YKY - Yapı Kredi Yayınları
Sepet Ürün bulunmaktadır.
Yurttaşlık Ne Âlemde?

Yurttaşlık Ne Âlemde?

ISSN: 977-1300-2880-102

Sayı : 102 Dönem : Yaz 2021

400.00 TL ve üzeri alışverişlerinizde kargo ücretsiz.

YKY İnternet Satış Fiyatı
187.50 TL    Etiket Fiyatı : 250.00 TL
-+

Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.

HakkındaİçindekilerAbonelik

3 aylık düşünce dergisi “cogito” Yaz 2021 sayısını yurttaşlık kavramına ve Evrensel Temel Gelir uygulamasına ayırdı. “Yurttaşlık Ne Âlemde?” başlıklı dosya, toplumun ve toplumsal ilişkilerin kritik bir dönüşümden geçtiği, devletlerin kâr odaklı işletmelere, yurttaşların toplumsallıktan ve siyasal angajmandan koparılmış müşteri ve tüketicilere dönüştüğü neoliberal kriz aşamasında yurttaşlık kavramına ve onun nasıl dönüştürülebileceğine odaklanan yazılardan oluşuyor. Felaketlerin birbirini izlediği günümüzde dayanışma zemininde bir dünya yurttaşlığının nasıl hayata geçirilebileceğini, Batılı yurttaşlık anlayışının açmazlarını, cinsiyetçi ve ırkçı toplumsal sözleşmenin sol alternatiflerini, gelmekte-olan-yurttaşlığın potansiyellerini ve yurttaşlık haklarını ele alan yazılarla yurttaşlığın ne âlemde olduğu sorusuna yanıt arayan bu dosyanın Odak bölümünde Evrensel Temel Gelir uygulaması var.

cogito’ya buradan abone olabilirsiniz.

Cogito’dan

Yurttaşlık Halleri

Wendy Brown’ın, yaşamın her alanını olduğu gibi siyasalı da ekonomikleştiren, siyasetin yerine yönetişimi getiren, toplumsallığı ve onunla birlikte yurttaşlığın bütün önemli mahallerini zayıflatan neoliberal kapitalizmden ve onun dayattığı yurttaşlık rejiminden çıkışın olanaklarını sorguladığı “Fedakâr/Kurban Yurttaşlık” yazısıyla açıyoruz dosyayı. Özgürleşme vaat eden neoliberalizmin borçlandırdığı, güvencesizleştirdiği, yalnızlaştırdığı ve nihayetinde kendini bütüne feda etmesini talep ettiği bireyin içine sıkıştırıldığı bu durumun olası sol alternatiflerine yönelttiği can alıcı soru şu Brown’ın: “Bir demosun protesto ve retten daha fazlasını yapabileceğine, daha iyi bir geleceği kurmak bir yana, böyle bir geleceği bizzat cisimleştirebileceğine hâlâ inancımız var mı?”
Ekonomikleştirilmiş yaşamın güvencesiz yurttaşı, içine sıkıştırıldığı siyasal edilgenliğiyle bir “izleyici yurttaş” aynı zamanda. Gülben Salman’ın “Eşit Şahitlik / Özgür Tanıklık: Gelmekte-Olan Yurttaşlık” yazısı bu “izleyici yurttaşlık” halini “şahitlik” ve “tanıklık” kavram çifti üzerinden okuyarak, bu krizden bir çıkış olanağı olarak “gelmekte-olan-halk/yurttaşlık” kavramına işaret ediyor. Tam bir çıkışsızlık olarak deneyimlenen mevcut durumun ufkunu tarihsel bir gelecek, bir ütopya yerine, sonsuz bir şimdi, sonsuz bir oluş olarak kavranan bir geleceğin barındırdığı olanaklara genişletmek mümkün mü?
Zeynep Savaşçın’ın “Kant ve Benhabib’de Kozmopolit Hak: Bir Yurttaşlık Zemini Olarak İnsan Hakları” başlıklı yazısında, hukuken güvence altına alınmış evrensel ilkelerin kılavuzluğunda yeryüzünün yurttaş-bireylerini birbirine bağlayan bir küresel sivil toplumun oluşumu böyle bir imkânın zemini olarak beliriyor. Kant’ın kozmopolit hak fikrine dönen ve onu, yeni yurttaşlık ve üyelik biçimlerinin öne çıktığı günümüzde kılavuz almak amacıyla ahlak yasası ve özgürlük temeli üzerinden yorumlayan Şeyla Benhabib’in yanılsamasız, pozitif bir ideale, sabit bir ütopyaya kıstırılmamış kozmopolitizminde, özgürleşme deneyimi küresel bir kamusal alanın yaratılması etkinliğine dayanıyor.
1945’te yayımlanan “Örgütlü Suç ve Evrensel Sorumluluk” başlıklı yazı, Hannah Arendt’in Nazi Almanya’sının totaliter ve faşist yönetiminin cürümlerine ortak ettiği yurttaşların suç ortaklığı ve bu suç ortaklığının getirdiği sorumluluk üzerinden, siyasal sorumluluk kavrayışını tartıştığı esas metinlerden biri. Bu devasa suç ve katliam makinesinin işlemesine şöyle ya da böyle katkıda bulunan yurttaşların yüzyılın yeni memur tipini temsil eden, ailesine düzgün bir gelecek sağlamak için çırpınan burjuva aile reisi olması, “işi bu olduğu” için hiç sorgulamadan suç işlemesi uluslararası bir modern fenomen Arendt’e göre. “Hiçbir yurttaşlık erdemini tanımayan”, “sadece kendi özel varoluşuyla ilgilenen” bu modern fenomen karşısında, insanlık idealinden uzaklaşmamak için, insanlar ve uluslar tarafından işlenen bütün suçların sorumluluğunu üstlenmenin ve insanın nelere muktedir olduğunu idrak etmenin modern siyaset düşüncesinin önkoşulu olduğunu savunuyor düşünür.
Engin F. Işın yurttaşlık kavrayışının Batılı kökenlerini Şarkiyatçılık ve Sinokizm’in sorunları üzerinden ele aldığı “Şarkiyatçılık Sonrası Yurttaşlık” yazısına, Max Weber’in bir yurttaşlık mahalli olarak kent üzerine argümanlarının etraflı bir eleştirel okumasını sunarak başlıyor. Günümüzden radikal biçimde farklı bir ortamda üretilmiş bu kavrayışın, Batı’nın Doğu’ya ve özellikle İslam devletlerine demokratik yetersizlik ve kifayetsizlik atfettiği ve bu yetersizliği bir ontolojik fark olarak öne sürdüğü yurttaşlık tasavvurlarını beslemeye devam ettiğini gösteriyor Işın.
Haldun Gülalp “Eşit ve Özgür Vatandaşlık Projesi Olarak Laiklik” başlıklı yazısında, bir yurttaşlık hakkı olarak laikliği, laiklik ilkesinin modern ve postmodern yorumlanışı, laiklik ve sekülarizm ayrımının sorunları üzerinden tartışıyor. Yazı, yurttaşların fikir ve vicdan özgürlüğünü güvence altına alma ilkesinin siyasette dinlere alan açacak şekilde yorumlanmasının, iktidar mücadelesinde dışlayıcı, bireysel özgürlüğe ve çoğulculuğa tahammülsüz bir yaklaşımı da beraberinde getirdiği Türkiye’nin tarihinde laiklik ilkesinin siyasal işlevselliği ve belirleyici rolünün ayrıntılı bir okumasını sunuyor
Banu Yobaş’ın “Dijital Yurttaşlık, Sınırlar, Algoritmalar” başlıklı yazısı, dijital ortamda yurttaş olma halini, görünürde bütün sınırları ortadan kaldırarak dünya yurttaşlığını mümkün kılan teknolojik gelişmelerin sunduğu imkânlar kadar getirdiği kısıtlamaları ve yurttaş denetimini nasıl kolaylaştırdığını ele alıyor. Yobaş’ın da vurguladığı gibi, teknolojinin iktidarın elinde bir denetim ve gözetim aygıtına dönüşmesi karşısında yurttaşlara düşen görev, teknolojinin hak ve özgürlük ihlaline yol açmasına geçit vermeyecek düzenleme ve denetlemeleri ısrarla talep etmesi.
Cinsel Sözleşme kitabında, ilk toplumsal sözleşmede kadınların evlilik, emek, istihdam gibi çeşitli alanlarda nasıl tabi kılındığını ortaya koyan Carol Pateman’ın “Kadınların Yurttaşlığını Güvenceye Almak” başlıklı yazısı, küresel eşitsizliklerin klasik cinsel sözleşmeye eklediği ırksal boyutu Norman Geras’ın “karşılıklı kayıtsızlık sözleşmesi” mefhumu üzerinden ele alıyor. Pateman’ın kadınların yurttaşlığında gerçek bir değişikliğe yol açacak bir çözüm olarak işaret ettiği, bütün yurttaşlara temel gelir uygulaması ise, bu sayının Odak bölümünde. Ian Gough’nın “Evrensel Temel Hizmetler” başlıklı yazısı, Tuğba Zeynep Şen’in “Temel Gelirin Kayıp Temelleri: Covid-19 Zamanında Temel Gelir Konuşmak” başlıklı yazısı ve Fikret Adaman, Ahmet İnsel ve Haluk Levent’le gerçekleştirdiğimiz söyleşiden oluşan Odak bölümünde, evrensel temel gelir uygulamasının tarihçesi, ona bir alternatif olarak sunulan evrensel temel hizmetler önerisi, uygulamaya sağ ve sol cenahtan getirilen eleştiriler ve finansman önerileri etraflı bir biçimde ele alınıyor. Evrensel Temel Gelir uygulaması, Wendy Brown’ın deyişiyle “refah devleti mantığının da, liberal toplum sözleşmesinin de tam tersine çevrildiği” 21. yüzyılda yurttaşı güvenceye almanın ve kendini bütüne feda etmeye mecbur bırakılmadan, özgür bir birey olarak insanlık onuruna yaraşır bir yaşam sürmesinin makul ve uygulanabilir yollarından biri olarak öne çıkıyor.

Şeyda Öztürk

Yeni Perspektifler
Emre Şan: Dayanışma ve Topluluk Sorusu
Akın Karaca: Yeni Bir Tanınma Biçimi Uğruna: Uyuşmazlık

Dosya: Yurttaşlık Ne Âlemde?

Fedakâr/Kurban Yurttaşlık: Neoliberalizm, İnsan Sermayesi ve Kemer Sıkma Politikası - Wendy Brown

Giriş
Neoliberalizmin canalıcı alametifarikalarından biri, Çalışkan ile Callon’ın –ekonomik olmayan alan, faaliyet ve öznelerin ekonomik birer alan, faaliyet ve özneye dönüşmesi anlamında– “ekonomikleş(tir)me” tabir ettiği şeyi hayatın tüm katmanlarına yaymasıdır. Fakat şu var ki, ekonomikleş(tir)me geniş kapsamlı bir terim olduğundan, bu yayılma ve dönüşümün bizzat dönüşüme uğrattığı öznelerin nasıl bir şekil aldığını belirtmez. Neoliberalizm özneleri hayatın her alanında birer piyasa aktörü olarak tasavvur etmektedir, tamam, ama bu özneler hangi rollerde tasavvur edilmektedir? Girişimci mi? Yatırımcı mı? İşçi mi? Toplumun ve siyasetin ekonomikleştirilmesi de benzer şekilde hane, bir işçiler milleti yahut bir müşteriler veya tüketiciler milleti modeli uyarınca gerçekleşebilmiştir. Bunlar devlet sosyalizmi, refah devletçiliği, sosyal demokrasi, hatta nasyonal sosyalizmin tarihinde ekonomikleştirmenin beraberinde getirdiği ihtimaller arasındadır.
Siyasal ve toplumsal hayatın çağdaş neoliberal ekonomikleştirilmesi ise, herkesi söylemsel düzeyde –kendileri için, bir işletme için, ulusal veya Avrupa Birliği gibi ulus-sonrası bir ekonomi topluluğu için– insan sermayesi şeklinde üretmesi bakımından öncellerinden ayrılır. Tüketim, eğitim, öğretim, eş seçimi ve daha fazlası, benliğin bizzat bireysel bir firma olduğu kendi kendine yatırım pratikleri şeklinde yapılandırılırken, yurttaşlık gibi çalışma da kişinin çalıştığı işletmeye (“ekip”) veya üyesi olduğu ulusa aidiyet tarzları şeklinde düzenlenir. Günümüz firmaları da kendi çıkarlarının peşinde koşar haliyle ama farklı bir şekilde yaparlar bunu. Kontrolsüzce iştahlı veya rahatına düşkün olmak şöyle dursun, ayakta kalmak ve büyümek için yatırım, sermaye artırımı, borç sermayesi kullanımı, maliyet düşürme, değişen çevreler ile yeni zorluklara adaptasyon ve sürekli yüksek kredi notları konusunda itinayla belirlenmiş stratejiler izlemek zorundadırlar. Bir başka deyişle, günümüzün firmaları salt “alışveriş ve takas”la iştigal eden Smithçi oluşumlar olmadıkları gibi, sırf haz peşinden koşup acıdan kaçınan Benthamcı varlıklar da değildir. Bilakis, neoliberal rasyonalite insan öznesini sermayenin bir taneciği olarak yeniden imal ederken, insanı çıkar maksimizasyonu peşinde koşan bir varlık şeklinde sunan daha evvelki kaba saba insan yorumundan, hem bir firma üyesi hem de bizzat bir firma olarak ama her iki durumda da firmalara özgü “yönetişim” stratejilerine uygun şekilde idare edilen bir özne formülasyonuna doğru bir kayma gerçekleşmiştir.
Toplumun her unsurunun köşe başındaki bakkaldan çok, bir yatırım bankası profiline yakın duran çağdaş bir işletme modelince yorumlanmasının sayısız içerimi vardır. Bu makalede de birer firma veya firma üyesi şeklinde tasavvur edilen yurttaşların davranış, amaç ve değerlendirilmesinin neoliberalizmin başlangıçta vaat ettiği özgürlüğü ne şekillerde tersine çevirdiği konu alınıyor. Bu vaadin nasıl olup da tam zıddına dönüşerek, kapsamlı bir normatif diktayla yönetilen, hayati tehlikeye açık ve meşru bir şekilde kurban/feda edilmeye elverişli bir özneyi ortaya çıkardığı değerlendiriliyor. Bu nasıl oldu?
Neoliberalizm bireyi devlet düzenlemesi ve müdahalesinin ağlarından açıkça özgürleştirmeyi amaçladığı halde, onu irtibatlandığı her tür neoliberalleşmiş alan ve kurumla dört yandan kuşatıp bağlamaktadır. Neoliberalizm tam da her yerde girişimci davranışı beraberinde getirdiğinden, özneyi her yerde sermaye artırır bir tarzda hareket etmeye mecbur kılar. Bununla birlikte, firmalar ve makro-ekonomiler için insan sermayesi olarak sunulan özne de bütünüyle bu oluşum ve düzenlerin ihtiyaç, gidişat ve olumsallıklarına tabi hale gelir. Klasik liberal bireysel özerklik ve özgürlük ideali, karar alma, faillik ve sorumluluğun bireye neoliberal devri yoluyla istismar edilirken, deregülasyonun bir dizi kamu malı ve sosyal güvenlik önlemini tasfiye etmesi, şirket ve finans sermayesi güçlerini serbest bırakması ve işçiler, tüketiciler ve seçmenler arasındaki klasik yirminci yüzyıl dayanışmalarını parçalamasıyla birlikte, bu idealin de içi boşaltılmıştır. Bu karma etki ise, sürekli zorunlu göç ve temel yaşam desteğinden mahrumiyet tehdidi altında ve sermayenin iniş çıkışları karşısında tamamen savunmasız olan son derece yalıtık ve korunmasız bireyler ortaya çıkarmıştır.
Ama dahası var. En iptidai biçimiyle modern demokrasi evrensel eşitlik ve özgürlükle öne çıkar. Fakat demokrasi devletin, toplumun ve öznenin çağdaş neoliberal rasyonaliteye özgü biçimde ekonomikleştirilmesine maruz kaldığında, bu terim ve pratikler de tanınmaz hale gelir ve siyasi değerlerini yitirerek ekonomik birer değer edinir: Özgürlük girişimci insafsızlık hakkına indirgenirken, eşitlik kazanan ve kaybedenlerden mürekkep olan her yerde hazır ve nazır rekabetçi dünyalara yerini bırakır. Buraya kadarı herkesin malumu. Gelgelelim, kendi için insan sermayesi ile bir işletme, ulus veya ulus-sonrası bir topluluk için insan sermayesi arasında bir gedik açılmaktadır, ki bunlardan ilki her bakımdan sorumlu bir kendi kendine yatırımcı olsa dahi ikincisinde gerçekleşen istikrarsız ve önceden kestirilemez sapmalar sonucunda kendini safra gibi atılmış bulabilir. Peki gayretli ve sorumlu ama mükâfatlandırılmayan girişimci davranış nasıl rasyonelleştirilir? İşte tam bu noktada, her tür başarılı firmanın inatçı insan sermayesi yaklaşımı ile ahlakileştirilmiş bir ulusal-teolojik kurban/feda söylemini harmanlayan bir mantık kendini gösterir, ki bütünün esenliği ve hayatta kalması için gerekli bir kurban/feda söz konusudur burada. Neoliberalizmin normatif düzeyde buyurduğu mükâfatlandırılmamış davranış paradoksunu kurnazca manevralayan da, bu ahlakileştirilmiş kurban/feda edimidir. Meslek ve sanayilerde ağır işlerin aniden taşeronlaşmasındaki veya tasfiyesindeki yaygınlaşma; sualtı ipoteklerine veya ipotekli hacze yüzlerce milyon döken “mülkiyet toplumları”ndaki yaygınlaşma; iş veya “üniversitelinin ücret primi” getirmeyen üniversite eğitimindeki ve başka tür eğitimlerdeki yaygınlaşma bu paradoksun örnekleri arasındadır.

Devamı Cogito bu sayıda

Eşit Şahitlik/Özgür Tanıklık: Gelmekte-Olan-Yurttaşlık - Gülben Salman

Yurttaşlık tarih boyunca pek çok şekle bürünmüştür. Antik Yunan’da bir kent devletinde, Roma Cumhuriyeti’nde, halk egemenliğinde, liberalizmde ve son olarak neoliberal dünyada yurttaş olmanın pek çok veçhesini görüyoruz. Bu değişimin nedeni, kabaca bakıldığında siyasal bir topluluğun doğasını belirleyen şartların, kendi tarihselliklerinde farklı örgütlenmelere sebep olacak şekilde dönüşmesi gibi görünebilir. Daha etraflıca düşündüğümüzde ise, yurttaşlık ve demokrasi kavramlarının içerdiği tikel ve evrensel boyutun Balibar’ın deyişiyle eşitliközgürlük temelinde daha baştan beri içinde bulunduğu “çatışma hali”ni fark edebilir, bu durumun yurttaşlık kavramının doğasını haiz olan “her zaman yıkma ve yeniden inşa etme arasında gidip” gelme hareketini zaten hep orada var kıldığını görebiliriz. Daha basit bir şekilde söylersek, “yurttaşlık konusunda statu quo diye bir şey yoktur”. Bu durumda, neoliberalizmin “kriz” evresi olarak işaret edilen günümüzde tuhaf bir edilgenliğe bürünmüş “yurttaş” olma hali, bazı düşünürler tarafından insanın bütün siyasallığından yalıtıldığı artık geri dönüşün çok zor olduğu, neredeyse çıkışsız bir hal olarak betimlenmektedir. Fakat Balibar’ın da gösterdiği gibi, yurttaşlık her zaman tanımı dahilinde “başka türden olma imkânını” uzaklarda değil, tam da içsel geriliminin içinde barındırmaktadır. Bu açıdan, tarihsel bir kriz anında yurttaş olmanın anlamını, iki kavramın da içinde barındırdığı çıkmazlar ve olanaklar çerçevesinde düşünmek ve başka türden bir imkânın mevcut olup olmadığını soruşturmak anlamlı görünmektedir. Böyle bir düşünceyi seferber etmek tam da şu anda gereklidir çünkü neoliberalizmin hâkim olduğu yeni siyasal iklimde eyleyen bir yurttaşlıktan ziyade, bu yazıda “izleyen yurttaş” diyeceğimiz edilgen bir yurttaşlık durumundan söz edebiliyoruz ancak. “Patinaj” hali olarak tanımlanacak olan bu “izleyici yurttaşlık” hali, insan/yurttaş kavram çiftine eşlik ettiği düşünülen “şahitlik/tanıklık” aracılığıyla yeniden ele alınarak, yine Balibar’ın işaret ettiği ama etraflıca tartışmadığı Deleuze düşüncesinden ilham alan “eksik halk” kipinin, “gelmekte olan yurttaşlık” veçhesinin anlamı etrafında soruşturulacaktır. Bu amaçla ilk bölümde neoliberalizmin krizi olarak da tabir edilen günümüzde yurttaş olmanın ne anlama geldiğine ilişkin bir tespit yapılacak, ikinci bölümde, bu yeni durumdaki yurttaşlık kavramı, Balibar’ın eşitliközgürlük kavramının “şahitlik” ve “tanıklık” ikilisine tercüme edilmesiyle, bu yeni kavram çifti etrafında yeniden düşünülerek mevcut haldeki olanaklar daha görünür kılınacak ve son bölümde ise sorunun çözümü için, Deleuze düşüncesinden ilhamla, “gelmekte olan halkın” yurttaşlığı “tanıklık” kavrayışından doğan bir yol işaretiyle düşünülmeye çalışılıp, yurttaşlık kavramına ilişkin yeni bir yorum önerisi getirilmeye çalışılacaktır.

Devamı Cogito bu sayıda

Hannah Arendt: Örgütlü Suç ve Evrensel Sorumluluk
Zeynep Savaşçın: Kant ve Benhabib’de Kozmopolit Hak: Bir Yurttaşlık Zemini Olarak İnsan Hakları
Carole Pateman: Kadınların Yurttaşlığını Güvenceye Almak: Kayıtsızlık ve Diğer Engeller
Engin F. Işın: Şarkiyatçılık Sonrası Yurttaşlık
Haldun Gülalp: Eşit ve Özgür Vatandaşlık Projesi Olarak Laiklik
Banu Yobaş: Dijital Yurttaşlık, Sınırlar, Algoritmalar

Odak:

“Evrensel Temel Gelir” - Fikret Adaman, Ahmet İnsel, Haluk Levent

Şeyda Öztürk: Çok kabaca devletin bütün yurttaşlarına belli miktarda bir gelir, bir güvence sağlaması önerisi olarak özetlenebilecek ve zaten onyıllardır tartışılan ve bazı yerlerde, belli ölçülerde uygulanan Evrensel Temel Gelir, Covid-19 pandemisi sonrasında daha çok tartışılmaya, hatta hiç beklenmedik isimler tarafından zikredilmeye başladı. Biz de evrensel temel gelirin tanımından, bu fikrin bugüne kadar geçirdiği dönüşümlerden başlayalım mı? Bugün evrensel temel gelir kavramı altında tartışacağımız fikir tarihte hem teori hem pratik düzeyinde ne şekillerde, hangi şartlarda karşımıza çıkmış, tartışılmış veya uygulanmış?
Ahmet İnsel: Evrensel temel gelir deyince herhangi bir geri ödeme veya yükümlülük olmadan, karşılıksız tahsis edilen gelirden bahsediyoruz. Önemli olan, bu evrensel temel gelirin temel fikri bu. Karşılıksız demek doğru bir tabir değil belki ama doğrudan bir karşılığının olmamasına işaret ediyor. Ücret gibi, kira gibi bir karşılığı yok. Veyahut karşılığında bir zorunluluk yok. “Bu desteği alan kişiler her gün sabahleyin iş bulma kurumuna gidip iş aramak zorundadırlar” gibi bir koşul getirmiyor. Evrensel, yani herkesi kapsayan; o ülkenin reşitlik yaşına dahil olan herkesi kapsıyor.
Bu fikir, bildiğim kadarıyla, 16. yüzyılda Thomas More’un Ütopya’sında yer alıyor ilk defa. Belki daha öncesi de vardır ama Thomas More Ütopya’sında bir ada tasarlar ve herkesin, emeğine bağlı olmadan –bu çok önemli– mülkiyetine ve emeğine bağlı olmadan yaşaması için gerekli imkânlara sahip olduğu bir toplum tanımlar. Emeğine ve mülkiyetine bağlı olmadan yaşaması için gerekli imkânlara sahip olan insanlardan oluşan bir toplum, bir adadır. Thomas More’un Ütopya’sında bunun nakit gelirle değil de doğrudan aynî haklar biçiminde yapılması da bir temel gelir güvencesi aynı zamanda. Çünkü karşılığında, ben bu kadar ürettim, bunu satacağım veya bunun karşılığını alacağım şeklinde değil, herkesin katılabildiği, yani biraz daha sonra Marx’ın ütopyasında veya sosyalist ütopyada herkesin ihtiyacına göre hak sahibi olduğu bir düzen.
Bunun daha ilerlemiş, daha bize yakın formülünü 1797’deki bir broşüründe Thomas Paine ifade etmiştir. Thomas Paine hem Amerikan Devrimi’nde hem Fransız Devrimi’nde yer almış bir kişi. Thomas Paine’in önerisi aslında ilginç çünkü bunun nasıl finanse edileceğini de dile getirir. Toprak sahiplerinden alınacak bir vergiyle karşılanmasını öneriyor. O zaman esas zenginler büyük toprak sahipleri. Thomas Paine tabii daha çok Amerika merkezli düşünüyor. Fransa için de 1789 devrim sonrası büyük toprak sahiplerinden veya (o “büyük” demiyor orada) toprak sahiplerinden alınacak bir vergiyle –veya bir katkı diyor Thomas Paine “Tarımsal Adalet” adını taşıyan broşüründe– alınacak bir kaynakla reşit yaşta olan bütün insanlara asgari bir gelir vermek... Yani yoksul, az yoksul, orta sınıf herkese bir asgari gelir vermek. Bunu daha sonra 19. yüzyılda sosyalist ütopyanın içinde görüyoruz. Fourier mesela herkese bir ortaklık kârı, yani topluma ait olmaktan gelen bir tür paydaşlık diyelim, kârın dağıtılması, toplumun ürettiğinin ortaklık biçiminde dağıtılması fikrini dile getirdi, ki bu da bir cephesiyle benim 1980 ortalarında Fransa’da savunduğum yurttaşlık geliri fikrine biraz yaklaşan bir şey. Daha sonra bu fikri tabii ki daha çok asgari gelir fikri olarak 20. yüzyılda görmeye başlıyoruz. Yani herkese değil ama belli bir yoksulluk seviyesinin altında olanlara bir gelir güvencesi vermek. Buna evrensel gelir fikrinin küçük bir türevi diyebiliriz, herkesi kapsamıyor. Yoksulluk gibi bir koşul var. Şu gelir seviyesinin altında olanlara verilmesi koşulu ama aynı zamanda bir asgari gelir güvencesini herkes için tanımak anlamına geliyor. İhtiyacı olmayanlar da bir gün ihtiyaç sahibi olurlarsa eğer bu gelirden yararlanabilecekler. Burada iki şey ortaya çıkıyor: Bir yanda bunun sol versiyonu, diğer yanda daha sağ veya liberal versiyonu diyebileceğimiz versiyonu. Milton Friedman’ın geliştirdiği versiyon bunun liberal piyasacı versiyonudur. Milton Friedman 1962’de yayımlanan Kapitalizm ve Özgürlük başlıklı kitabında önerdiği sürekli gelir teorisi çerçevesi içinde, onu bir tür belli bir gelir seviyesi altında olanları toplumun finanse etmesi, belli bir gelir seviyesi üstünde olanlardan da toplumun vergi alması olarak tanımlıyor. Belli bir gelir seviyesi altında olanlara verilen paraya eksi vergi adını veriyor Milton Friedman. Bu liberal yaklaşım eksi verginin diğer bütün sosyal yardımları kaldırması gerektiğini de söyler. Yani böyle bir evrensel asgari gelir güvencesi diğer aile yardımı, konut yardımı, işsizlik yardımı, hatta bazı durumlarda bazı yaklaşımlarda emeklilik maaşlarını da kaldırmayı öngörür. Bir asgari gelir güvencesi herkese sağlanmış olur. Bu sağ versiyon... Sol versiyon ise bunun herkese karşılıksız verilmesini önerir. 1980’lerden itibaren başladı bu daha fazla açıkça savunulmaya... André Gorz ilk başta karşı çıkıyordu ama 80’lerin ortasında bu evrensel gelir güvencesini savunmaya başladı. Belçika’da Van Parijs’in başını çektiği, sonra bütün dünyaya yayılan BIEN adını taşıyan Basic Income European Network –şimdi onun adı Basic Income Earth Network oldu, yani dünya network’ü oldu– ise bir evrensel gelir, herkese zengin, fakir, 18 yaşını geçmiş yurttaşlara veyahut o ülkede yaşayanlara, çalışanlara, oturanlara verilen bir temel gelir, koşulsuz geliri, evrensel gelir adı altında savunuyor... Bunun solda çeşitli versiyonları var. Mesela ben buna yurttaşlık geliri adını vermiştim, başkaları evrensel gelir adını veriyor, başkaları bir asgari gelir güvencesi adını veriyor. Bugün dünyada tam anlamıyla evrensel gelir yani koşulsuz ve herkesi kapsayan, en zenginden en yoksula kadar herkesi kapsayan bir evrensel temel gelir uygulaması, benim bildiğim kadar, hâlâ yok ama kısmî uygulamalar var.

Devamı Cogito bu sayıda

Ian Gough: Evrensel Temel Hizmetler: Kuramsal ve Ahlaki Bir Çerçeve
Söyleşi: Fikret Adaman - Ahmet İnsel - Haluk Levent: “Evrensel Temel Gelir”
Tuğba Zeynep Şen: Temel gelirin kayıp temelleri: COVID-19 zamanında temel gelir konuşmak

Geçen Sayıdakiler
Irkçılığı Görmek
Yazarlar Hakkında