Freud Konuşmaları
Kategori: Cogito
ISBN: 978-975-08-1445-7
YKY'de İlk Baskı Tarihi: 06.2008
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Sayfa Sayısı | : 152 |
Boyut | : 13.5 x 21 cm |
Freud Konuşmaları, Sigmund Freud’un 150. doğum yılı olan 2006’da, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık’ın, Sermet Çifter Salonu’nda düzenlediği bir etkinlik dizisinin kayıtlarından oluşuyor. Bu konuşmaları kitaplaştırmadaki amaç, Freud’un ve psikanaliz kuramının önemini ve bireysel ve toplumsal yaşama etkilerini uzmanların ağzından aktarırken, psikanaliz kuramının ve pratiğinin Türkiye’de alımlanışını, izleyici katılımıyla zenginleşen oturumlarla göstermek. Freud’un Önemi / Bülent Somay Uygulamalı Psikanaliz, Tarih ve Kültür / Yavuz Erten, İskender Savaşır Psikanaliz ve Sonrası /Murat Paker, Saffet Murat Tura Freud ve Birey / Nilüfer Güngörmüş Erdem, Bella Habip, Melis Tanık
Freud’un Önemi
Bülent Somay, Bilgi Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü öğretim görevlisi. Bugüne kadar psikanalizle ilgili yazıp çizdiklerini de büyük ihtimalle okudunuz ki buradasınız. Bugüne kadar cogito etkinlikleri kapsamında farklı psikanaliz etkinlikleri yaptık. Genellikle psikanalizin ve psikanalistlerin tarafından bakan, hatta konuya klinik bakış açısından yaklaşan birtakım programlar düzenledik. Bugünkü toplantıyla başlayacak olan etkinliklerde Bülent Somay psikanalizin farklı alanlarını farklı bakış açılarıyla sunacak. Kendisi bir program hazırladı, bugün de hem bu programın içeriğini ve olası tartışmalarla ilgili bir takım öngörülerini anlatacak bildiğim kadarıyla hem de 150. yaş gününde Freud ile ilgili neler yapabileceğimizi konuşacağız.
Bülent Somay: Merhaba. Bugüne kadar burada Freud’la, daha doğrusu psikanalizle ilgili çeşitli etkinlikler düzenlendi. Hatta ben bunlardan birkaç tanesine katıldım. Fakat bunlarda vurgumuz daha ziyade bir terapi biçimi olarak psikanaliz ve bunun hayatımızdaki etkileri üzerineydi. Freud’un 150. doğum yılını kutlamaya yönelik bu etkinlikler dizisinden bahsederken ben hep “Freud’un 150. Yılı Şenlikleri” demeyi tercih ettim. Freud’un 150. doğum yılını kutlarken aslında Freud’un on dokuzuncu, yirminci ve yirmi birinci yüzyıl, yani üç yüzyıl üzerindeki kültürel etkilerini tartışalım istedik. Bu da felsefe, sosyal bilimler ve son zamanlarda daha yaygınlaşan tabiriyle, kültürel çalışmalar alanındaki etkileri olmak üzere üçe ayrılacak. Bu kutlamalar bugünden başlayarak önümüzdeki yılın sonuna kadar her ayın üçüncü veya son cumasında düzenlenecek bir etkinlikte ilerleyecek. Çeşitli konuşmacılarımız olacak ve yıl sonunda da bunları, eğer amaçladığımız, hedeflediğimiz yere varırsak bir kitap halinde toplamayı düşünüyoruz.
Şimdi benim bu ilk konuşmada, daha doğrusu bu etkinliklerin açılış konuşmasında yapmaya çalışacağım şey, Freud’un mânâ ve ehemmiyetini vurgulamak. Yani Freud’un bir mânâsı var mıydı? Var idiyse bu mânânın bugün hâlâ bize yönelik bir ehemmiyeti var mıdır? İsterseniz neden 150. yıl diye başlayalım.
Freud, 1856 yılının 9 mayısında doğuyor; şu anda Çek Cumhuriyeti sınırları içerisinde kalıyor doğduğu yer olan Freiberg. Bir Yahudi ailesinin oğlu, gerçek adı Sigismund Freud – bu arada adını 21 yaşındayken Sigmund olarak değiştirmiş. İlginç bir ailesi var; babası Freud doğduğunda oldukça yaşlı, 41 yaşında, annesiyse çok genç ve Freud’un, kendisinden oldukça büyük iki ağabeyi var. Freud doğduğunda ağabeylerinin biri 16, biri 18 yaşında. Dolayısıyla çok odalı bir evde doğuyor gibi düşünün Freud’u. Yani iki tane yetişkin erkek var evde, doğduğu sırada. Freud Yahudiliğinin hep bilincinde. Çünkü küçük yaşta babasının işleri bozulduğu için gelip Viyana’ya yerleşmişler. Viyana bir Avusturya şehri ama bir Alman kültürü merkezi. Alman kültürünün her zaman antisemitik yanı vardır. O da boşuna değil, çünkü Almanlar Yahudilerle en fazla iç içe yaşayan uluslardan bir tanesi. Dolayısıyla Freud daha liseyi bitirmeden Alman kültüründeki bu antisemitik yanla karşılaşmış ve bu konuda oldukça radikal bir tavrı var. Yani hiçbir zaman imanlı ya da dinibütün bir Yahudi olmamış ama antisemitizme karşı her zaman sert ve radikal bir tutumu olduğunu söylemek mümkün. Tıp okuyor, nörolojiyle ilgileniyor. Fakat çok kısa bir zaman sonra bir klinisyen olmaktan vazgeçip araştırmacı olmaya karar veriyor. İngiltere’ye gitmiş, orada çalışmış. Paris’e gitmiş, Charcot ile çalışmış. Bu arada, nöroloji konusunda bir sürü ilginç buluşu var. Bunlar şimdi çok önem verilecek buluşlar değil; ne bileyim, mesela sinir dokularını mikroskop altında görünür kılmak için bir boyama tekniği geliştirmiş. Yani tıpla ya da dokubilimle uğraşan biri varsa bunun önemini bilir, ama bizim için çok vurgulanması gereken bir şey değil. Yani parlak bir öğrenciymiş ya da parlak bir genç doktormuş zamanında. Freud’un ciddi bir şekilde kafasının karışmaya başlaması sanıyorum iki şeyle oluyor; bunlardan bir tanesi, Paris’te Charcot’nun yanında staj yapması bir diğeri de, elektroşok terapisiyle uğraşmasıdır. Çünkü o zamanlarda nöroloji genellikle elektroşok yoluyla su tedavisi adı verilen, hastayı su altında tutma yöntemiyle ya da tam o sıralarda geliştirilen yepyeni bir dahice buluş olan lobotomiyle çalışıyor. Yani size psikotik bir hasta getirdikleri zaman onu ya elektriğe tabi tutuyorsunuz ya suda boğmaya çalışıyorsunuz ya da göz yuvasına şöyle bir buz çekiciyle veya buz kıracağı ile girip beyin ön loblarının bağlantısını imha ediyorsunuz. Böylece o psikotik hasta sakinleşiyor, onu tedavi etmiş oluyorsunuz. Freud lobotomiyle pek ilgilenmemiş ama elektroşok terapisiyle epey bir ilgilenmiş, uygulamış hatta. Tam o sırada Charcot’nun etkisiyle hipnoterapiyle ilgilenmeye başlamış. Çünkü o sırada hipnoz (ya da o zaman ki adıyla ‘mesmerizm’) oldukça revaçta – yani sizi hipnotize ediyorlar, siz derdinizi anlatıyorsunuz sonra iyileşmiş olarak ayılıyorsunuz gibi. Bir yanı daha var Freud’un, o da kokain üzerine yaptığı çalışma. Kokainin sedatif etkisi üzerine çalışırken kendisi de kokain kullanmaya başlamış. Hatta bir dönem bağımlılığa yakın bir noktada olduğunu biliyoruz. Daha sonra bırakmış; yani kendi kendini tedavi etmiş bağımlılıktan. Ama bir pratik faciası var; morfin bağımlısı birini kokainle tedavi etmeye çalışırken bağımlığını daha beter hale getirmiş. O yüzden tıbbi çevrelerden de ciddi bir fırça yemiş bu yanlış uygulama yüzünden.
Şimdi bunlardan neyi görebiliriz? Hipnoterapi bugün hemen hemen kimsenin uygulamadığı, ancak sigarayı bıraktırmak vs için uygulanan biraz avangard, manasız bir yöntem. Elektroşok terapisiyse bugün hâlâ uygulanıyor fakat psikanalistler psikiyatristleri bu uygulamanın problemleri, hasta üzerindeki olumsuz etkileri konusunda uyarmış, seslerini yükseltmiş durumdalar. Freud’un kokainle ilgili yaptığı işler de en hafif tabiriyle biraz fazla uçuk. Dolayısıyla Freud’un gençliğinden beri bu tür avangardizmlere, yani alışılmamış olana yönelen bir yanı olduğunu kabul etmemiz lazım. Psikanaliz dediğimiz alanı keşfetmesi kendi gayretiyle olmuyor aslında; yine beraber çalıştığı, kendisinden yaşlı başka bir psikiyatrisin, yani Breuer’in etkisiyle oluyor. Çünkü Breuer, daha sonra Histeri Üzerine Çalışmalar kitabının temel konularından biri olacak meşhur Anna O. vakasıyla uğraşmakta. Ve Breuer’in yaptığı da bu ciddi derecede, gündelik hayatını aksatacak biçimde histerik olan kadını konuşma yoluyla tedavi etmeye çalışmak. Nitekim psikanalize “konuşma terapisi” yakıştırmasını yapan da aslında Anna O. O söylemiş “Bu bir ‘talking cure’, bir konuşma terapisi bu sizin yaptığınız” diye. Şimdi, Breuer’in bu terapi girişimi başarılı olmamış aslında. Çünkü Breuer ilk aktarım travmasıyla karşılaştığında terapiden kendisi kaçmış. Hasta kaçmamış da, doktor kaçmış. Çünkü Anna –ki bu bir takma isimdir-, ona terapinin bir noktasında kendisinden çocuk yapmak istediğini söylüyor. Şimdi, günümüzde kimse buna şaşırmaz, çok standart bir aktarım cümlesi bu. Yani kadının ne öyle bir niyeti var, ne de Breuer ile flört etmeye çalışıyor. Aslında, uzun süreli bir terapi sırasında mutlaka bir noktada belli bir duygusal kilitlenmenizi aktarır, transfer edersiniz. Bu da bildiğimiz standart transferanslardan biri. Aşağı yukarı her analizan, analistine karşı bir ara böyle bir şeyler hisseder. Bunu dile getirir ya da getirmez ama bunu hisseder. Fakat tabii bu ilk denemelerden biri olduğu için ve Breuer de gayet muhafazakâr, evli barklı, üstelik yaşı da geçkin bir adam olduğu için, paniğe kapılmış ve “Aman, aman!” deyip, terapiyi bırakmış. Dolayısıyla Breuer her ne kadar psikanalizin ilk ipuçlarını keşfeden kişi olsa da, araziyi terk etmiş ama Allah’a şükür tam o sırada terk ettiği araziye sahip çıkacak bir başkası var: Freud.
Freud, psikanaliz kelimesini Histeri Üzerine Çalışmalar kitabında (Breuer ile Freud’un ortak kitabıdır) kullanmıyor. İlk kullandığı yıl, babasının öldüğü yıl olan 1896. Nitekim ‘Oidipus kompleksi’ ifadesini de tam 1897’de kullanacak. Şimdi bu ilginç bir tesadüf diye düşünülebilir. Yani Freud’un, Oidipus kompleksini keşfetmesi için babasının ölmesi gerekiyormuş. Ve çok da genç değil o sıralarda; 1856 doğumlu olduğunu bildiğimize göre 1897’de 41 yaşında. 41 yaş gene ilginç bir yaş, ben bu tür rakam tesadüflerine çok meraklıyımdır. Bize bir şey söylüyor ya da söylemiyor olabilir ama aklımızda tutmakta fayda var. Freud doğduğunda babası 41 yaşında, babası öldüğünde Freud 41 yaşında, ilginç bir rastlantı. 1896 yılında “psikanaliz” terimini ilk defa kullanıyor Freud ve bunu psikiyatrik tedavinin bir yöntemi olarak dile getiriyor. Ama bu durumun çok uzun sürmeyeceğini söylememiz mümkün. Çünkü daha 1900 yılında (aslı 1899’da ama 1900’de kitaplaşıyor) Rüyaların Yorumu kitabı ortaya çıkacak, hemen onun arkasından seri halde iki kitap daha çıkacak. Bunlar, Gündelik Hayatın Psikopatolojisi ve Şakalar ve Bilinçdışıyla İlişkileri. Aslında bu sonuncusunda Freud’un kast ettiği daha ziyade fıkralar. Şimdi 1896’da psikanaliz dediği zaman Freud’un gene belli bir tepki aldığı muhakkak ama aldığı tepki çok büyük bir tepki değil. Çünkü sonuç olarak gene hastalardan ve hastaları iyileştirmeye çalışan doktorlardan söz ediyoruz. Yani şurada bir takım patolojiler var, bunlar belli insanlarda somutlaşmış, bu insanlar işte ya histerik felç geçirmekteler ya da histeri nöbetleri o kadar artmış durumda ki, gündelik hayatlarını sürdürmekte güçlük çekiyorlar ya da en azından hayatı yakınlarına zehir etmekteler. Bu insanları alıp işte şöyle bir divana yatırıyor; bu divana yatırma da çok mistik bir şey değil, Freud ilk terapi çalışmalarını bir klinikte yaptığı için hastaları zaten yatar durumda oluyor. Yani adamcağızın aslında psikoterapi adına ilk yaptığı şey, yatak başı muhabbeti doktorluğu – hani doktor gelip hastanın başucuna oturur da onunla bir şeyler konuşur ya, onu yapıyor. Daha sonra bu bir mit halinde divana dönüştü. Şimdi Freud bunu yaptığı sürece, ortodoks olmayan bir pratik uyguladığı için çeşitli eleştiriler alacaktır, ama henüz tehlikeli bir adam değil. Dolayısıyla 1896 ile 1902 arasındaki dönemde Freud, –ortodoks değil de heterodoks diyelim ona isterseniz– heterodoks, biraz uçuk, biraz alışılmış olanın dışında şeyleri denemeye pek hevesli ama, büyüyünce adam olur inşallah, diye görülen bir doktor. Bu arada, 1900 yılında 44 yaşında.
Fakat, ne zaman ki Freud rüyalar, gündelik yaşamın psikopatolojisi (yani unutmalar ve dil sürçmeleri), hemen arkasından da fıkralar ve şakalar konularına girip, benim ilgi alanım hastalar değil, hepimiziz diyor, işte o zaman tıbbi camiadan nihai aforozu da başlıyor. Çünkü bu kolay kolay sindirilebilecek bir şey değil. Yani doktorsanız hastayla uğraşırsınız. Şimdi sağlıklı insanların orasıyla burasıyla uğraşmak da nerden çıktı? Hepimiz rüya görüyoruz, şimdi benim rüyalarımı niye karıştırıyorsun sen, hastalarının rüyalarıyla uğraş. Ama olur mu? Freud kitapta kalkıp kendi rüyalarını ya da ‘sağlıklı’rüyaları analiz ediyor. Ayrıca, sırf rüyalarla sınırlı kalmıyor, dil sürçmelerine de giriyor – örneğin, konuşma sırasında, biri Freud derken ben Preud dersem, “Yok, bir dakika o masum bir şey değil, şimdi biz bir analiz edelim bakalım, bunun arkasında ne yatıyor?” diyor. E, ben burada, yüksek bir yere oturmuş konuşma yapan aklı başında biriyim, sen niçin benim ruhumu kurcalıyorsun? Freud kurcalıyor. Hemen arkasından, şurada size bir fıkra anlatasım gelmiş benim diyelim, ona da izin vermiyor, onu da analiz edecek illa: “Sen şimdi bu fıkrayı niye anlattın bakalım, bu fıkrada şuradan şuraya bir kelime oyunu yapıyorsun, o kelime oyunu nerden geliyor bakalım?” diyor. Dolayısıyla, Freud hakikaten tahammül edilmez bir adama dönüşüyor. Şimdi burada biraz Freud’un dışına çıkıp Freud’un yetiştiği dönemi ondan muhtemelen daha iyi bilen birine, Michel Foucault’ya danışalım.
Michel Foucault bir tarihçi, bir arkeolog olarak geriye doğru baktığı için o dönemi, içinde yaşayan Freud’dan daha iyi bilebilir, diyorum – daha akıllı olduğu ya da daha iyi bir teorisi olduğu için demiyorum bunu. Freud’un yaşadığı, yani doğduğu ve yetiştiği, gençliğini yaşadığı, büyük bir ihtimalle kişiliğinin ve düşünsel yapısının oluştuğu, yani doğumundan 44 yaşına kadarki 1856–1900 yılları arasındaki dönem, İngiltere’de Victoria Dönemi diye bilinen (çünkü o 50 yıl boyunca Kraliçe Victoria başta) ama Avrupa’da da aslında ona çok paralel giden bir dönem. Biz Avrupa tarihinin 1850–1900 arası dönemine Victoria Dönemi deriz; Kraliçe Victoria Avrupa’nın başında değildi, Britanya Kraliçesiydi ama Victoria Dönemi derken kastettiğimiz şeyler aslında bütün Avrupa için geçerli ve bu dönemin en temel özelliklerinden biri, cinselliğin, yani pratik cinselliğin, yaşanan cinselliğin korkunç bir tabu haline gelmesi. Fakat Foucault’ya göre cinsellik o dönemde tabu haline geldi diye konuşulmaz olmamış, tam tersine esas o zaman konu olmuştur. Örneğin, Victoria Döneminde kadınlar 18. yüzyıl sonuna göre çok daha kapalı, vücut hatlarını hiç belli etmeyen şeyler giyiyor; erkeklerin kıyafetleri çok daha fazla zapturapt altına giriyor, süsten kaçınılıyor, sadeleşiliyor, cinsel hayat üzerine çok daha fazla yasaklar geliyor. Mesela 18. yüzyılda son derece sıradan kabul edilen eşcinsellik bu dönemde müthiş bir yasakla karşılaşıyor. Yani 18. yüzyılın ikinci yarısına bakarsak, İngiliz kültür hayatında bir sürü eşcinsel vardır. Halbuki Victoria Döneminde İngiliz hayatında bilinen eşcinsel kimdir? Oscar Wilde ve adamcağızın başına gelmeyen kalmamış. Victoria Dönemi böyle, cinsellik üzerine yasaklar çok fazla, mesela cinselliğin haz için yapılan bir şey olduğu fikrinden tamamen vazgeçilmeye başlanmış; üreme amacıyla uygulanmayan cinselliğin neredeyse yasak ve günah kabul edildiği bir noktaya gelinmiş. Fakat bütün bunlara karşın cinsellik söylemselleşmiş, yani durmadan cinsellik konuşuluyor. Metaforlar düzeyinde yani örtük olarak, göndermelerle ya da açık açık. Foucault da bizi bu konuda uyarıyor, yani siz Victoria Döneminde cinsellik üzerine baskı vardı diye cinsellik konuşulmuyordu sanmayın, tam tersine esas o zaman konuşulur oldu, diyor. Freud’u neyin hazırladığını şimdi görebiliriz, Freud’un bütün düşünsel oluşumunun zeminini oluşturuyor bu yıllar. Dolayısıyla Freud, cinsellik üzerine konuşmaya başlıyor, bu o kadar kötü değil; ama bunu bilimsel bir üslupla yapmaya başlıyor, işte bu çok kötü. Çünkü cinselliği meşrulaştırıyor, hele hele cinselliğin en nihayetinde Adem ile Havva’nın işledikleri bir günahtan türeyen ve yetişkinlere özgü bir saçmalık olduğu düşüncesinden çocuk cinselliği düşüncesine geçtiği zaman Freud’u artık hiçbir tıbbi kurumda tutmamaya başlıyorlar. Çünkü Freud, doğduğumuz andan itibaren cinsel dürtülerle şekillendirilmişizdir, diyor bize. Halbuki cinsellik ne zaman başlayacak Victoria ahlakına göre? Buluğ çağıyla başlayacak ve mümkün olduğu kadar baskı altında tutulacak, en sonunda evlenme gibi bir müessesenin yani aile kurumunun içine girildiğinde kısmen serbest bırakılacak ama o zaman da mümkün olduğu kadar gizli saklı yapılacak. Kadın, kadın olduğunu belli etmeyecek. O yüzden Victoria Dönemi giysileri, kalçayı ve göğüsleri göstermeyecek şekilde tasarlanır. Halbuki Victoria Dönemi öncesinde beli sıkan, göğsü açan giysiler giyerdi kadınlar. Şimdi göğsü kapattık, beli bollaştırdık, hantallaştırdık kadını. Yani kadına “sadece anne olabilir” görüntüsü vermeye başladık. Bu bir tesadüf değil. Ayrıca bunun tarihte bir benzeri de var; erkek bereket tanrısı imgelerinden önce kadın bereket tanrıları imgeleri vardı. Ve kadın bereket tanrıları, genellikle sarkık ve çok memeli, beli kalın, karnı şiş figürlerle tasvir edilirdi. Ancak bereket erkeğe geçtikten sonra kadın tanrılar ikiye ayrıştı, bir tanesi hala sarkık memeli ve şiş karınlı, yani “anne-kadın” ama artık bir de Afroditlerimiz var. Yani ince belli, dik göğüslü, hatta küçük göğüslü. Şimdi, Afrodit kendisinden iki bin yıl önce hiçbir yerde ciddi bir bereket tanrıçası olarak kabul edilmezdi, çünkü o memelerle bereket mereket olmaz. Yani değil mi? Bir düşünün, Milo Venüsü’nün minnacık memeleri vardır. Dolayısıyla tarihte Victoria Dönemi’nin bir geri dönüş, yani kadını anneleştiren, kadını cinselliğinden soyan bir yaklaşımı var. Ve Freud kalkıp geliyor 2 yaşındaki minnacık kız çocuğunuz için, bu kızın cinsel arzuları var, bu kızın aldığı haz cinsel hazdır diyor. Adamın gözünü oyarlar.
Dolayısıyla, Freud’un yaptığı iki kötülüğün birincisi, cinselliği sadece evlilik içine sıkıştırılmış Victoria Dönemi ahlakından kurtarmak, evlilik dışına ve çocukluğa yaymak. İkincisi, patolojiyi, yani psikopatolojiyi, sadece delidir diye akıl hastanelerine ya da nörologlara psikiyatrislere götürülen bir vaka olmaktan çıkarıp tam tersine hepimizin gündelik hayatının bir parçası haline getirmek. Zaten 1900 yılından, yani Rüyaların Yorumu’ndan hemen sonra yazdığı kitabın başlığından bunu anlayabilirsiniz: Gündelik Hayatın Psikopatolojisi. Demek ki, gündelik hayatta patolojik davranışlarımız var. Patoloji sadece delilere tahsis edilmiş bir alan değil artık, patoloji geldi hayatımızın içine girdi. Ama bunu söylemek kolay, uygulamak zor. Mesela Freud’a göre herkes analizden geçmeli. Herkesi bırakalım, gene Freud’a göre, ki bu hâlâ Freud’un fi tarihinde kurmuş olduğu Uluslararası Psikanaliz Cemiyeti’nin ilkelerinden biridir, kendisi analizden geçmemiş hiç kimse analiz yapamaz, yapmamalıdır. Gerçi Türkiye’de tıbbi etik bunu hâlâ işletebiliyor değil. Ama kendisi psikanalizden geçmemiş birisi psikanaliz yapmamalıdır. Freud’un koyduğu bir ilke bu ve Freud sonrasında da hâlâ sürdürülüyor. Peki, Freud analizden geçmiş mi? Hayır. Tam analize başlıyor üstat, kiminle olduğunu biliyor musunuz? Jung’la. Yani öğrencisi olan Jung’la analize başlıyor, üç ya da dört seans kadar konuşuyorlar ondan sonra tak diye kesiyor orada ve Jung biraz da kırılmış ve alınmış bir şekilde ‘Ama hocam niye bırakıyorsunuz?’ deyince, ‘Bu’ diyor ‘benim psikanaliz camiası içindeki otoritemi tehlikeye atar.’Dolayısıyla, biz imamın yaptığını değil dediğini yapalım.
Gene Freud’un kendi koyduğu ve daha sonra Uluslararası Psikanaliz Cemiyeti’nin şiddetle uyguladığı başka bir ilkeye göre, tanıdıklar, birinci derece hatta ikinci derece akrabalar arasında analiz ilişkisi kurulmamalıdır; çok da anlaşılabilir bir şeydir bu. Analistiniz mümkün olduğu kadar yabancı biri olmalıdır. Analistiniz ile analiz dışında başka bir ilişkiniz varsa o ilişki analiz ilişkisindeki aktarım ve karşıaktarım süreçlerini bozacaktır. Yani dolayısıyla psikanalizin temeline aykırı bir şey. Freud’un kızı Anna Freud’un psikanalizini kim yaptı? Freud. Yani bu kadar olmayacak bir şey olabilir. Hani insan, ne bileyim kuzenini ya da uzaktan bir tanışını, bir arkadaşını filan analiz edebilir de kendi kızını analiz etmek, yani kız Oidipus kompleksini sana mı anlatacak? Değil mi yani, kız ne desin, Oidipus kompleksiyle ilgili ne söylesin babasına? Olabilecek bir şey değil. Yani, o gerçek bir analiz olmamış demek ki. Dolayısıyla, Freud’un çeşitli uçuklukları burada da devam ediyor. Bunları şundan dolayı söylüyorum: kişiyi azizleştirmeyelim. Marx üzerinde konuşuyor olsaydım, size Marx’ın kırdığı çeşitli cevizleri anlatıyor olurdum şu anda. Yani bu insanları her ne kadar çok sayıyorsam ve teorik çerçevede çok saygı duyuyor ve önem veriyorsam da, sakın bu insanların hayatlarının bir aziz hayatı olduğunu ya da bu adamların kendi teorilerine uygun yaşayan insanlar olduklarını kesinlikle zannetmeyelim. Kendi teorilerine uygun yaşamıyorlar. Freud da öyle kendi teorisine uygun yaşayan birisi değil.
Dolayısıyla, ‘gündelik hayatın psikopatolojisi’ kavramından, –kitaptan değil de bu kavramdan– hareket ederek düşündüğümüzde, hepimizin gündelik hayatında patolojik davranışlarımız var. Ama analistin kendisi bunu nedense kabul etmek istemiyor. Örneğin, Jung. 1908’de Freud, Jung’u Uluslararası Psikanaliz Cemiyeti’nin başına getirir. Şimdi bunun çeşitli nedenleri var; Jung çok parlak bir adam, daha sonra 1912’de kavga edecekler ve ayrılacaklar, Jung psikanalizden de uzaklaşacak hatta yaptığı işin adını bile değiştirip analitik psikoloji demeye başlayacak. Daha sonra zaten psikotik davranışları ortaya çıkacak, tamamen kendini mistisizme verecek filan falan. Ama o dönemlerde psikanaliz camiasına yaklaşan en parlak zihinlerden biri Jung. Uluslararası Psikanaliz Cemiyeti’nin başına getirilmesinin, yani Freud’un özellikle bunu istemesinin nedeni çok net, çünkü o çevredeki Yahudi olmayan tek kişi. Ve 1908’e gelindiğinde, psikanalize bir Yahudi komplosu demeye başlamış antisemitistler. Dolayısıyla Freud özellikle Yahudi olmayan biri bu işin içinde olsun, hatta başında olsun istiyor ki, psikanalizin bir Yahudi komplosu filan değil, bilimsel bir şey olduğu görülsün. Jung’un, Freud’la kavga ederken (mektuplar üzerinden kavga ediyorlar, nadiren yüz yüze görüşmüşler) bir noktada, mektubun üslubuna bakarak, bar bar bağırdığını söyleyebiliriz. “Ben asla nevrotik değilim,” diye yazıyor. Şimdi sizin öğretiniz, ben asla nevrotik değilim diyebilecek hiç kimsenin olmadığı anlamına geliyor. Yani herhangi bir insanın nevrozdan arınmış olması mümkün değil psikanalize göre. Ama üstat sıra kendisine geldiği anda bunu söyleyebiliyor – ki, kendisine nasıl sıra geldiğini kısaca anlatayım: Freud ile Jung tartışmaya başlamışlar, Freud mektubunda Jung’a “sen ana doktrinden saptın,” diyor. Jung da “Asla sapmadım, ne demek, ben sadece ana doktrini zenginleştiriyorum,” diyor. Hangisi haklıdır, ona sonra geliriz. O sırada Alfred Adler psikanaliz grubundan ayrılmış durumda. Freud da Jung’a ‘Sen de Adler’in yolundan gidiyorsun’ vs diyor. Jung da Freud’a ‘En bağnaz Adlerciler bile beni kendilerinin bir izleyicisi olarak görmüyorlar’ diye bir cümle yazıyor. Şimdi burada bir talihsizlik var. Çünkü kendilerinin kelimesini Almanca yazarsanız, “ihrige” yazıyorsunuz, bunu kazayla büyük “I” ile yazarsanız (yani “Ihrige”), o “kendilerinin” olmaktan çıkıyor, “sizin” oluyor. Yani bir ‘i’kaydığı zaman, ‘En bağnaz Adlerciler bile beni kendilerinin bir izleyicisi olarak görmüyorlar’ cümlesi ‘En bağnaz Adlerciler bile beni sizin bir izleyiciniz olarak görmüyorlar’ haline geliyor. Ve adamın kalemi sürçmüş, yani ‘i’ harfini büyük yazmış. Şimdi Freud’a da bu yapılır mı? Adam mektubu almış, suratını hayal edebiliyorum, herhalde gülmeye başlamış olmalı. Sonra, son derece saygılı bir cevap yazıyor; “Doktor Jung, hani şöyle de bir kalem sürçmesi var sizin mektupta, acaba bunun bir anlamı yok mu? Hani, biz demez miyiz, hiçbir sürçme masum değildir, diye. Yani burada da herhalde bir şey var, değil mi?” gibi bir laf ediyor ve Jung resmen ciyak ciyak bağırarak, ‘Ben asla nevrotik değilim’ diyor. ‘Tahtaya vuralım’ diye de ekliyor. Yani batıl itikatları daha o zaman baş göstermiş durumda Jung’un. Dolayısıyla analistlere bakarsanız, kendileri hariç herkesin bir patolojisi, bir bilinçdışı vardır. Yani bana sorarsanız da, hepinizin bir patolojisi vardır, şu salondaki herkesin bir patolojisi var, derim, “Ben hariç,” diye de şuraya küçük sesle eklerim. Her biriniz de eminim öyle yapıyorsunuzdur. Bu şuraya kadar abartılabilir, herkesin bir bilinçdışı vardır, ben hariç. Yani varsa bile ben bilmiyorumdur onu. Bilseydim, bilinçdışı olmazdı.
Şimdi Freud’un bilim ve düşünce dünyasına belki de en önemli hediyesine, ‘bilinçdışı’ kavramına gelelim. Farkındaysanız, Freud’un orijinallik diye getirdiği şeylerin çoğunun aslında kendine ait olmadığını söyledim. Yani bazı şeyleri Charcot’dan almış, Breuer’den almış, ama bunlar Freud’un birebir katkısı gibi görünür; şimdi diyeceğim ki, bilinçdışı kavramını da çalmış. “Çalmak” derken, kötü bir şeyden bahsettiğimi sakın sanmayın. En iyi teoriler, en özgün teoriler çalarak kurulur. Yeter ki çaldığınızı iyi yerde kullanmayı becerin. Becerebiliyorsanız çok iyi. Yani intihalden bahsetmiyorum tabii, farklı yerlerden farklı kavramları, farklı düşünce dizgilerini ödünç alıp bunları bir araya getiren kişidir orijinal bir şey çıkarabilen. Yoksa öyle yepyeni fikirler insanların kafasından, Athena’nın Zeus’un kafasından fırladığı gibi fırlamıyor. Alacaksınız, tabii alacaksınız, bir araya getireceksiniz, kaynaştıracaksınız, ancak öyle çıkıyor. Dolayısıyla Freud da hiçbir şeyi kendi beyninden türetmiş filan değil. Bilinçdışı kavramını da Hegel’den almış. Hegel 19. yüzyıl başı Alman idealist filozofu; kısmen romantik ve bilinç, özbilinç, bilinçdışı kavramlarını ilk geliştiren düşünür.
İzleyici: Bilinçdışı mı, bilinçaltı mı?
Bülent Somay: Bu yanlış kullanımlarımızdan bir tanesi Türkçede. Freud’da “Unbewußt”tur kavram. Şimdi onun zaten biraz etimolojisine gireceğim. “Unbewußt”ta, alt diye bir şey yok. Freud İngilizceye çevrilirken, bazı çevirmenler “subconscious” (alt bilinç) demiş. Ama şu anda esas kabul edilen çeviri “unconscious”. Freud bize İngilizceden geçtiği için birkaç yanlış çeviriyle başlayıp ondan sonra yaygınlaştı ‘bilinçaltı’. Freud’da bilinçaltı diye bir şey var ama ayrı bir şey o. Bilinçaltı henüz bilince çıkmamış, bilincin hemen altında duran, bilinç olmak üzere olan şey; “preconscious”, önbilinç gibi bir kavram. Bilinçdışı bambaşka bir kavram. Şimdi bilinçdışı da aslında yetersiz bir çeviri. Çünkü Freud’un kullandığı kavram dediğim gibi “Unbewußt”. Almancayı parçalarsak hemen işte ‘un’ negatif ön takı, ‘bewußt’ kalıyor geriye, ‘wissen’dan türüyor. “Wissen” bilmek, ‘bewußt’ bilinen demek. ‘Unbewußtes’ bilinmeyen demek. Aslında Freud’un temel kavramı bu. Yani İngilizceye çok sadık bir çeviri “unknown” olabilirdi: Bilinmeyen. Ama İngilizce çevirisi olan “unconscious” ne demek? Şuursuz. Mesela baygın bir adama “unconscious” denir. Biz iyice karıştırmışız işi, bilinçdışı ya da altı yapmışız. Halbuki adamın demek istediği bilinçsiz, bilinçsiz olan. O yüzden de mesela ben bilinçaltımı bilirim deyince bir insan yeterince komik tınlamıyor. Halbuki bunu Almanca söyleseydiniz, size gülerlerdi. Yani ‘Ich wisse mein Unbewußtes’, ‘Hı?’ Yani biliyorsan nasıl bilinmez? Tam bir çelişki olurdu, oksimoron denilen şey olurdu. Halbuki biz böyle bilinçaltı, bilinçdışı gibi biraz daha muallak kavramlar kullandığımız için yeterince sert olmuyor. Oysa gerçek kelime, “bilinmeyen”. Bu ne demek? Freud’un bize söylediği aslında şundan ibaret: Hepimizin zihninde yani o ruh/zihnin içinde bizim bilmediğimiz bir alan var. Yani, bunu bilmek mümkün değil, analizle de bilemeyiz. Kimse bilemez, ben bilmezsem başkası nasıl bilebilir? O yüzden analize gidenler ya da gitmek niyetinde olanlar sakın şu hataya düşmeyin: Ben gideceğim, konuşacağım, konuşacağım, terapistim benim bilinçdışımı bilecek. Yok böyle bir ihtimal.