Utanca Bakmak
ISSN: 977–1300–2880–110
Sayı : 110 Dönem : Yaz 2023
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
3 aylık düşünce dergisi cogito’nun Yaz 2023 dosyası “Utanca Bakmak”. Aylin Kuryel’in editörlüğünü yaptığı “Utanca Bakmak” dosyası utancın, toplumsal süreçler içinde şekillenen bir duygu olarak yakından bakıldığında beden politikaları, mahremin sınırları ve tahakküme direniş biçimleri hakkında önemli ipuçları sağlayabileceği fikrinden yola çıkıyor. Duyguların tarihsel ve kültürel olarak nasıl biçim aldığını ve toplumsal olanı nasıl şekillendirdiklerini inceleyen duygular sosyolojisi perspektifinden yola çıkarak, utancın ifadeleri, işlevleri, reddi ve olanaklarını tartışan yazıları bir araya getiriyor. Türkiye bağlamında adab-ı muaşeret kurallarından Yeşilçam sinemasına, medya söylemlerinden dizilere, kamusal utandırma anları ve kişisel deneyimlerden politik mücadelelerin duygulanımsal örülme biçimlerine uzanan bir hat bu. Utanç üzerine var olan literatür ile konuşan, utanç hakkında yazmanın kendisi üzerine de düşünen metinler bunlar. Makalelerin yanı sıra deneme, öykü şiir ve görsel formda katkılar da yer alıyor dosyada.
cogito’ya buradan abone olabilirsiniz.
Cogito’dan
Utanç sosyal hayatı şekillendiren duygulanımlar haritasında önemli yer tutar. Kişinin kendisine bir ötekinin gözünden bakarak hoşa gitmeyen, kabul edilemez veya gülünç duruma düştüğünü düşündüğünde, yetersizlik ve değersizlik hissi ile gelen ve saklanma arzusu doğuran bir his olarak tanımlanabilir. Duygulanım teorilerini derinden etkileyen ve utancı kapsamlı biçimde inceleyen psikolog Silvan Tomkins’e göre utanç aslen iletişimin vazgeçilmez öğelerinden biridir; oldukça bedensel bir şekilde deneyimlenir ve ötekinin bakışları çok yakından ilgilidir. Utanç ile kızaran yüz, aşağı doğru çevrilen gözler, yüzün görünürlüğünü en aza indirmeye, büyük oranda yüz ve gözler üzerinden kurulan iletişimi minimum düzeye çekmeye gayret eder. Toplumsal cinsiyet ve queer teori alanında kuramcı Eve Kosofsky Sedgwick ise hem bireysel hem sosyal bir duygulanım olarak tanımladığı utanca kendilik duygusunu şekillendiren, ilişkilerdeki hareketleri imleyen bir his olarak bakar ve bu yüzden de utancın kimlik inşasını ilişkisel bir alanda tartışmaya olanak verdiğini öne sürer. Fakat Sedgwick’e göre utanç salt negatif bir his değildir çünkü arzulanan ilginin azalması ile ortaya çıkar ve bu ilginin geri kazanılması arzusunu da barındırır. Jean Paul Sartre’da Varlık ve Hiçlik’te utancın ilişkiselliğine vurgu yapar; “her zaman birisinin karşısında”, başkasına göründüğümüz halimizle utandığımızı ve bu durumun hem bu bakışa sahip olana hem de bakışın ucundakine dair çok şey söylediğini yazar.
Elbette bu bakışlar salt kişilere ait değildir: bedenlerin ve sözlerin dolaşım alanlarını belirleyen, ahlaki değerleri yeniden üreten, normatif olan/olmayanı belirleyen, sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet üzerinden kurulan tahakküm biçimlerini üreten toplumsal ilişkiler sonucu ortaya çıkar. Nitekim, Norbert Elias’ın Batı toplumlarında uygarlığı şekillendiren temel duygulardan biri olarak tanımladığı utanç, kimin daha uygar, kimin uygarlık dışı/utanç verici olduğunu belirlemekte önemli bir kıstasa dönüşür. Kent ve sınıflı toplum üzerine araştırmalarında Richard Sennett de modernleşme sürecinde utanç hissinin daha önceden olmadığı kadar etkin hale geldiğinden bahseder. Sennett’e göre, sanayi toplumu ile birlikte kişi kendi konumundan, zayıflığından ve daha güçlü birine bağımlı olmaktan utanır hale gelir; (sınıfsal) konumundan kendisini sorumlu tutmaya başlar.
Utanç sıklıkla suçluluk duygusu ile karşılaştırılmıştır. İkisi arasındaki ayrım çoğu zaman suçluluğun cezaya ve itirafa dönük, utancın ise gizlenmeye dönük olması üzerinden yapılır. Bu bakış açısına göre, suçluluk duygusu için mutlaka bir dış gözlemci gerekmezken, kişi değerlerine ve kendinden beklentilerine uygun düşmeyen bir eylemi sonucunda da suçluluk duyabilirken, utancı doğuran kişiye yönlendirilmiş bakışlardır. Dolayısıyla, utancın kişinin ne olduğu ile ilgili, suçluluğun ise ne yaptığı ile ilgili olduğu varsayımı dile getirilir. Fakat ne olduğumuz veya yaptığımıza atfedilen anlam ve değerlerin tarihsel ve toplumsal olarak şekillendiğini göz önünde bulundurursak bu ayrımların o kadar kolay yapılamayacağını öne sürebiliriz. Hatta, İtalyan tarihçi Carlo Ginzburg’u takip ederek, genelde daha geleneksel olan ile özdeşleştirilen (Doğu) “utanç kültürleri” ile modern olarak kodlanan (Batı) “suçluluk kültürleri” arasındaki ayrımın sadece indirgemeci ve yanıltıcı değil aynı zamanda hiyerarşik ikilikler üreten de bir ayrım olduğunu öne sürebiliriz. Dolayısıyla utanca kültürel sabit olarak veya suçluluk ile farkı üzerinden değil, birçok başka duygulanım ve kavramla iç içe geçmiş bir şekilde bakmak daha verimli olacaktır. Vicdan, pişmanlık, sorumluluk, gizlilik, hicap, ar, mahremiyet, ahlak, namus, tabu, ayıp, itiraf, sessizlik, ifşa, hürmet, saygı, hayâ, şeref, onur, gurur... Farklı utanç biyografilerini birbirlerine bağlayan toplumsal mekanizmaları incelemek, bu kavramlarla ve onların özgül bağlamlardaki anlamları ile de uğraşmak anlamına gelecektir.
Utancın Kipleri
Utanç, yeryüzünde istisnasız olarak herkesin hiç değilse hayatında bir kez olsun tattığı bir duygudur. Yine de ele avuca sığmaz bir niteliği vardır. Hem bir duygu (emotion) hem de bir his (affect) olarak ele alınabilir: Hem bedende hissedilir hem de ruhta, bilinçte. Aniden, bir an için vurabilir ya da insanın içine sinebilir, yani hem bir acı hem de bir ağrı olarak duyumsanabilir ve bir ağrı halini aldığında insanın tüm hayatına bulaşan bitmek bilmez ince bir işkenceye dönüşür. Üstelik hemen yakınında başka duygular sıralanır: Mahcubiyet (embarrassment), sıkılganlık (shyness) ve en önemlisi suçluluk (guilt).
Çok yakından ilişkili iki duygu olarak utanç ve suçluluk hemen her zaman iç içe geçer. İkisini ayırt etmek zordur (belki gerekli de değildir). Ancak aralarındaki farklara göz atmak, utancı anlamak için bizi analitik açıdan daha incelikli bir bakışa götürecektir. Utanç, benlik ideali ile benlik arasındaki gerilimden doğar. Benlik ideali ise sevginin içselleştirilmesiyle bağlantılıdır, arzular temelinde kurulur. Buna karşılık suçluluk üst-benlik ile benlik arasındaki gerilimden doğar ve üst-benlik kişiliğin, yasakların içselleştirilmesiyle bağlantılı, gerçekçilik temelinde kurulan, cezalandırıcı işlevi ağır basan, babayla ilişkilendirilen bir organıdır. Suçluluk bir yanlış yapmakla, tekil bir yanlışla ilişkilendirilirken; utanç bütün olarak yanlış kişi olmakla ilişkilendirilir. Dolayısıyla suçlulukta pekâlâ yanlışı düzeltme ve telafi olasılığı bir imkân olarak mevcuttur; ancak utancın pek telafisi yok gibidir, olduğunu zannettiğin ya da etiketlendiğin ‘kötü çocuğu’ olmaya devam etmek kaderin gibi görünür. Dolayısıyla suçluluk etken şekilde baş etme ve bunu görünür kılma çabasını beraberinde getirebilir; utanç ise insanı edilgen bir çaresizliğe ve bir yok olma arzusuna sürükler. “Utanç yenilgiyle ilişkilidir, suçluluk ihlâlle”. Tüm bu nedenlerledir ki utanç, suçluluğa nazaran çok daha derin izler bırakabilir.
Tüm bu nitelikleri gösteriyor ki güçlü bir duygudur utanç, öyle ki korku kadar güçlüdür. Ve halen “ruhumuzda açılabilecek en titrek çatlaklardan biri”dir (ve çatlaklar derinlere kadar giderek büyük kırılmalar yaratabilir). Tüm gücüne rağmen utanç, mesela öfke gibi gürültücü değildir. Çünkü içeride duyulan fırtınanın tüm şiddetine rağmen insan onun sesini bastırmak ister. Bu yüzden dışarıya sessiz sedasız yansır ve içerideki ile dışarıya yansıtılmak istenen ses arasındaki desibel uçurumu yüzünden zorlayıcıdır, baş edilmesi her defasında ve hemen herkes için çok zordur. Tam da bu iç sesi bastırma çabası gösterir ki utanmanın bizzat kendisi utanç vericidir: İstenmeyen bir halde, kusuru ya da zayıflığı açığa çıkmışken görülme korkusunu tetikler; insan ister ki kimse bu halini fark etmemiş olsun, o sırada yok olsun, yerin dibine batsın. Görülmenin bir kipi olarak, görüleceğinden korktuğun hal ile görünmek istediğin hal arasındaki farka tepki olarak doğar utanç: Olduğun ya da olduğunu vehmettiğin ve olmak istediğin ya da olman beklenen hal arasındaki açıktan sızar. Öyleyse utanca yol açan tekil davranış kadar, belki de ondan da önemli olan, o somut davranışa yol açan toplumsal koşulları silerek sabitlenen bir niteliktir: Ödevini yapmadığın için değil de ödevini yapmayanlar tembel olduğundan, öyle ise sen de iflah olmaz bir tembel sayılabileceğinden utanırsın aslında. Bu durumu Sarah Ahmed şu sözlerle ifade ediyor: “Utandığımızda eylemlerimizden fazlası söz konusudur: Bir davranışın kötülüğü bana aktarılır, böylece kendimi kötü biri olarak ve kötü olduğu ortaya ‘çıkarılmış’ ya da ‘farkına varılmış’ hissederim.”
Tam da belli bir davranışı üstüne yapışan niteliklere tahvil edebilmesi utancı suçluluktan ayırır ve onu kemiksiz bir sosyal kontrol aracı haline getirir. Daha doğru bir deyişle hem somut bir davranışı genel ve yapışkan bir niteliğe çevirebilmesi hem de insanı kendini başkasının gözünden görmeye zorlaması nedeniyledir ki utanç toplumsal kontrolün önemli bir aracıdır: “Utanç caydırıcılık işlevi üstlenir: Utançtan kaçınmak için, kişi sosyal bir ideale benzemeye çalışarak sosyal bir bağ ‘sözleşmesine’ dahil olmalıdır... Utanç hem evcilleştirici bir his hem de de evcilleştirme hissi haline gelir.”
Devamı bu sayıda...
Ayşe Devrim Başterzi: Muktedir Olmayan Öznelerin Utançla İmtihanı: Kadınların Örtüsü, Evlerin Perdesi, Patriyarkanın Yakıtı Olarak Utanca Psikanalitik Bakış
Yani aklıma ilk önce izleyicinin utancı geliyor. Oysa sinemanın en büyük vaatlerinden birinin utançtan azade bir gözetleme hazzı olduğu, psikanalizden beslenen film teorisinin hâlâ en sık yüzünü döndüğü düşüncelerden biri. Voyörizm: İzleyicinin, kendisine geri dönüp bakamayacak, bakışa karşılık veremeyecek insanları görünmez bir pozisyondan, gizlice izleme lüksü. Bakışımızın nesnesi olanların, yani film dünyasının içindeki insanların, onları dikizleyen bakışlarımızı yakalama şansı yok ama ya aynı ‘suçu’ paylaştığımız diğer izleyiciler? Büyük bir sinema salonunda ya da bir evin küçük oturma odasında, aynı hazzı ve suçu paylaşanların birbirinden duyduğu utanç?
Sonra, zihnim bu anıdan biraz daha ileri bir zamana sıçrıyor. Lise yılları; hâlâ ailemle yaşıyorum ama artık aileden kurtarılmış bölge olan odamı mecbur olmadıkça asla terk etmiyorum; akşamları da televizyon karşısında annem ve babamla buluşmuyorum. Aile evini terk ettikten sonraki hayatım başlayana kadar geçecek süreye sabretmemin tek yolu odama kapanmak. Ama, o yıllarda artık hiçbir muhabbetimin kalmadığı annemle bir ortak zevkimiz var; paylaştığımız ender anlardan biri, gündüz televizyonda döndürüle döndürüle yayımlanan Yeşilçam filmlerini seyretmek, özellikle de melodramları. Odamdan çıkmamı ve kendisiyle vakit geçirmemi sağlayabilecek bir fırsat olduğunu bildiği için, televizyonda ne zaman bir Yeşilçam melodramına denk gelse hemen neşeyle seslenip beni yanına çağırıyor. Son derece çatışmalı olan ilişkimiz için bir ateşkes ortamı sağlıyor çünkü Yeşilçam. Hiç sevmediğim Türk kahvesini sadece o zamanlar içiyorum, ikimize ait o Yeşilçam ritüelinin parçası olmuş çünkü, bozasım yok. Bu filmler yukarıda anlattığım gibi, bazı ‘yabancı filmler’in yarattığı türden bir paylaşılan utanç dalgasına sebep olmuyor evimizde, aile içinde.İmtina Taktikleri
Linda Williams, 1960’lara kadarki Amerikan filmlerinde “hayatın şehevi gerçeklerinin itinayla –ve genelde absürt bir şekilde– dışarıda bırakıldığını”, uzun yıllar boyunca “sadece öpüşen” Amerikan sinemasının bu anlamda bir “uzatmalı ergenlik” geçirdiğini söylüyor. Williams özellikle, 1930’ların muhafazakârlaşan Amerika’sında filmlere dönük sansür uygulamalarını baştan engellemek için Hollywood’un kendi içinde uygulamaya soktuğu bir otosansür mekanizması olan Production Code’un (film endüstrisi yasaları) yürürlükte olduğu 19341966 arasındaki döneme odaklanıyor. Bu dönem boyunca, “seksin bayağı biçimlerinin” yasaklandığını, yasanın bundan kastettiğinin de “tutku dolu sahneler” olduğunu aktarıyor ve bu yoğun sansür yıllarında çekilmiş filmlerin cinselliği dışarıda bırakmak için nasıl stratejiler geliştirdiğine bakıyor. “Uzatmalı ergenlik” tanımı şu yüzden ilgi çekici; cinselliğin farkında olan, cinselliğin sınırlarında gezen ama sınırı geçemeyen bir hale işaret ediyor. Cinselliğin bir gündem olmadığı değil de yokluğuyla büyük bir gündem olduğu bir hal. Williams, ele aldığı dönemin filmlerinde bir “gizil (latent) cinsel bilgi” olduğunu söylüyor; “bu filmler seks diye bir şeyin varlığını aynı anda hem biliyor hem de bilmiyor gibi görünüyorlar” diyor.Devamı bu sayıda...
Nazlı Cem: Sevgili Günlük
Birkan Taş: Ne Yanlış ne de Yalnız: Utanç, Toplumsal Cinsiyet ve Cinsellik
Bawer: Gurur ve Utanç: LGBTİ+’lara Yönelik Kamusal Utandırma, HIVfobi ve Bazı Diğer Şeyler
Erinç Seymen: Babişko
Yetkin Nural: Yürüyüş
Özgür Sevgi Göral: Su Altında Kalanlar, İnançlılar, Dövüşenler, Failler, Umursamayanlar ve Utancın Katmanları
Nevzat Sayın: Tepkisel Bir Utanç Tutanağı Olarak Güncel Mimarlık Tarihi İçin Sinopsis
Mustafa Kemal Coşkun: İşçi Sınıfı, Duygular ve Utanç
Seçkin Erdi: Bir Sayfiye Ziyareti
Ortadoğu’da özellikle kadınlar arasındaki hetero-olmayan cinselliklere dair çok sınırlı tarihsel ve yazınsal kaynak bulunuyor. Bu yüzden Bareed’in yayımlanması hayli dikkat çekti; Menassat gibi çevrimiçi dergilerde ve Journal of Middle East Women’s Studies gibi akademik dergilerde kitapla ilgili yorumlar çıktı; San Francisco’da okuma tiyatrosu yapıldı, benimki de dahil olmak üzere üniversitelerde okutuldu. Bareed’in 2009’da yayımlanmasını mümkün kılan şey, insanların bir araya gelmesine ve çevrimiçi anonimliğin güvenliği içinde bir topluluk oluşturmasına yardımcı olan sosyal medyadaki ilerlemelerdi. Düzenli olarak toplanan Meem üyeleri olan katılımcılar birbirlerine yabancı değillerdi; bu yüzden onların hikâyeleri Lübnan’daki sıkı ilişkiler kurmuş bir topluluğun içyüzünü anlamamızı sağlamanın yanı sıra duygusal ve siyasi içerimler barındıran yaşamlarının iç içeliğine dair bir anlatı arşivi oluşturuyor.
Batılı cinsel kimliklerin tanıdık adlandırmalarını kullanan ve Batılı bağlamlarda kavgası verilen amaçlarla aynı doğrultuda olan amaçları –özgürleşme, gey hakları ve toplumsal tanınma– dillendiren çoğu yirmili ve otuzlu yaşlardaki bu queer erkekler ve trans bireyler basitçe ya da naifçe Batılı queer epistemolojisini sahiplenmekle kalmıyor. Daha ziyade çeşitli yerel ve jeopolitik baskılar altında cinselliklerini şekillendiriyor ve müzakere ediyorlar. Onların hikâyeleri queer Arap oluşun ne şekilde olduğu üzerine düşünmeye başlamamıza yardım ediyor: karışık, karmaşık bir melez ve tamamlanmamış. Bareed’de Batı emperyalizmi ve küreselleşme koşulları, sömürge geçmişinin ayıplama mirasları ve savaş sonrası Lübnan’ın gündelik yaşamı üzerinden kolektif queer deneyimin haritası çıkartılıyor. Bu metinde temsil edilen queer Arap grubu açısından topluluk haline gelme sürecinin önemli bir veçhesi bence utanç hakkında konuşmaya açıklıktır. Bareed’in çarpıcı bir özelliği utancın anlatılarda dolaylı ya da dolaysız olarak çok sık karşımıza çıkmasıdır. Metnin yakın bir okuması utancın Arap queer oluşunda nasıl üretken olabileceğini gösterecektir. Elspeth Probyn’e göre utanç duymak önemli olanı harekete geçirir, çünkü “sizi utandıran şey sizin için önemli olan şeydir, özsel bir parçanızdır.” Utançta ilişkisellik ve aidiyete yatırımlarımıza ilişkin endişelerimiz ve dertlerimiz belli olur. Eve Sedgwick’in teorileştirdiği üzere, utanç daima ilişkide meydana gelir ve bu yüzden birbirimize en derin yatırımlarımızla temas etmemizi sağlar. Ayrıca, utanç, daima dolaysız bir bedensel etkisi olduğundan, derin düşünmeyi ve hatta buluşları davet eder. Hatta Bareed’de kendini gösteren şey, marjinalleşmenin ve ayıplanmanın acı verici güçlüklerini yaratıcı şekilde müzakere eden bir topluluğun filizlenişidir. Utancı aşma mesajı veren Stonewall-sonrası onur siyaseti stratejilerinin aksine bu topluluk kendini utanca karşı değil utanç yoluyla icat eder. Açık konuşmak gerekirse, yazarların anlatıları Batılı onur ve gey hakları söyleminden yoksun değildir ama anlatıcıların çoğu gelenek ve aile (cinsel ayıplanma alanları) ile modern queer yaşam arasında bir seçim yapmaya direniyormuş gibi görünüyor. Bareed gey hakları ve toplumsal özgürlüğün bedelinin aile bağlarından ya da dinden yoksunluk anlamına gelmediği bir gelecek umudunu açığa vurur. Bir başka deyişle, yazarların çoğu açısından grup aidiyetinin kaybı “açılma” hakkı için yapmak istedikleri bir fedakârlık değildir.Devamı bu sayıda...
Elspeth Probyn: Gündelik Utanç
Geçen Sayıdakiler
Sesli Düşünmek
Yazarlar Hakkında