, ince çizgili, uzun pelerininin kollarındaki külleri süpürüyordu, elinde limon yeşili bir melon şapka vardı.
“Ah... Başbakan,” dedi Cornelius Fudge, elleri ileri uzanmış halde ona doğru yürürken, “Sizi yeniden görmek ne güzel.”
Başbakan’ın bu iltifatı aynen iade etmesi dürüstçe olmazdı, onun için de hiçbir şey söylemedi. Fudge’ın arada sırada ortaya çıkışı zaten başlı başına dehşet verici olduğu gibi, genellikle çok kötü haberler vermek üzere olduğu anlamına da geldiği için, onu gördüğüne zerre kadar memnun olmamıştı. Üstelik, Fudge, kesinlikle bitkin görünüyordu. Zayıflamış, kelleşmiş ve grileşmişti, yüzünde de örselenmiş bir hal vardı. Başbakan daha önce de politikacıların böyle göründüğüne tanık olmuştu ve bu görünüş asla hayra alamet değildi.
“Size nasıl yardımcı olabilirim?” dedi Fudge’ın elini şöyle bir sıkıp masanın önündeki iskemlelerin en sert olanlarından birini göstererek.
“Nereden başlayayım, bilemiyorum,” diye mırıldandı Fudge. İskemleyi çekip oturdu ve yeşil melon şapkasını dizlerine yerleştirdi. “Ne hafta ama, ne hafta...”
“Sizin haftanız da mı kötü geçti?” diye sordu Başbakan soğuk soğuk, zaten önünde yeterince sorun olduğunu, buna bir de Fudge’ın katkıda bulunmasına gerek olmadığını anlatmak isteyerek.
“Evet, tabii,” dedi Fudge, yorgun yorgun gözlerini ovuşturup somurtkan bir ifadeyle Başbakan’a baktı. “Ben de sizinle aynı haftayı geçirdim, Başbakan. Brockdale köprüsü, Bones ve Vance cinayetleri... West Country’deki kargaşanın sözünü bile etmiyorum.”
“Siz – şey – sizin – yani demek istiyorum ki, halkınızdan bir kısmı bunlarla – bu şeylerle – ilgiliydi, öyle mi?”
Fudge Başbakan’ı hayli otoriter bir bakışla süzdü.
“Elbette ilgiliydiler,” dedi. “Neler olup bittiğinin farkına vardınız herhalde, değil mi?”
“Ben...” diye duraksadı Başbakan.
Fudge’ın ziyaretlerinden böylesine hoşlanmamasının sebebi tam da bu davranışlardı işte. Sonuç olarak o Başbakan’dı, ona kendini cahil bir okul çocuğu gibi hissettirmelerinden hiç hazzetmiyordu. Öte yandan, Başbakan oluşunun ilk gecesi Fudge’la ilk karşılaşmasından beri işler bu şekilde yürümüştü. Sanki dünmüş gibi hatırlıyordu ve öldüğü güne kadar aklından çıkmayacağını biliyordu.
Bu büroda tek başına durmuş, onca yıllık hayal ve entrikanın ardından ulaştığı zaferin tadını çıkarıyordu ki, tıpkı bu gece olduğu gibi arkasında bir öksürük duymuş ve dönüp bakınca çirkin küçük portrenin onunla konuştuğunu, Sihir Bakanı’nın biraz sonra gelip kendini takdim edeceğini haber verdiğini işitmişti.
Doğal olarak, uzun süreli kampanyanın ve seçim geriliminin onu delirttiğini düşünmüştü. Bir portrenin onunla konuşması karşısında resmen dehşete kapılmıştı ama, kerameti kendinden menkul bir büyücü şömineden dışarı atlayıp elini sıkınca hissettiklerinin yanında, bu bile devede kulak kalmıştı. O nutku tutulmuş halde dinlerken Fudge, dünyanın dört bucağında halen gizlice yaşayan cadılarla büyücüler olduğunu nazik nazik açıklamış ama Sihir Bakanlığı bütün büyücü topluluğunun sorumluluğunu üzerine aldığı ve sihirle uğraşmayan nüfusun onlardan haberinin olmasını engellediği için kafasını bu işlere yormasının gerekmeyeceği yolunda güvence vermişti. Bu iş, demişti Fudge, süpürgelerin sorumlu kullanımı tüzüklerinden, ejderha nüfusunu denetim altında tutmaya varan (Başbakan, bu noktada destek bulmak için masasına yapıştığını hatırlıyordu) her şeyi kapsayan zor bir iştir. Fudge sonra da hâlâ yerinde kalakalmış olan Başbakan’ın omzunu babacan bir tavırla okşamıştı.
“Üzülmeyin,” demişti, “herhalde beni bir daha asla görmezsiniz. Sizi sadece bizim tarafta gerçekten ciddi bir şeyler oluyorsa rahatsız ederim; Muggle’ları ilgilendirme ihtimali olan bir şey – yani sihirle uğraşmayan nüfusu demek istiyorum. Öyle bir şey olmazsa, herkes kendi işine bakar, başkasının ayağına basmaz. Ve şunu da söylemeliyim: bu meseleyi selefinizden çok daha iyi karşıladınız. O beni pencereden dışarı atmaya çalışmıştı, muhalefetin planladığı bir oyun sanmıştı.”
Başbakan işte bu noktada yeniden sesine kavuşmuştu.
“Siz – siz oyun değil misiniz, yani?”
Bu onun çaresizce sarıldığı son umudu olmuştu.
“Hayır,” demişti Fudge, şefkatle. “Hayır, korkarım değilim. Bakın.”
Ve Başbakan’ın çay fincanını bir tarla faresine dönüştürmüştü.
“Ama,” demişti, bir sonraki konuşmasının köşesini çiğneyen çay fincanına bakan Başbakan, soluğu kesilmiş halde, “ama neden – neden kimse bana söylemedi –?”
Fudge, asasını yeniden ceketinin içine sokarak, “Sihir Bakanı kendisini yalnızca dönemin Muggle Başbakanı’na gösterir,” demişti. “Bizce, gizliliği korumanın en iyi yolu bu.”
“Ama öyleyse,” demişti Başbakan melercesine, “niye önceki Başbakan’lardan biri beni uyarmadı –?”
Fudge bu soru üzerine resmen gülmüştü.
“Sevgili Başbakanım, siz kimseye söyleyecek misiniz?”
Fudge, kıkırdamaya devam ederek şömineye biraz toz atmış, zümrüt rengi alevlere girmiş ve bir vijt sesiyle kaybolmuştu. Başbakan, yerinden pek kıpırdayamadan orada durmuş ve bu karşılaşmadan ömrü boyunca başka bir canlıya asla söz etmeyeceğini fark etmişti. Çünkü bütün dünyada ona inanacak tek bir kişi çıkmazdı.
Şokun etkisinin geçmesi hayli vakit almıştı. Bir süre, Fudge’ın aslında, çok yorucu seçim kampanyası sırasında uykusuz kalması sonucu ortaya çıkan bir halüsinasyon olduğuna kendini ikna etmeye çalışmıştı. Bu rahatsız edici karşılaşmayı hatırlatan her şeyden kurtulma yolunda boş bir çabayla, tarla faresini yeğenine armağan edip onu sevindirmişti. Fudge’ın geleceğini bildiren ufak tefek çirkin adam portresini indirmesi yolunda sekreterine talimat vermişti. Ne var ki, Başbakan’ın içine kaygı salan bir şekilde, portreyi kaldırmak mümkün olmamıştı. Birkaç marangoz, bir iki inşaat işçisi, bir sanat tarihçisi ve Maliye Bakanı onu duvardan söküp çıkarmayı başaramayınca Başbakan bu çabadan vazgeçmiş ve sadece o şeyin görev süresi boyunca hareketsiz ve sessiz kalacağını ummakla yetinmişti. Bazen gözünün ucuyla resimde oturan kişinin esnediğini ya da burnunu kaşıdığını gördüğüne yemin edebilirdi: hatta, bir iki defa, yürüyüp çerçevesinden çıkmış ve geride çamur kahverengisi bir tuval bırakmıştı sadece. Ama Başbakan resme sık sık bakmamak ve böyle bir şey olunca kararlı bir şekilde gözlerinin ona oyun oynadığını söylemek konusunda kendini eğitmişti.
Sonra, üç yıl önce, bu geceye çok benzeyen bir gecede, Başbakan bürosunda yalnızken portre bir kez daha Sihir Bakanı’nın az sonra geleceğini ilan etmiş, Fudge da sırılsıklam ve hayli paniğe kapılmış halde şömineden fırlayıp çıkmıştı. Daha Başbakan ona neden sularını Axminster halısına akıttığını soramadan Fudge, adını hiç duymadığı bir hapishane, ‘Sıryüz’ Black diye bir adam, kulağa Hogwarts gibi gelen bir şey ve Harry Potter diye bir oğlan hakkında saçmalamaya başlamıştı ki, bunların hiçbiri Başbakan’a bir şey ifade etmiyordu.
“...Az önce Azkaban’dan geldim,” demişti Fudge, soluk soluğa. Melon şapkasını eğip kenarından cebine büyük miktarda su boşaltmıştı. “Kuzey Denizi’nin ortasında, anlarsınız ya, pis bir uçuş... Ruh Emiciler isyan halinde – “ demişti titreyerek, “– daha önce hiç kaçan olmamıştı. Neyse, size gelmek zorundaydım, Başbakan. Black sabıkalı bir Muggle katilidir ve tekrar Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen’e katılmayı planlıyor olabilir... ama tabii, siz daha Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen’in kim olduğunu bile bilmiyorsunuz!” Bir an çaresizce Başbakan’ı süzmüş, sonra da, “Eh, oturun bari, oturun, size bilgi versem iyi olur...” demişti. “Bir viski buyurun...”
Başbakan bırakın kendi içkisinin ona ikram edilmesi, kendi bürosunda oturun denmesine bile epeyce gücenmişti ama gene de oturmuştu. Fudge, asasını çıkarmış, kehribar rengi sıvıyla dolu iki büyük bardağı havadan var etmiş, birini Başbakan’ın elinin yanına itmiş ve kendine bir iskemle çekmişti.
Fudge, bir saati aşkın süreyle konuşmuştu. Bir noktada, belli bir adı yüksek sesle söylemeyi reddetmiş, onun yerine bu adı bir parşömen parçasına yazarak Başbakan’ın viskiyi tutmayan eline atmıştı. Sonunda Fudge gitmek üzere ayağa kalkınca, Başbakan da ayağa kalkmıştı.
“Yani şimdi sizce bu...” gözlerini kısarak sol elindeki isme bakmıştı, “Lord Vol—“
“Adı Anılmaması Gereken Kişi!” diye hırlamıştı Fudge.
“Özür dilerim... Adı Anılmaması Gereken Kişi’nin sağ olduğunu mu düşünüyorsunuz, yani?”
“Eh, Dumbledore öyle olduğunu söylüyor,” demişti Fudge, ince çizgili pelerinini çenesinin altından tuttururken, “ama onu asla bulamadık. Bana sorarsanız, destek almadıkça tehlikeli olmaz, onun için de asıl Black konusunda kaygılanmamız gerek. Bu uyarıyı yayınlarsınız, değil mi? Mükemmel. Eh, umarım bir daha görüşmeyiz, Başbakan! İyi geceler.”
Oysa birbirlerini yeniden görmüşlerdi. Daha aradan bir yıl geçmeden, canından bezmiş görünen Fudge, Kwidditch (ya da kulağa onun gibi gelen bir şey) Dünya Kupası’nda bir sorun çıktığını ve bazı Muggle’ların da buna ‘karıştığı’nı Başbakan’a bildirmek için aniden Bakanlar Kurulu Salonu’nda belirmişti. Ama dediğine göre Başbakan’ın endişelenmemesi gerekiyordu, Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen’in İşaret’inin yeniden görülmüş olması hiçbir şey ifade etmiyordu. Fudge bunun münferit bir olay olduğundan emindi ve Muggle İrtibat Bürosu, onlar konuşurken bütün hafıza düzeltme işleriyle ilgileniyordu.
“Ah, az daha unutuyordum,” diye eklemişti Fudge. “Üçbüyücü Turnuvası için üç yabancı ejderha ile bir sfenks getirdik, hayli sıradan bir iş ama, Sihirli Yaratıkların Düzenlenmesi ve Denetimi Dairesi bana ülkeye son derece tehlikeli yaratıklar getiriyorsak sizi bundan haberdar etmemizin kural kitabında yazılı olduğunu söylüyor.”
“Ben – ne – ejderha mı?” demişti Bakan, boğulurcasına.
“Evet, üç tane,” demişti Fudge. “Bir de sfenks. Hadi, size iyi günler.”
Başbakan, ortada pek bir neden olmadığı halde, ejderhalarla sfenkslerden daha beteri olmayacağını ümit etmişti, ama boşuna. Daha aradan iki yıl geçmeden Fudge, bu sefer Azkaban’dan toplu bir kaçış olduğu haberiyle yeniden ateşten fırlayıp çıkmıştı.
“Toplu kaçış mı?” diye kısık sesle tekrarlamıştı Başbakan.
“Endişeye mahal yok, endişeye mahal yok!” diye bağırmıştı Fudge, bir ayağı çoktan alevlerin içine girmiş durumda. “Onları göz açıp kapayana kadar yakalarız – haberiniz olsun dedim!”
Daha Başbakan arkasından “Dur, bir dakika bekle!” diye bağıramadan Fudge bir yeşil kıvılcımlar seli içinde gözden kaybolmuştu.
Basın ve muhalefet ne derse desin, Başbakan budala değildi. Fudge’ın ilk karşılaşmalarında ona aksi yönde güvence vermesine rağmen, artık birbirlerini sık sık gördükleri de, Fudge’ın her ziyarette daha telaşlı göründüğü de dikkatinden kaçmamıştı. Sihir Bakanı’nı (ya da, kafasında Fudge’a hep dediği gibi, Öteki Bakan’ı) aklına getirmekten pek hoşlanmadığı halde, onun bir daha ortaya çıktığında daha da vahim haberler getireceğini düşünmekten kendini alamıyordu. O yüzden de saçı başı darmadağınık ve siniri burnunda bir Fudge’ın, Başbakan niye orada olduğunu bilmediği için şaşkın ve huysuz bir halde bir kez daha ateşten çıkışını görmek, bu son derece iç karartıcı haftada olup bitenlerin en berbatı sayılırdı.
Başbakan, “Ben – şeyde – büyücü topluluğunda neler olup bittiğini nereden bileyim?” diye çıkıştı. “Benim şu anda idare edecek bir ülkem ve yeterince derdim var, yani bir de böyle bir şeye –”
“Dertlerimiz aynı,” diye onun sözünü kesti Fudge. “Brockdale köprüsü aşınmamıştı. O hortum gerçek bir hortum değildi. O cinayetler de Muggle’ların işi değil. Ve Herbert Chorley’nin ailesi onsuz daha fazla güvencede olur. Chorley’yi St Mungo Sihirsel Hastalıklar ve Sakatlıklar Hastanesi’ne aktarmak için gereken düzenlemeleri yapıyoruz şu anda. Bu akşam oraya taşınacak.”
“Ne yapıyor… korkarım ki… ne?” diye yaygarayı bastı Başbakan.
Fudge büyük, derin bir nefes aldı ve dedi ki: “Başbakan, üzüntüyle size bildirmek zorundayım ki o geri geldi. Adı Anılmaması Gereken Kişi geri geldi.”
“Geri? ‘Geri’ derken… yaşıyor mu? Yani –”
Başbakan hafızasında üç yıl önce, Fudge’ın ona hepsinden fazla korkulan büyücüyü, on beş yıl önce esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolmadan önce bin tane dehşet verici suç işlemiş büyücüyü anlattığı o korkunç konuşmanın ayrıntılarını bulmaya çalıştı.
“Evet, yaşıyor,” dedi Fudge. “Yani – bilmiyorum – bir adam öldürülemiyorsa eğer, yaşıyor olabilir mi? Tam olarak anlamıyorum, Dumbledore da doğru dürüst açıklamıyor – ama mesele şu ki bir bedeni var ve yürüyor, konuşuyor, öldürüyor ve bu yüzden de, evet, yaşıyor diyebiliriz.”
Başbakan buna ne diyeceğini bilmiyordu ama ortaya atılan her konuda bilgili görünme isteğinden doğan inatçı bir alışkanlık, daha önceki konuşmalarından hatırladığı ayrıntıları araştırmasına yol açtı.
“Sıryüz Black de – şeyle – Adı Anılmaması Gereken Kişi ile birlikte mi?”
“Black? Black?” dedi Fudge dalgın dalgın, melon şapkasını parmaklarının arasında hızla çevirerek. “Sirius Black demek istiyorsunuz, değil mi? Merlin’in sakalı, hayır. Black öldü. Anlaşılan – şey – Black hakkında yanılmışız. Meğer masummuş. Ve Adı Anılmaması Gereken Kişi ile işbirliği de yapmamış. Yani,” diye ekledi kendini savunmak istercesine, melon şapkasını daha da hızla döndürerek, “bütün kanıtlar buna işaret ediyordu – elliden fazla görgü tanığımız vardı – ama neyse, dedim ya, öldü. Aslına bakarsanız, öldürüldü. Sihir Bakanlığı’nın içinde. Bir soruşturma olacak, elbette…”
Bu noktada Başbakan, büyük bir şaşkınlık içinde, Fudge’a karşı anlık bir merhamet hissi duydu. Ancak, kendisi şöminelerden çıkıp bedenlenme alanında yetersiz kalsa da, sorumluluğu altındaki hükümet dairelerinin hiçbirinde cinayet işlenmediği… hiç değilse şimdilik işlenmediği… düşüncesiyle gelen bir kendinden hoşnutluk ışıltısı, bu merhameti neredeyse ânında bastırdı.
Başbakan gizlice masasının tahtasını tıklatırken, Fudge sözüne devam etti. “Ama Black artık geride kaldı. Mesele şu ki, Başbakanım, savaş halindeyiz ve önlem alınması gerek.”
“Savaş mı?” diye tekrarladı Başbakan ürkek ürkek. “Mutlaka abartıyor olmalısınız, değil mi?”
Fudge, gittikçe daha çabuk konuşarak ve elindeki melon şapkayı limon yeşili bir leke halini alacak kadar süratle çevirerek, “Adı Anılmaması Gereken Kişi’ye şimdi, Ocak’ta Azkaban’dan kaçmış olan müritleri de katıldı,” dedi. “Açığa çıktıklarından beri, ortalığı darmaduman ettiler. Brockdale köprüsü – o yaptı, Başbakan, eğer bir kenara çekilmezsem Muggle’ları yığınlar halinde öldürmekle tehdit etti ve –”
“Aman Tanrım! Demek bu insanların öldürülmesi sizin kabahatiniz, ama paslanmış donanım ve aşınmış genleşme derzleri konusundaki ve daha kim bilir hangi konulardaki soruları cevaplandırmak bana düştü, öyle mi?” dedi Başbakan öfkeyle.
“Benim kabahatim mi?” dedi, kızaran Fudge. “Siz böyle bir şantaja boyun eğer miydiniz demek istiyorsunuz?”
“Belki de eğmezdim,” dedi Başbakan, ayağa kalkıp odayı adımlayarak, “ama o böyle gaddarca bir şey yapmadan önce şantajcıyı yakalamak için elimden geleni yapardım!”
“Ben elimden geleni yapmıyor muyum sanıyorsunuz?” diye sordu Fudge, hararetle. “Bakanlık’taki her Seherbaz onu bulmaya, müritlerini yakalamaya çalışıyordu – hâlâ da çalışıyor – ama gelmiş geçmiş en güçlü büyücülerden birinden söz ediyoruz, yaklaşık otuz yıldır bir türlü yakalanamamış bir büyücüden!”
Attığı her adımla birlikte öfkesi daha da kabaran Başbakan, “Sanırım bana West Country’deki hortuma da onun neden olduğunu söyleyeceksiniz, değil mi?” dedi. Bütün bu korkunç felaketlerin nedenini keşfetmek ve halka açıklayamamak insanı çileden çıkaran bir şeydi; hani neredeyse, bunların hükümetin kabahati olmasından da beterdi.
“O hortum falan değildi,” dedi Fudge, perişan halde.
“Anlayamadım!” diye bas bas bağırdı Başbakan, artık resmen olduğu yerde tepiniyordu. “Ağaçların kökleri çıkmış, çatılar sökülmüş, sokak fenerleri eğrilmiş, korkunç yaralanmalar –”
“Ölüm Yiyen’lerdi,” dedi Fudge. “Adı Anılmaması Gereken Kişi’nin müritleri. Ve… işe devlerin de karıştığından şüpheleniyoruz.”
Başbakan, görünmez bir duvara çarpmış gibi duruverdi.
“Nelerin karıştığından, nelerin karıştığından?”
Fudge yüzünü buruşturdu. “Geçen sefer de devlerden yararlanmıştı, büyük etki yaratmak istediğinde öyle yapıyor. Yanlış Bilgilendirme Bürosu gece gündüz çalışıyor, Unutturucu ekiplerimiz aslında neler olduğunu gören Muggle’ların hafızalarını değiştirmeye uğraştı, Sihirli Yaratıkların Düzenlenmesi ve Denetimi Dairesi’ndekilerin büyük kısmına Somerset’in altını üstüne getirttikse de devleri bulamadık – tam bir felaket oldu.”
“Yok canım!” dedi Başbakan, öfkeden köpürmüş halde.
“Bakanlık’ta morallerin hayli bozuk olduğunu inkâr etmeyeceğim,” dedi Fudge. “Bütün bunlar bir yana, bir de Amelia Bones’u kaybetmek…”
“Kimi kaybetmek?”
“Amelia Bones, Sihirli Yasal Yaptırım Dairesi Başkanı. Adı Anılmaması Gereken Kişi onu bizzat öldürmüş olabilir, çünkü çok yetenekli bir cadıydı – ve bütün kanıtlar da kıran kırana mücadele ettiğini gösteriyor.”
Fudge boğazını temizledi ve besbelli çaba harcayarak, melon şapkasını elinde döndürmeye son verdi.
“Ama o cinayet gazetelerde çıktı,” dedi Başbakan, bir an kızgınlığını bir yana bırakarak. “Bizim gazetelerimizde. Amelia Bones... sadece, tek başına yaşayan orta yaşlı bir kadın olduğunu söylüyordu. Şeydi – iğrenç bir cinayetti, değil mi? Hayli sözü edildi. Polis aciz kalmıştı, anlıyorsunuz ya.”
Fudge içini çekti. “Eh, elbette kalacaklar. İçeriden kilitli bir odada öldürülmüştü, sonuçta. Öte yandan biz kimin yaptığını tam olarak biliyoruz ama bunu bilmemiz katili yakalamak yolunda tek adım atmamızı sağlamıyor. Sonra Emmeline Vance de var, belki onu duymamışsınızdır ama –”
“Ah, evet, duydum!” dedi Başbakan. “Aslında, hemen buracıkta, şu köşede oldu. Gazeteler bayram etti: Başbakan’ın arka bahçesinde yasa ve düzen çöküyor -“
“Ve sanki bu yetmezmiş gibi,” dedi, Başbakan’ı doğru dürüst dinlemeyen Fudge, “Ruh Emiciler üşüşmüş, her yerde insanlara saldırıyor...”
Daha mutlu günlerde bu cümle Başbakan için bir anlam taşımazdı ama artık daha bilge biriydi.
İhtiyatla, “Ruh Emiciler’in Azkaban’daki mahkûmların gardiyanı olduğunu sanıyordum,” dedi.
“Öyleydiler,” diye doğruladı Fudge, bitkin bitkin. “Ama artık değiller. Hapishaneyi bırakıp, Adı Anılmaması Gereken Kişi’ye katıldılar. Bunun bir darbe olmadığını iddia etmeyeceğim.”
“Ama,” dedi, işin dehşeti üzerine çökmeye başlayan Başbakan, “siz bana onların insanların umudunu ve mutluluğunu tüketen yaratıklar olduğunu söylememiş miydiniz?”
“Öyle. Üstelik ürüyorlar da. Bütün bu sise onların üremesi neden oluyor.”
Başbakan dizleri çözülerek en yakındaki iskemleye çöktü. Kasabalara ve kırlara üşüşerek seçmenlerine çaresizlik ve umutsuzluk yayan görünmez yaratıklar fikri, onu bayılmanın eşiğine getirmişti.
“Bana bakın, Fudge – bir şeyler yapmak zorundasınız! Sihir Bakanı olarak bu sizin sorumluluğunuz!”
“Sevgili Başbakanım, bütün bunlardan sonra hâlâ Sihir Bakanı olduğumu düşünüyor olamazsınız herhalde? Üç gün önce sepetlendim! On beş gündür bütün büyücü topluluğu istifa edeyim diye bas bas bağırıyor. Görevde kaldığım sürece hiç böyle birlik olduklarını görmemiştim!” dedi Fudge, kahramanca gülümsemeye çabalayarak.
Başbakan’ın bir an nutku tutuldu. İçine düşürüldüğü duruma içerlese de, karşısında oturan çökmüş adama sempati duyuyordu.
“Çok üzgünüm,” dedi sonunda. “Yapabileceğim bir şey var mı?”
“Çok naziksiniz, Başbakan, ama hiçbir şey yok. Bu gece buraya size son gelişmeleri anlatmak ve sizi halefimle tanıştırmak için gönderildim. Şimdiye kadar gelir diye düşünüyordum ama tabii şu an çok meşgul, onca şey olup biterken.”
Fudge dönüp, kulağına bir tüy kalemin ucunu sokan, uzun kıvırcık gümüş rengi peruklu ufak tefek çirkin adamın portresine baktı.
Fudge’la göz göze gelince portre, “Birazdan burada olacak,” dedi, “Dumbledore’a yazdığı mektubu bitiriyor.”
“Ona iyi şanslar dilerim,” dedi Fudge, ses tonu ilk kez buruk bir hal almıştı. “Son on beş gündür Dumbledore’a günde iki kere yazıyorum, istifini bile bozmuyor. Oğlanı ikna etmeye yanaşsaydı, ben belki de hâlâ... eh, belki Scrimgeour daha başarılı olur.”