YKY - Yapı Kredi Yayınları
Sepet Ürün bulunmaktadır.
Yoksulluk

Yoksulluk

ISSN: 977-1300-2880-105-106

Sayı : 105-106 Dönem : Yaz 2022

400.00 TL ve üzeri alışverişlerinizde kargo ücretsiz.

YKY İnternet Satış Fiyatı
225.00 TL    Etiket Fiyatı : 300.00 TL
-+

Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.

HakkındaİçindekilerAbonelik

3 aylık düşünce dergisi “Cogito”nun bu dosyasında “Yoksulluk” odakta. Yaşamı geçim mücadelesine indirgeyen, insanın düşüncesini, ilişkilenmelerini, zihinsel faaliyetlerini felç edici bir gelecek kaygısına kıstıran yoksulluk, insanla birlikte toplumu da kötürümleştiren, geleceği gasp eden bir hak ihlali ve adalet meselesi.

Yoksulluk dosyasında, emek rejimindeki ve devlet-yurttaş ilişkisindeki dönüşümler, yoksulluk araştırmalarındaki yaklaşımlar, refah devletinin çöküşü ve yeni işlevleri, kadın ve çocuk yoksulluğu üzerine yazı ve söyleşiler, 21. yüzyılda yoksulluk ve eşitsizliğin reel nedenleri, sonuçları ve çözüm arayışlarına odaklanıyor.

Dosyanın yoksulluğu özgürlük ve etik, politik ve ekonomik şiddet, kritik ve kriz, mekânın kuruluşu ve toplumsal bölünme, varsıllık ve yoksulluk, yasa ve iktidar ilişkileri ve gerilimleri üzerinden düşünmeye ve sorgulamaya davet eden yazıları da yaşamı kaplayan yoksulluk ve yoksunluk ağında felsefi sorgulamayla bir gedik açma, geleceği tekrar yaşam ufkuna yerleştirme uğraşının yoksulluk felsefesi açısından merkezi önemini öne çıkarıyor.

cogito’ya buradan abone olabilirsiniz.

Cogito’dan

Yoksulluk

Daimi tırmanışıyla Türkiye’nin son dönemdeki gündeminden hiç düşmeyen “hayat pahalılığı”, çoğunluğun yaşamını geçim mücadelesine indirgeyen, düşüncesini, ilişkilenmelerini, zihinsel faaliyetlerini ise felç edici bir gelecek kaygısına kıstıran bir sıcak tema olarak yoksulluğu dayatıyor. Açlık sınırında sağkalım mücadelesi verenlerin, hızla yoksullaşan çalışanların, güvencesizlerin varlığı, toplumun büyük bölümünün “hayat pahalılığından” mustarip olması, hayatı hakkıyla sürdürecek gücünün olmaması, toplumun ve insanlığın geleceğini de gasp eden bir hak ihlali ve adalet meselesi. Yaşamın hoyratlığı üzerindeki peçenin aralandığı, buna karşılık denetim mekanizmalarının, eşitsizliğin devamını sağlamak üzere sürekli yeniden yapılandırıldığı bu krizler çağında, yoksulluğu, eşitsizliğin tarihin bu ânına özgü tezahürlerinin nedenleri, sonuçları, temsilleri ve çözümlerine odaklanarak soruşturan yazı ve söyleşilerden oluşan bir dosya hazırladık.

Tuncay Birkan’ın 1928-1979 arasında anaakım dergi ve gazetelerde yayımlanan yazılardan oluşturduğu kolaj, 20. yüzyılın bu döneminde Türkiye’de yaşanan yoksulluğun konturlarını, ona çeşitli mesafe, söylem ve açılardan ışık tutarak çiziyor. L. Wacquant, kolluk kuvvetleri şiddetinin yeni bir meşruiyet kazandığı, teröre karşı savaşın ilan edildiği 2001 yılında yazdığı “Yoksulluğun Cezalandırılışı”nda, koruyucu ve kollayıcı refah devletinden neoliberalizmin beraberinde getirdiği güvencesizliğin ve geleceksizliğin yol açacağı itirazları önlemeye odaklı ceza devletine geçiş sürecinin vahametini keskin bir bakışla teşhis ediyor. Aradan geçen 20 yılda görülmemiş bir hızla köklü değişikliklere yol açarak küreselleşen kapitalizmin, koronavirüs pandemisinde topladığı muazzam güçle hız verdiği dijitalleşme odaklı yeni yapılanma sürecinin ileriki aşamalarında, emek rejiminin ve güvencesizliğin ne istikamette değişeceğini kestirmek güç değil. W. I. Robinson “Pandemi Sonrası Küresel Kapitalizm” başlıklı yazısında, dijital uygulamaların güçlendirdiği iktidar gruplarının aşağıdan gelen kitlesel baskıyla rota değişikliğine zorlanmadıkları sürece, toplumsal ayaklanmaları baskılamak için küresel polis devletini şiddetlendirmeye başvuracağını öngörüyor.

Politik ve ekonomik şiddetin zoru altında ezilenlerin ıstırabını gidermede refah devleti ve sosyal yardım uygulamaları ne ölçüde işe yarar? Erdem Yörük’ün popülist refah devleti rejimi kavramsallaştırması, ucuz emek rejimlerinin baskın olduğu ülkelerde sosyal yardımların ve refah uygulamalarının rıza üretimi ve alt sınıflardan gelen tehditleri bertaraf etme işlevini öne çıkarıyor. Volkan Yılmaz da küresel kapitalizmde emek rejiminde yaşanan değişimlerin yol açtığı adaletsizliklerin toplumsallık üzerindeki yıpratıcı etkilerine karşı nihai bir çözüm teşkil etmeseler de, sosyal adaletin kurumsallaşmasına yönelik kayda değer adımlar olarak evrensel temel gelir ve evrensel temel hizmetler uygulamalarının önemine vurgu yapıyor. Guy Standing’in prekaryayı günümüzün tehlikeli ve dönüştürücü sınıfı olarak nitelediği yazısı ve yazarın proletaryadan prekaryaya sınıf değişimi, yabancılaşma ve evrensel temel ödenek argümanlarının tartışıldığı “Prekaryayı Tartışmak” başlıklı bölüm de, güvencesizlik ortamında evrensel temel gelir uygulamaları yaklaşımlarına önemli ve eleştirel bir katkı.

Evrensel eşitsizliği giderme amaçlı kapsayıcı çözümlerin geliştirilmesi eşitsizliği gerçeklikte yaşandığı çokboyutlu haliyle tespit eden çalışmalara muhtaç. Bu dosyanın kadın ve çocuk yoksulluğuna dair yazıları, yoksulluğun en şiddetli haline maruz kalan ezilen grupları baz alan, gelir ve tüketim aksını kırıp yoksulluk hallerindeki nüansları vurgulamaya odaklanan araştırmaların ve çözüm önerilerinin önemini gösteriyor.
Şemsa Özar, Y. Kutlu ve G. Mülayim’in, 1970’lerden itibaren kadın yoksulluğu araştırmalarının etraflı bir tablosunu sunarak sosyal politikaların oluşturulmasında rol oynaması gereken çalışma alanlarını vurguladıkları “Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Bağlamında Kadın Yoksulluğu”; Zelal Yalçın, Ş. Z. Keleş ve E. Aksakal’ın Türkiye’de kadın yoksulluğuyla emek ve bakım rejimleri ilişkisinden yola çıkarak, sosyal bakım evrenindeki eksik ve boşluklara işaret ettiği ve yerel yönetimlerin uygulayabileceği bir bakım partnerliği modeli önerdiği “Kadın Yoksulluğuna Karşı Yerelde Bakım Partnerliği” yazısı, Başak Akkan’ın yoksulluktan en ağır şekilde etkilenen çocuklar ve onlara bakanların kırılganlığını çocuğun “iyi olma hali” ekosistemi üzerinden ele aldığı “Çocuk Yoksulluğu” yazısı ve Feyza Akınerdem ve Nükhet Sirman’ın “Kadına Yönelik Şiddet: Kadınlar, Kurumlar, Mecralar” başlıklı saha araştırmasından elde ettikleri bilgiler ışığında kadın yoksulluğu ve ekonomik şiddet, ev içi ve ev dışı emek ve aile politikalarının kadın emeğine etkileri üzerine söyleşilerinden oluşuyor bu bölüm.

Kadın yoksulluğundan başlayarak her tür yoksulluğu, kavramı nesnesine olabildiğince yakınlaştırarak, onunla birlikte dönüştürerek işe koşma yaklaşımıyla düşünme, yazma ve sorgulama çabasının, yoksulluğu resmi söylemlerin, verilerin ve istatistiklerin sirayet edemediği haliyle, radikal başkalığıyla temsil eden Latife Tekin edebiyatındaki kurucu işlevi, Fatih Altuğ’un “Latife Tekin ve Yoksulluğun Bilgisi” başlıklı incelemesinin esas izleği.

Yerleşik yaşama geçişle birlikte başgösteren eşitsizlik ve yoksulluk bugün insan haysiyetine yaraşır bir yaşam sürdürmek için gerekli temel gereksinimlerden mahrumiyet hali olarak tanımlanıyor. Bu maddi mahrumiyet, yaşamın her alanını, insan varoluşunun bütününü dalga dalga kaplayan bir mahrumiyet bir yandan da. Kişinin maddi, fiili kısıtlarıyla, düşünen, eyleyen bir birey, bir fail olarak potansiyelleri arasındaki yarılmanın kapanmasına geçit vermeyecek kadar katı, adeta bir yazgı gibi nesiller boyu aktarılacak kadar kalımlı. Maddi koşullarla özgürlük içinde insanca yaşama imkânı arasındaki belirleyici ilişki, yoksulluğu özgürlük ve ahlak, politik ve ekonomik şiddet, kritik ve kriz, mekânın kuruluşu ve toplumsal bölünme, varsıllık ve yoksulluk, yasa ve iktidar ilişkileri ve gerilimleri üzerinden düşünmeyi zorunlu kılıyor. “Kriz ve Yoksulluk” temalı sempozyumda sunulan ve aynı adlı bölümde yayımladığımız tebliğler, yaşamı kaplayan yoksulluk ve yoksunluk ağında felsefi sorgulamayla bir gedik açma, geleceği tekrar yaşam ufkuna yerleştirme uğraşının yoksulluk felsefesi açısından merkezi önemini öne çıkarıyor. Tuğrul Özkaracalar “İnsan Hakları Bağlamında Yoksulluk” başlıklı yazısında yoksulluğu “zarar” kavramı üzerinden, bir insan hakları ihlali olarak değerlendirerek yoksulluğun etik boyutunu irdeliyor. Bernardo Ferro “Hegel’in Hukuk Felsefesinde Yoksulluk ve Tanınma” başlıklı yazısında, yoksulluğu toplumsal yabancılaşmanın bir biçimi olarak ele alan Hegel’in sivil toplum ve siyasal devlet nitelendirmelerini Hegelci bir eleştiriye tabi tutarak, güncel piyasa sisteminde radikal bir dönüşümün ipuçlarını filozofun korporasyonlar sistemi önerisinde arıyor. Dosyanın siyaset ve yoksulluk ilişkisine dair diğer yazısı “Demokrasi ve Yoksullar”da Andreas Kalyvas otoriter yönetimlerin yükselişe geçtiği siyasal kriz ortamında yoksullar ve demokrasi ilişkisine odaklanarak, az sayıda kişinin çoğunluk üstündeki egemenliğine karşı, yoksulların zenginler üstünde egemenlik kurma mücadelesini tanımlayan radikal bir demokrasinin koşullarını sorguluyor.

Tuncay Birkan - Türkiye’den Yoksulluk Peyzajları (1928-1979): Bir Kolaj
Fatih Altuğ - Latife Tekin’de Yoksulluk Bilgisi
Loïc Wacquant - Yoksulluğun Cezalandırılışı ve Neoliberalizmin Yükselişi
Volkan Yılmaz – Söyleşi - “Yoksulluk İyi Topluma Olan Uzaklığımızdır”

Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Bağlamında Kadın Yoksulluğu - Şemsa Özar, Yusuf Kutlu, Gökhan Mülayim

Yoksulluğun tek bir tanımı yapılamayacağı gibi, tek bir ölçütü de yoktur. Zaman içinde, yoksulluğu tanımlama, yoksulluk sınırı oluşturma ve yoksul sayısını ölçme temelli araştırmalar gerek erişilebilir veri kaynaklarındaki artış ve hesaplama tekniklerindeki gelişmeler, gerekse toplumsal cinsiyet perspektifine sahip kesimlerden gelen eleştiriler nedeniyle daha kapsayıcı bir bakış açısı edinmiştir. Öte yandan, tanım ve sayısal ölçümden ziyade yoksulluğun nasıl yaşandığını anlamaya yönelik çalışmalar ağırlık kazanmış, yoksulluğun her kesim tarafından ve her coğrafyada aynı şekilde yaşanmadığından hareketle cinsiyet, mekân, bölge, göç, etnisite farklılıklarını ön plana çıkaran araştırmalar artmıştır.
Yoksulluk tanımı tarih içinde değişim göstermekle birlikte, biyolojik varlığın sürdürülebilmesi için gerekli beslenme, barınma, giyim gibi temel fiziki ihtiyaçlara sahip olmak tanımın kurgusu içinde merkezi bir yer tutar. Son yıllarda ise, bu tanım genişletilmiş, yoksulluk, insanca yaşam için gerekli olan yeterli ve iyi beslenme, barınma, sosyal koruma, sağlık ve eğitim gibi kamusal hizmetlerden yararlanma, özgür irade kullanma, toplumsal hayata katılma ve saygı görme haklarından mahrum olma durumu olarak tanımlanmaya başlamıştır.
Yoksulluk literatürünün büyük bir bölümü yoksulluktan korunmayı temel bir insan hakkı meselesi olarak ele almaktadır. Yoksulluktan korunmanın, herkes için bir hak olduğu ve devletin bu hakkı sağlamakla yükümlü olduğu ifade edilmekte, böylelikle yoksullukla mücadelede baş sorumlu olarak görülen devletin bu kapsamda etkin sosyal ve ekonomik politikalar yürütmesi talep edilmektedir.
Genel yoksulluktan farklı olarak kadın yoksulluğu toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve ayrımcılık bağlamında ele alınmaktadır. Kadın yoksulluğunda belirleyici olan toplumsal dinamikler, patriyarka ve kapitalizmdir. Patriyarka, toplumsal yapı ve ilişkiler içinde erkekleri birincil, kadınları ikincil konuma yerleştirir. Kapitalizm de kadınların bu ikincil konumundan çıkar sağlayarak patriyarka ile uyum içinde kadınlara yönelik daha derin bir sömürü sistemi işletmekten geri durmaz. Ev içi ve ev dışı güç ilişkileri aynı patriyarkal ve kapitalist toplumsal dinamiklerden beslenerek, birbirleriyle etkileşim içinde kadın yoksulluğuna neden olur. Bu eşitsizlik ve ayrımcılık pratikleri dünyada ve Türkiye’de kadınların erkeklere kıyasla hem daha yüksek oranda yoksulluk riskiyle karşı karşıya kalmaları, hem de yoksulluğu daha derin yaşamaları sonucunu doğurur.
Bu çalışma, özellikle 2000 yılı sonrası Türkiye’deki kadın yoksulluğunun izini sürmektedir. Başlangıçta Türkiye’deki kadın yoksulluğu çalışmalarını uluslararası bir bağlamda değerlendirebilmek amacıyla kadın yoksulluğunun uluslararası alanda nasıl gündemleştirildiğine odaklanıyoruz. Türkiye üzerine yapılan gerek genel yoksulluk araştırmaları gerekse kadın yoksulluğu araştırmaları büyük ölçüde uluslararası alandaki gelişmelerle etkileşim içinde gerçekleşmiştir. Devamında, Türkiye’deki kadın yoksulluğunun durumunu ve bu alandaki çalışmaları değerlendiriyoruz. Bu değerlendirmede kadın yoksulluğu alanındaki çalışmaları, yöntemleri ve sonuçları ile sıralamak yerine, genelde yoksulluk, özelde de kadın yoksulluğu konusunda öne çıkan başlıklar altında toplamayı tercih ettik. Son olarak, kadın yoksulluğunu hem görünür kılacak hem de gündemleştirecek araştırmaların yürütülmesi için bazı önerilerde bulunuyoruz.

BİR ULUSLARARASI GÜNDEM OLARAK KADIN YOKSULLUĞU
Post-sömürgecilik ve refah devletinin krizinin damga vurduğu 1970’lerin atmosferinde gündeme gelen kadın yoksulluğuna dair uluslararası yaklaşım günümüze kadar yavaş bir gelişim seyri izlemiştir. Kadın yoksulluğunun sorunsallaştırıldığı ilk uluslararası organizasyonlardan biri olan 1975 tarihli Birinci Dünya Kadın Konferansı ekonomik kriz, işsizlik ve göç gibi gelişmelerin ortaya çıkardığı sorunların önlenmesi bağlamında kadın yoksulluğuna dair önlemler alınması ihtiyacını gündeme getirmiştir. Söz konusu ihtiyaca dair somut bir kavrayışın ortaya çıkışı ise 1990’ları bulmuştur. 1993 yılında BM İnsan Hakları Konferansı bu ihtiyacın aciliyetini vurgulamış, yine aynı yıl BM Kadının Statüsü Komisyonu kadınların aşırı yoksulluğuna dair çalışma başlatmıştır. Bu girişimler nihayet 1995’te Pekin’de toplanan Dördüncü Kadın Konferansı’nda somut bir çerçeveye kavuşmuştur. Küresel çapta yoksul insan kitleleri arasında kadınların %70’lik bir pay sahibi olduğu ve bu oranın artış eğiliminde olduğu tespitini yapan Pekin Deklarasyonu bir dizi alanda stratejik hedefler önermiştir. Kadın yoksulluğuna dair ekonomi siyasetinin gözden geçirilmesi; kadınların ekonomik kaynaklara erişimindeki yasal ve idari çerçevelerin gözden geçirilmesi; kadınların finans, tasarruf, kredi kaynaklarına erişiminin sağlanması; yoksulluğun kadınlaşmasına dair önleyici yaklaşımların geliştirilmesi gibi hedefler belirlenmiştir. Bununla birlikte siyaset yapımında toplumsal cinsiyet perspektifinin gerekliliği konusunda tavsiyelerde bulunulmuş, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasında hükümetler yükümlü kılınmıştır. Bu kapsamda oluşturulan Eylem Platformu kadın-erkek eşitliğini bir insan hakları ve toplumsal adalet sorunu olarak ele almış, alandaki ulusal ve uluslararası; hükümet, hükümet-dışı kuruluşlar ve özel sektörü de bu konuda sorumluluk almaya çağırmıştır.
Kadın yoksulluğunu bir hassasiyetin ötesine geçerek ilk kez bir eylem alanı olarak ele alan ve kadınların güçlendirilmesine dair hedefler ortaya koyan bu girişimler, 1990’lardan itibaren BM çatısı altında toplanan çeşitli çalışma gruplarının çabalarıyla sürdürülmüştür. 1997 yılında başlatılan Yoksulluğun Ortadan Kaldırılması İçin Birinci On Yıl programı kapsamında 2000 yılında gerçekleştirilen BM Genel Kurulu hükümetlerin kadın yoksulluğunun önlenmesi ve ortadan kaldırılması konusundaki sorumluluklarını gündemine almış, bu alandaki ulusal çabaların desteklenmesine yönelik ortak eylem ve koordinasyon çağrısı yapmıştır. Yine aynı yıl ortaya konulan Milenyum Hedefleri ise hem yoksullukla mücadelede hem de toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması konusunda hükümetlerin taahhüdünü almıştır. 2015 yılına kadar günlük kazancı 1 doların altında olan dünya nüfusunun oranının yarı yarıya azaltılmasını hedefleyen bu girişim, yoksulluğu kalkınma sorununun ötesinde bir insan hakları sorunu olarak ele almıştır. Yeterli beslenme, sağlık hizmetleri, eğitim ve insana yakışır iş ve felaketlere karşı koruma gibi öğeler barındıran bu hak temelli tanımlamanın önemli bir bileşeni de toplumsal cinsiyet eşitliğidir. Bu konuda kaleme alınan bir dizi tavsiye kadınların yaşam döngüleri boyunca güçlendirilmesi gibi geniş kapsamlı ve soyut hedeflerle birlikte toplumsal cinsiyet temelli yoksulluk analizinin geliştirilmesi ve toplumsal cinsiyet temelli tasnif edilmiş veri toplanması gibi somut adımları da içermektedir. Öte yandan bilhassa kırsal kesimdeki kadınların yoksulluk ve dışlanma deneyimleri de uluslararası kuruluşların gündemine girmeye başlamıştır. BM çatısı altında faaliyet gösteren Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Konvansiyonu (CEDAW) 2016 yılında kırsalda kadın yoksulluğu konusunu odağına almış, kadınların yaşadığı yoksulluk ve dışlanma deneyimlerinin kırsalda çok daha yüksek bir oranda olduğunun altını çizmiştir. Bu deneyimlerin bazı tezahürleri ise şu şekilde sıralamıştır: Güvencesiz, düşük ücret karşılığı ya da zorla çalıştırılma; sosyal güvenlik ve eğitim hizmetlerine erişimsizlik; çocuk yaşta ya da zorla evlilik ve hatta insan ticareti.
Uluslararası alanda kadın yoksulluğu gündemine dair dikkate değer güncel gelişmelerden biri Avrupa Komisyonu’nun 2010 yılında Kadın-Erkek Eşitliğine Güçlendirilmiş Bir Bağlılık Kadın Şartını kabul etmesidir. Bu kapsamda ortaya konulan eylem planı genel anlamda toplumsal cinsiyet bazlı ekonomik eşitsizliklere odaklanmakta, kadının ekonomik açıdan güçlendirilmesine dair politika hedefleri ortaya koymaktadır. Bir diğer güncel girişim ise 2016 yılında yürürlüğe giren BM Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleridir. Açlıktan çevreye, su altı yaşamından altyapıya kadar geniş bir yelpazede belirlenen hedeflerin bir bölümü kadın yoksulluğuna odaklanmaktadır. 2030 yılına kadar yoksulluğun tamamen ortadan kaldırılmasını öncelikli hedef olarak koyan bu girişim, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması ihtiyacını da odağına almaktadır.
Geçtiğimiz yarım yüzyıllık süre zarfında uluslararası kuruluşların belgelerinde giderek daha fazla yer bulan kadın yoksulluğu konusundaki vurgular şüphesiz ki önemli. Ne var ki uluslararası alandaki bu gelişmeler çoğunlukla tavsiye niteliğindeki karar manzumelerinde kalmış görünüyor. Zira yükümlülük beyanında bulundukları halde bile siyaset yapıcılar yaptırımlardan azade. Öte yandan, kadın yoksulluğuna uluslararası alandaki yaklaşım akademik zeminde konunun çok boyutluluğuna dair yapılan tartışmaların oldukça gerisinde kalmışa benziyor.

Devamı cogito bu sayıda

Feyza Akınerdam, Nükhet Sirman – Söyleşi - Kadın Yoksulluğu ve Ekonomik Şiddet
Zelal Yalçın, Şehide Zehra Keleş, Elanur Aksakal - Kadın Yoksulluğuna Karşı Yerelde Bakım Partnerliği: Kadınlar, Çocuklar ve Sürdürülebilir Toplumlar İçin Bir Model Önerisi
Başak Akkan - Krizler Çağında Çocuk Yoksulluğu Çocuğun İyi Olma Hali ‘Ekosistemi’ Üzerine Düşünceler
Tuğrul Özkaracalar - İnsan Hakları Bağlamında Yoksulluk
Erdem Yörük – Söyleşi - Yoksulların Siyaseti ve Refah Devleti
William I. Robinson - Pandemi Sonrası Küresel Kapitalizm

Tartışma

Prekarya: Günümüzün Dönüştürücü Sınıfı? - Guy Standing

Küresel ekonomi 1980’den beri, işgücünün küreselleşmesi, otomasyonun artması ve her şeyin ötesinde Büyük Finans, Büyük İlaç ve Büyük Teknoloji şirketlerinin büyümesiyle çarpıcı bir dönüşüm geçirdi. Savaş sonrası yılların sosyal demokratik mutabakatı, yerini işçileri iyice terk eden, sınıf yapısını yeniden şekillendiren kapitalizmin yeni bir aşamasına bıraktı. İstikrarsız emek düzenlemeleri, kimlik yoksunluğu, hak aşınımlarıyla tanımlanan kitlesel bir sınıf olan prekarya, bugünün “tehlikeli sınıfı” olarak arzı endam etmekte. Talepleri mevcut sistem tarafından karşılanamayacağı için prekarya dönüştürücü bir potansiyeli içinde barındırıyor. Bu potansiyeli gerçekleştirebilmesi içinse prekaryanın bir sınıf olma statüsünün ayırdına varması ve müştereklere sahip çıkan, herkes için yaşanabilir bir geliri garanti eden kökten farklı bir gelir dağılımı için mücadele etmesi gerekiyor. Dönüştürücü eylemin yokluğunda ufukta görünense karanlık bir siyasal dönem.

Giriş
Çalkantılı bir ekonomik değişimin içinde sancılı zamanlardan geçiyoruz. ABD, yaratımına katkıda bulunduğu ve en büyük kazancı kendisinin sağladığı uluslararası düzeni hırçın biçimde tehdit ederken küresel bir piyasa sistemi şekillenmeyi sürdürüyor. 1980 dolaylarında başlayan bu döneme, kurumsal olarak hâkim olan Amerikan finansıyken, ideolojik hâkimiyeti “neoliberalizm”in ekonomik ortodoksisi elindedir. Bu dönüşümün alametifarikası servetin gitgide yukarıdaki –fiziksel, finansal yahut “entelektüel”– mülk sahiplerine rant olarak yeniden dağıtılmasıdır. “Rantiye kapitalizmi” yükseldikçe çalışan sınıflar bataklığa saplanmış, emeğine bel bağlayanlar hem göreli hem mutlak olarak zeminlerini kaybetmiştir.
Kısacası, geçtiğimiz kırk yıl boyunca küresel ekonomiye şeklini veren neoliberal ekonomi, dijital devrimle de daha belirgin hale gelince birbiriyle ilişkili iki fenomeni meydana getirmiştir: Küresel rantiye kapitalizmi ile prekaryanın yeni kitlesel sınıf olduğu küresel sınıf yapısı. Rantiye kapitalizmi, prekaryanın katlandığı zorlukları iyice beter hale getirmektedir.
Sanayi kapitalizmi mülk sahibi burjuvazi ile proletaryayı doğurmuştu, güncel kapitalizm ise bu sınıf yapısını bulandırmaktadır. Bugünün kitlesel sınıfı, ayırt edici özellikleri istikrarsız emek, düşük ve güvenilmez gelir ve yurttaşlık haklarının kaybı olan prekaryadır. Yeni “tehlikeli sınıf” olmasının sebebi bir ölçüde güvensizliğinin, sağcı popülizm yangınına kuru ot olacak hoşnutsuzluk, maraz ve öfkeyi kışkırtmasıyken; pek çok mensubunun eski merkez sol ve merkez sağ siyasetleri reddetmesi hasebiyle ilerici bir tehlikeyi de barındırır. Hâkim kurumlar ve iktidar yapıları için iyileştirme peşinde koşan bir “emek siyasetçiliği”ne dönmektense yeni bir “dünyada cennet siyasetine” doğru tepeden tırnağa bir değişim arar haldedirler.
Mevcut toplumsal ve ekonomik sisteme getirilecek mütevazı reformlar prekaryanın ihtiyaçlarına cevap olamaz. Dönüştürücü sınıf olması sezgisel olarak, kendi varoluşunu tanımlayan koşullarla birlikte kendisini de ortadan kaldıracak kadar güçlü olmayı istemesindendir. Diğer bütün sınıflar, toplumsal hiyerarşideki yerlerini iyileştirmek istemekle yetinirler. Doğmakta olan bu sınıf bu nedenle, radikal toplumsal dönüşümün temsilcisi olmaya namzettir – tabii örgütlenebilir ve ortak bir kimlik, alternatif bir tasavvur ve uygulanabilir bir siyasal ajanda etrafında gerektiği kadar bir araya gelebilirse.
Prekaryanın dönüştürücü konumunu kavramadaki kilit nokta, gelir dağılımı sisteminin yirminci yüzyılın ortasında yaşadığı çöküştür. Yeni bir ilerici siyaset, başarılı olabilmek için, açık ve küreselleşen bir ekonomi bağlamında eşitsizlikleri ve güvencesizlikleri azaltacak, ekolojik olarak sürdürülebilir bir sisteme geçiş için bir yol önermek zorundadır.

Rantiye Kapitalizminin Yükselişi
1945 ile 1980 yılları arasında Komünist Blok dışındaki sanayileşmiş ülkelerdeki hâkim sosyoekonomik paradigma, refah devletlerinin ortaya çıkışı ve çalışma temelli haklarla tanımlanan sosyal demokrasiydi. Çalışma temelli ekonomik güvenceyle birleşerek eşitsizlikte bazı mütevazı düşüşlere sebebiyet verse de, bazı tarihçilerin nitelendirdiği gibi “altın çağ” falan da değildi. Bunaltıcı ve cinsiyetçi bir dönemdi. Olabildiğince çok kişiyi (çoğunlukla erkekleri) Tam İstihdam adı altında tam zamanlı işlere yerleştirmenin Aydınlanmanın Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet değerlerine yaraşır özgürlükçü bir tasavvur olduğunu söylemek güç.
Sosyal demokrasi devri 1970’lerle birlikte kapanınca “neoliberalizm” denilen ekonomik model su yüzüne çıktı. “Serbest piyasa”yı, güçlü özel mülkiyet haklarını, finansal piyasanın liberalizasyonunu, serbest ticareti, metalaştırmayı, özelleştirmeyi ve piyasayı kısıtlayan “katılıklar” olarak gördükleri bütün toplumsal dayanışma kurumlarını ve mekanizmalarını dağıtmayı vazediyordu. Neoliberaller programlarını uygulamaya sokmakta büyük ölçüde başarılı olmuş olsalar da, ortaya çıkan ahval vadettiklerinden oldukça farklı oldu.
İlk sonuç finansal tahakkümdü. ABD finansının 1975’te yarattığı gelir o yılki ABD bütçesinin büyüklüğünün %100’üne denk düşerken, bu oran 2015’te %350 oldu. Benzer biçimde Birleşik Krallık’ta da finans, gayri safi yurtiçi hasılanın %100’ünden %300’üne yükseldi. İki ülkede de finans gücünün, ihracatı rekabetçi olmaktan çıkarıp ithalatı ucuzlatarak yüksek üretkenliğe sahip üretim işlerini yok eden aşırı değerlenmiş kambiyo kurunu beraberinde getirmesiyle büyük bir sanayisizleşme yaşandı. Bilhassa Goldman Sachs gibi finansal kurumlar, evrenin hâkimi oldu, yöneticileri ABD’de ve dünyanın diğer yerlerinde yüksek politik mevkilere geldi.
Büyük İlaç ve Büyük Teknoloji şirketleriyle kenetlenen finans, fikri mülkiyetten gelen tekelci kârları azamileştirerek rantiye kapitalizmini kuvvetlendiren küresel bir mimari inşa etti. Bunun en belirleyici ânı, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ), ABD’nin çokuluslu şirketlerinin ABD fikri mülkiyet hakları sistemini küreselleştirmesini sağlayan Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Anlaşması’nı (TRIPS) 1995 yılında yürürlüğe sokmasıydı. Bu dönüşümle birlikte çokuluslu şirketlere ve finansal kurumlara eşi benzeri görülmemiş rant sağlama ehliyeti verilmiş olundu.
Tekelci kâr kaynakları arttıkça patentler, telif hakları, endüstriyel tasarımların korunması ve tescilli markalar uçuşa geçti. 1994’te bir milyondan az patent dosyası hazırlanırken bu sayı, 2011’de iki milyonu, 2016’da ise üç milyonu aştı. O zamandan beri 12 milyon patent yürürlüğe girerken patentlerden gelen lisanslama geliri yedi katına çıktı. Fikri mülkiyetin diğer biçimlerinde de benzer bir büyüme yaşandı.

Devamı cogito bu sayıda

Şeyda Öztürk

Andreas Kalyvas - Demokrasi ve Yoksullar: Radikal Bir Demokrasi Teorisine Doğru
Bernardo Ferro - Hegel’in Hukuk Felsefesinde Yoksulluk ve Tanınma

Kriz ve Yoksulluk
Kurtul Gülenç - Kriz ve Yoksulluk
Güçlü Ateşoğlu - Kritik ve Kriz
Toros Güneş Esgün - Eşitsizlik ve Politika: Çitleri Sökmek
Özgür Emrah Gürel - Yoksulluk Krizi ve Hegelci Rehabilitasyonun Sınırları: Ayaktakımıyla Yüzleşmek
M. Ertan Kardeş - Politik Şiddete Karşı Durulabilir mi?
Eylem Yolsal Murteza - Pierre Clastres: İlkeller ve Bölünme
Kaan H. Ökten - Kant’ta Kozmopolitan Ülkü
Mustafa Poyraz - Ortada Kalan Yoksul Bireyler ve Yeni Toplumsal Korunma Arayışları
Zeynep Savaşçın - Yoksulluğa Toplum Felsefesiyle Bakmak: Haklar ve Yurttaşlık