Dilin Öte Yakası
Yazar: Emin Özdemir
ISBN: 975-08-0288-8
YKY'de İlk Baskı Tarihi:
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Sayfa Sayısı | : 300 |
Boyut | : 13.5 x 21 cm |
Kitabın yazarı Emin Özdemir, Türkçe’nin geliştirilmesi, zenginleştirilmesi ve özleştirilmesi yönünde yaptığı çalışmalarla tanınan bir dilbilimci. Özdemir’in bu son kitabı ise, yazarın 1970’li yıllardan bugüne kadar, çeşitli dil ve yazın dergilerinde yayımlanmış yazılarından oluşan bir seçki niteliğinde. Dilin Öte Yakası, aralarındaki konusal ve sorunsal yakınlıklarına göre “Yazıyı Sorgulamak”, “Değiniler”, “Sözcüklerle Yaşamak” ve “Dört Ölüm Yazısı” başlıklı dört ayrı bölümden oluşuyor.Edebiyat yapıtının dille olan ilişkisi, dilin işlevi ve toplumsal yapıyla bağları gibi hep gündemde olan temel sorunları ele alış biçimiyle, usta bir dilciden dilin öte yakasına uzanan bir başucu kitabı…
Zor olanı bulgulama noktasında okurluk donanımını oluşturan bilgi ve becerilerden bir başkası, eleştirel düşünme alışkanlığı çıkıyor ortaya. Basılı sözcüklerle didişmekten, bunların anlam ağını kendince kurmaktan tat alan okur, yansıtılan her şeyi olduğu gibi benimsemez. Kendi us süzgecinden geçirir bunları. Kimine katılır, kimine katılmaz. Kısacası iki kapaklı yer altı kovuğunun tutsağı olmaz. Okuduğunu kendi gözlem, yaşantı ve deneyimleriyle değerlendirir. Bu yolla iç dünyasının, düşünme ve düş evreninin sınırlarını genişletir. İyi bir okur neyi, niçin okuduğunu da bilir. Kuşkusuz okurların ilgi alanı değişiktir. Bu alanın sınırlarını çizmeye çalışan bir yazar, Walter Berkmann, şöyle bir ayrımlamaya gidiyor bir yazısında: "Kimileri okudukları kitaplarda duru ve yalın düşünceleri, diğerleri de ayrıntılı bir biçimde anlatılan duygu ve düşleri arar; görüşleri açıklayan yapıtları olduğu kadar, gerçeklere dayananları; duygulara seslenenleri, serüven, gezi ve buluşları anlatan kitapları sevenler vardır. Kimisi ozanların ya da bilginlerin yapıtlarında kendi ruhunun yankılarını arar; kimi okuyucu insanların alınyazısını öğrenmek ister. Biri için kitap kendi içine dönmek, öteki için ondan uzaklaşmaktır. Yaşanmış bir hayatı canlandıran biyografilerden tat ve şevk almak isteyenlerin yanında şairce bir hayatı, derin düşleri tanımak isteyenler de yer alır..." Burada yazınsal ya da düşünsel yaratıyı okura iletecek yayıncının da sorumluluğuyla karşılaşırız. Basıp yayımlamaya çalıştığı yapıtın okur diliminde kimlerin yer alacağını önceden görebilmelidir yayıncı. Göremiyorsa okuru olmayan kitaplar basıp yayımlayacaktır. Kitapçı vitrinlerinde, sergilerinde yüzlerce, binlerce kitabın okur bekleyerek yaşlanışını biraz da buna bağlayabiliriz. Sonra okuru, kitapların kapaklarını aralamaya, bu iki kapak arasında sunulan dünyayı tanımaya çağıracak yolları da aramalıdır yayıncı. Okuru kitapla tanıştırma sorunu, kitapla yaşıttır nerdeyse. Salt yayıncıların değil, okuduğunu başkalarıyla paylaşmak isteyenlerin, kitapseverlerin, eleştirmenlerin de üstlendikleri bir iş olmuştur bu. Amacına hangi ölçüde ulaştığı belirsizdir; ama okurla kitabı tanıştırma çalışmaları çağlar boyunca süregelmiştir. Örneğin yeryüzünün en eski kitaplıklarından biri olan İskenderiye Kitaplığı'nda kitapların belirleyici özelliklerine, yazılış amaçlarına göre dizelgelenip okurlara sunulduğunu biliyoruz. Aynı işi Quştilian'ın Roma'da yaptığını, özellikle de eğitimde kullanılacak, insanın kişiliğini, düşünce ve düş evrenini biçimlendirecek kitaplar için özel dizelgeler hazırlattığını kitaplık bilimciler söylüyor. Tüm ortaçağ boyunca değişik dinlerin yönlendiricileri amaçları doğrultusunda böyle kitap dizelgeleri hazırlamışlardır. Rönesans döneminde de bir yandan Montaigne, bir yandan Erasmus kendi okudukları, tat alıp beğendikleri kitapları sıralayıp başkalarının da okumaları için çağrıda bulunmuşlar. Bunun gibi hümanizma düşüncesini besleyip büyüten kitapların büyük bir bölümünün Roma yazını içinde yer alan şiirler, tarihler, yaşamöyküleri, ahlakı kurmaya, yaymaya yönelik denemeler olduğunu yazın ve düşün tarihinden öğrenmiyor muyuz? Diyeceğim o ki seçme, ayırma, bunları belirli dizelgelerde toplayıp okura sunma çalışmaları hemen her dönemde yapılagelmiştir. Niyesi açıktır bunun. İnsan yaşamı sınırlıdır, kitapların sayısına, yansıttıkları dünyaların genişliğine ise sınır çizilemez. Sorunun özünde de bu gerçek yatar: İnsanoğlunun sınırlı yaşamına, yazınsal ve düşünsel ürünlerin en iyilerini sığdırabilmek... Sorun da bir bakıma burada çatallaşıp düğümleniyor işte. İyi bir kitabın, düşünsel ya da yazınsal yaratının değerini belirleyen, her okur için geçerliliğini koruyan somut ölçütler var mıdır? M.J. Adler, Bir Kitap Nasıl Okunur adlı yapıtında bu soru üzerinde düşünürken iyi bir kitabı belirleyen ölçütleri birkaç noktada topluyor. Sözgelimi, iyi bir kitap herkesin birbirine okuması amacıyla önerdiği çok okunan kitaptır. Bu ölçüt, ister istemez Mark Twain'in başyapıtlarla (klasikler) ilgili o ünlü sözünü anımsatıyor: Adını hemen herkesin bildiği, ama pek az kimsenin okuduğu kitaplardır başyapıtlar... Bir iğneleme, belirli yapıtların dışına çıkmayan ya da çıkamayanlar için bir dokundurmadır Mark Twain'in sözü. M.J. Adler de böyle anlıyor bunu. Çok satmanın, çok okunmayla aynı anlama gelmeyeceğini vurguluyor, bunun iyi bir kitabı belirlemede ölçüt olamayacağını söylüyor. Çok satma geçici bir olgudur çünkü; yapıtın yayımlandığı yılı ya da ertesi yılı içerir. Oysa çok okunurluk belirli bir zaman dilimine özgü değildir. Örneğin şu son iki, üç yüz yıl içinde Homeros'un İlyada'sını 25 bin kişi okumuştur. Bu örnek başta Don Quijote olmak üzere öteki başyapıtlara da aktarılabilir.