Sesli Düşünmek
ISSN: 97713002880109
Sayı : 109 Dönem : Bahar 2023
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
3 aylık düşünce dergisi Cogito’nun bahar sayısında “Sesli Düşünmek” dosyası var. Begüm Özden Fırat, Ceren Lordoğlu, Evrim Hikmet Öğüt’ün editörlüğünde hazırlanan dosya, sese geniş bir çerçeveden kulak veren, farklı disiplinlerden ve farklı kuşaklardan araştırmacıların yazılarından oluşuyor ve duymanın ve sesin farklı kiplerinin tarihsel ve toplumsal inşasını ve sesin sosyo-kültürel olarak anlamlandırılma ve deneyimlenme biçimlerinin döünüşümünü tartışmaya açıyor.
Dosyadaki yazılar sesin, toplumsal olanı çok yönlü olarak kavramada hem bir vasıta hem bir ortam hem de bizzat kendisi anlam üreten bir araç olarak değerlendirilmesine odaklanıyor. Sesi, gürültü, kahkaha ve sessizlik gibi farklı biçimleriyle hem bir anlam vasıtası hem toplumsal hiyerarşiler ve eşitsizlikleri yeniden üreten ya da dönüştüren ilişkisel bir araç hem de çağdaş sanattan gündelik hayata kadar toplumsal deneyimin nesnesi olarak geniş bir yelpazede tartışan yazılar, sesin izini mahalle, ev, meyhane gibi belirli mekânsal bağlamlarda ya da insan ve insan olmayan canlıların sesleri arasındaki farklılığın kuruluşunda takip ediyor.
cogito’ya buradan abone olabilirsiniz.
Cogito’dan
Jonathan Sterne, ses çalışmalarının ortaya çıkışının, değişen ses dünyamıza (sonic world) karşı üretilen bir yanıt olduğunu ileri sürer. Ses çalışmaları
(sound studies), sessel pratikleri ve bu pratikleri tanımlayan söylem ve kurumları inceleyerek, sesin toplumsal dünyalarımıza ne yaptığının yanı sıra insanların da ses manzaraları içerisinde ne yaptıklarını anlamaya gayret eder. Bu şekilde, kent yaşamı, bürokrasi, milliyetçilik, gözetim gibi toplumsal olguları ve gündelik hayatı ses üzerinden, sesle birlikte tartışmaya çalışan bir “sonik düşünme” biçimi de ortaya çıkmış olur.
“Sesli Düşünmek” dosyası, sese geniş bir çerçeveden kulak veren, farklı disiplinlerden ve farklı kuşaklardan araştırmacıların yazılarını bir araya getirmeyi ve yeni çalışmalara alan açmayı hedefliyor. Duymanın ve sesin farklı kiplerinin tarihsel ve toplumsal inşasını ve sesin sosyo-kültürel olarak anlamlandırılma ve deneyimlenme biçimlerinin dönüşümünü tartışmaya açıyor. Yazılar sesin, toplumsal olanı çok yönlü olarak kavramada hem bir vasıta hem bir ortam hem de bizzat kendisi anlam üreten bir araç olarak değerlendirilmesine odaklanıyor. Sesi, gürültü, kahkaha ve sessizlik gibi farklı biçimleriyle hem bir anlam vasıtası hem toplumsal hiyerarşiler ve eşitsizlikleri yeniden üreten ya da dönüştüren ilişkisel bir araç hem de çağdaş sanattan gündelik hayata kadar toplumsal deneyimin nesnesi olarak geniş bir yelpazede tartışan yazılar, sesin izini mahalle, ev, meyhane gibi belirli mekânsal bağlamlarda ya da insan ve insan olmayan canlıların sesleri arasındaki farklılığın kuruluşunda takip ediyor.
Yazıların bir kısmı, sesi tarihsel ve kültürel bağlamına yerleştirerek onun şey ve durumlara anlam veren niteliğine odaklanırken, bugün de dahil olmak üzere farklı zaman ve mekânlarda seslerin nasıl dolandığına ve tecrübe edildiğine bakıyor. Bu çalışmalarda alanın kurucu kavramı ses manzarası (soundscape) da eleştirel bir şekilde yeniden düşünülüyor, bazı yazılar bu kavrama “atmosfer” gibi farklı alternatifler üreten yazını takip ediyor.
Sesin politikası olarak adlandırabileceğimiz çerçevede, sese sosyo-politik çatışma ve müzakere, tahakküm ve direnme ilişkisi çerçevesinden yaklaşan ve sesin iktidar ilişkilerinin çok boyutlu alanında nasıl işlediğine odaklanan yazılar yer alıyor. Siyasetin belirli bir öznesinin, belirli bir eylem biçiminin olup olmadığı, dolayısıyla siyasal olanın belirgin ayrıştırıcısının ne olduğu Antik Yunan’dan beri üzerine düşünülen meselelerden biri. Bu minvalde Jacques Rancière, kimin konuşmasının logos’un alanına dahil olduğu kiminkinin ise salt ses (phone) addedildiği arasındaki ayrımın siyasete ait bir mesele olduğunu belirtir. Bu ayrım, siyasetin öznesinin kim olduğunu imlediği ölçüde sesin anlam içermeyen boyutlarını dışarıda bırakır: Bazılarının çıkardığı ses anlam ihtiva etmez, o salt duyguların taşıyıcısıdır. Siyasal olan ise yerleşik beden, zaman ve mekân algısının dönüşmesi, görünür ve görünmez, söz ve ses ayrımlarının altüst edilmesi ile ilgilidir; salt ses olarak duyulana anlam kazandırma mücadelesidir. Bu anlamda, sesin konuşan (ve susan) özneyi sınıf, cinsiyet, ırk ve etnisite gibi iktidar ilişkileri alanında nasıl konumlandırdığına; tahakküm ilişkilerini nasıl yeniden üretebildiği ya da alt üst edebildiğine; kimin sesinin duyulup kiminkinin duyulmadığına ve bu sessel ayrımın tarihsel olarak nasıl kurumsallaştığına odaklanan tartışmalar da bu sayıda önemli bir yer tutuyor.
Bu dosyadaki yazıların ortaklıklarından biri de yönteme dair soruları merkeze alan sesli metodolojiler ya da sesin metodolojisi. Bull ve Back’in ifade ettiği gibi, sosyal bilimlerde görselin hegemonyası ve gözün merkeziyetine dayalı ontolojik ve epistemolojik varsayımlar, dokunma, tat, koku ve dinleme gibi diğer duyu deneyimlerinin itibarsızlaştırılmasına yol açar. Bilginin ve bilmenin kaynağı olarak gözün ve görsel olanın birincilliği, “duyuların hiyerarşisi”nde somutlaşır; bu durum da tarihsel ya da çağdaş pek çok toplumsal deneyimin göz ardı edilmesine sebep olur. Metodolojik literatürde de çok-duyulu bir dönüşümün parçası olarak, sesin zenginliğini ele almaya; temsili olmayana ve performatif olana doğru bir yönelim belirir. Bununla birlikte ilk dönem ses çalışmalarının ağırlıkla beyaz, Batılı ve erkek deneyimini merkeze almasına yönelik feminist eleştirinin 2000’ler sonrasında güçlenmesiyle çok daha yenilikçi ve güncel çalışmaların ortaya koyulduğu da bir gerçek. Göz odaklı araştırma yöntemlerinin başatlığının, bilmenin kesinliğinin görme ile eşitlenmesinin yanı sıra, sözlü tarih, derinlemesine görüşme gibi “söze ve söylenene” odaklanan yöntemlerin dahi sesi ihmal ettiğini söyleyebiliriz. Bununla birlikte, sesli antropolojiye, işitsel etnografiye yönelik ilginin artması ya da sesin niteliksel araştırmalarda veri olarak değerlendirilmesinin imkânları üzerine daha fazla tartışılması, metodolojik açıdan önemli açılımlar sağlar. Sesin farklı disiplinlerin bakış açısıyla ele alınmasının beraberinde getirdiği yöntemsel çeşitliğin yanı sıra ses araştırmalarının başvurduğu yeni yöntemler de yaygınlık kazanmakta: Ses yürüyüşleri (soundwalk), dinleme yürüyüşleri (listening walk), fonografik yürüyüşler (phonographic walk) bunlardan sadece bazıları.
Sesin duygu ve bedenle olan ilişkisi de bu derlemede gündeme aldığımız temalardan biri. Yaşamlarımızı kırılma ve sabitlenmelerle beklenmedik şekillerde dönüştürme gücüne sahip olan duyguların analize dahil edilmesi, toplumsal olanı yeni şekillerde anlama imkânı sunar. Bununla birlikte, ses çalışmaları, araştırmacı olarak bizleri duyumsayan ve duygulanan bedene doğru da yöneltir. Elbette bu beden tarihsel bağlam içerisinde toplumsal ve kültürel olarak inşa edilmiş bedendir ve duygularla algılanan şeylerin tarihsel dönüşümüne de odaklanmamıza imkân verir. Dosyadaki metinler sesin duygu ve bedenle olan ilişkisini odağına alırken, sesi bir tecrübe ve sosyal yaşamı anlamlandırma biçimi olarak da değerlendiriyor.
Dosyanın ilk yazısı olarak Emily Thompson’ın 2004 tarihli Soundscape of Modernity (“Modernitenin Ses Manzarası”) adlı kitabının giriş yazısının çevirisi yer alıyor. Thompson, 20. yüzyıl başlarında Amerika’da işitsel kültürün tarihi olarak tanımladığı çalışmasında, bu dönemde insanlar tarafından duyulan seslerde dramatik dönüşümlerin ortaya çıktığını iddia ediyor. Bu dönüşümlere dinleme ortamları ve dinleme kültürlerindeki muazzam dönüşüm de eşlik ediyor. “Makine Çağı” olarak adlandırılan bu dönemde kulaklara çarpan bu şey, modern teknolojilerin ürünü olan yeni bir ses türüdür. Thompson giriş yazısında bu yeni sesleri üreten teknolojileri ve onları tüketen kültürün çözümlenmesine ve anlamlandırılmasına dair tarihsel ve kültürel nirengi noktalarını ortaya koyuyor.
Dosyada birden fazla metinde ses ve duygu arasındaki ilişkiye odaklanılmakla birlikte Şirin Özgün’ün “Sesler ve Politika: Ses Çanakları ve Ses Terapisi Bağlamında Bir Tartışma” adlı yazısında özellikle ses çanaklarıyla terapi açısından sesin belirgin bir bedensel ruhsal iyileşmeyle ilişkilendirildiğini görüyoruz. Özgün, bedensel iyilik halleri, sağlık, iyileşme konularının uzantısı sayılacak alternatif şifa yöntemleriyle, ses çanaklarıyla terapi arasındaki ilişkiye kendi deneyimden yola çıkan bir anlatımla yaklaşıyor. Ses terapisi ile müzik terapisi arasındaki ayrımlara literatür üzerinden açıklık getiren yazı, bu terapinin tarihi hakkında eleştirel bir okuma, değerlendirme yapabilme imkânını sağlıyor. Oto etnografinin ve ses etnografisinin birlikte kullanımının yazıya kattığı yöntemsel zenginlik sayesinde sesin beden üzerinde yarattığı değişim ve etkiyle ilgili yakın bir gözlem aktarımı sağlıyor. Ses çanakları (singing bowls) ses masajı ile dinleme ve duymanın nasıl bütün bedene yayıldığına, çanaklar, bedenler ve mekân arasında nasıl bir duygulanımsal ilişkinin ortaya çıktığına tanık oluyoruz. Bu bakımdan yazı, bizi sadece ses beden ilişkisine değil, beraberinde sesin duygulanımlarla (affect) ilişkisine bakmaya da yöneltiyor. Özgün, yazıyı ses terapisiyle ilgilenen toplumsal kesimlere, özellikle de kadınlara dair yaptığı gözlemler ve dayanışmanın sorgulanmasına dair sorularla sonlandırıyor.
Feminist dayanışmanın öneminin altını çizen Özgün’ün bıraktığı yerden Ege Akdemir feminist gece yürüyüşündeki seslere yöneliyor. “Muhtemel Dünyaları Seslendirmek: İstanbul Feminist Gece Yürüyüşünün Kakofonisi” başlıklı yazısında Akdemir, 2003’ten beri Taksim’de gerçekleştirilen “İstanbul Feminist Gece Yürüyüşü”nün politik gücünü eylemin yarattığı akustik atmosfere odaklanarak tartışmaya açıyor. Her yıl binlerce kadının İstiklal Caddesi’nde bir araya gelerek şarkı söyleyip tezahürat yaptığı, perküsyon gruplarının ritimleriyle dans ederek ıslık çalarak slogan attığı bu yürüyüşün akustik deneyimi protestonun en unutulmaz yönlerinden biridir. Akdemir yürüyüşe katılanların kişisel deneyimlerini, toplumun cinsiyetlendirilmiş akustik düzenine ilişkin teoriler özelinde tartışmaya açarak Feminist Gece Yürüyüşü’nün ses manzarasının benzersizliğini araştırıyor. Akdemir’e göre yürüyüşün akustik atmosferi, söylenen cümlelerin semantik değerinden çok bireylerden çıkan sesleri önceleyerek kendine has bir politika yapma biçimini ve ilişkisellik deneyimini mümkün kılar. Bu sebeple yazıda, yürüyüşün katılımcıları tarafından sarf edilen “kakofoni”, eylemin işitsel dokusunu anlamak için elverişli bir terim olarak kullanılır. Kakofoni kısmen dil ötesi ses manzarasında ortak siyasi taleplerin seslendirilmesi kadar, farklı seslerin bir arada var oluşunu anlamak için de önem taşır. Böylelikle yürüyüş, hem anti-patriarkal bir eylem hem de bir ortak varoluş kutlaması olarak politika yapma tanımının sınırlarını yeniden kurar. Son olarak makale, kadınların İstanbul Feminist Gece Yürüyüşü’nün akustik atmosferinin kadınlar arasında duygulanım odaklı yeni dayanışmalar örerek “Birbirimizle ve dünyayla nasıl farklı ilişkilenebiliriz?” sorusuna cevap olabilecek alternatif dünyaları seslendirdiğini iler sürüyor.
Gece yürüyüşünde, birlikte seslenmenin imkânlarını düşünmeye Aylin Kuryel’in slogan atmanın politika ile olan ilişkisine dair gözlemleriyle devam ediyoruz. Kuryel, kolektif eylemin akustik atmosferinin materyal ve duygulanımsal boyutuna kulak kabarttığı yazısında, “bir düşünceyi kolay hatırlanıp tekrarlanabilir bir biçimde ifade eden kısa, çarpıcı söz, motto” olarak tanımlanan sloganın, “atıldığı” zaman, “söz” olduğu kadar “ses” de olduğu fikrinden yola çıkıyor. Kuryel, sloganın onu atanlar, duyanlar, atıldığı mekân ve dolaşım alanları üzerindeki etkisine ve politik alanın ses, beden ve duygulanım üzerinden inşa edilme biçimlerine odaklanıyor. Kuryel’e göre politik öznellik, söz üzerinden olduğu kadar (“söz üretmek/söylemek”), ses üzerinden de tanımlanır (“ses çıkarmak”, “sesini yükseltmek/duyurmak”). Bu şekilde politik alanda eyleme gücünü tarif etmede merkezî olan ses metaforu, slogan atma ediminde doğrudan vuku bulur; bedensel ve mekânsal bir nitelik kazanır. Sloganı, siyasi birlikteliğin deneyimlenmesinde beden ve duyguları harekete geçiren ve ortaklaştıran bir araç olarak ele alan yazı, sloganın beden, mekân ve zamanlar arasında dolaşabilen bir ses olmasına da dikkat çekiyor. 2013 Gezi Direnişi’nden bugüne, toplumsal hareketlerin kitleselleşmesi ile kamusal alanın tahakküm altına alınması geriliminin yoğun yaşandığı bu süreçteki bazı eylem anlarına, video ve deneyim paylaşımlarına odaklanan yazı, politik alanda ritim, rezonans ve frekans gibi işitsel olguların politik olan hakkında neler söyleyebileceğine kulak veriyor.
“Rooooaaaaarrrrrrrrr: Kükreyen kalabalıkların gürültüsünde çok sesliliği duyabilmek” başlıklı yazısında Derya Ülker, Kuryel’in “gövde gösterisi” ifadesinden hareketle “ses gösterisi” olarak tanımladığı eylem halindeki kalabalıkların ses atmosferinin 18. yüzyıldaki öncü biçimlerine odaklanıyor. Yazının merkezinde Dickens’ın 1859’da yayımlanan romanı İki Şehrin Hikâyesi yer alıyor. Ülker’e göre, 1700’lerin sonunda Paris ve Londra’da duyulan kalabalıkların sesini günümüze ulaştıran bu roman, Dickens’ın, görsel tahayyülün sınırlarını aşan kalabalık fenomenini, başka bir estetik kategori olan işitsel duyuma başvurarak anlatması açısından dikkat çekicidir. Dickens’ın anlatımında, hareket eden, toplumu dönüştüren hem siyaset hem de estetik alanında temsil edilemeyen kalabalık, duyulur hale gelir, adeta ses yoluyla varlık kazanır ve romanın olay örgüsüne göre biçimlenerek okur tarafından duyumsanır. Ülker, Dickens’ın kalabalıkları ele alış biçimini tarihsel bağlama oturtmak için aynı dönemdeki diğer yazar ve düşünürlerin metinlerinde, mektuplarında ve günlük yayınlarda toplumsal düzeni değiştirmekte olan kalabalıkların, gürültü ve patırtıyla tarih sahnesine çıkışını okumaya girişiyor. 18. yüzyıl kalabalıklarına ait seslerin öznel bir kaydı niteliğindeki bu anlatımlar, yazarların kalabalıkları nasıl duyduklarının bilgisini de sansürsüzce ortaya koyar. Duyulma mücadelesi veren kalabalıkların sesinin kükreyiş veya gürültü olarak kategorize edilmesi, onların toplumsal özne, seslerinin ise söz olarak kabul edilmediğine işaret eder. Benzer şekilde, Dickens’ın yaşadığı dönemde Londra’da yoğunlaşan insan nüfusu ve sanayileşme ile ortaya çıkan gürültü sorunu üzerine yazılan diğer metinlerde de sesler hiyerarşisinin en alt katında bulunan gürültü ile toplumsal hiyerarşide kendine yer bulamayan kalabalıkların özdeşleştirildiği görülür. Ülker’e göre, Dickens’ı ve çağdaşlarını rahatsız eden sesin kendisinden çok, tehditkâr buldukları toplumsal olaylarla biçimlenen ses alanı mücadelesinin yoğunluğudur.
Burcu Yaşin’in yazısı bizi Ülker’in ele aldığı tarihsel bağlamdan farklılaşan güncel bir kentsel alan mücadelesine taşıyor; mekân, kimlik ve ses arasındaki ilişkiyi kentsel dönüşüm üzerinden izliyor. Yaşin “Duyumsayan Beden, Soylulaşan Mekânsal Atmosferler ve Değişen Müzikal Aktarım Pratikleri Üzerine” başlıklı yazısında, Gaziosmanpaşa’nın kentsel dönüşüme maruz kalan Sarıgöl Mahallesi’nde ikâmet eden Roman müzisyenlerin yerinden edilmeleri sürecinde müziğin izini sürüyor. Yaşin, Sarıgöllü müzisyenlerin müzikal aktarım pratiklerini, sonik atmosferler, akustemoloji ve bedenleşmiş dinleme yaklaşımları üzerinden analiz ederek, müzikal aktarımın mekân, insan ve insan dışı unsurlarla çok katmanlı ilişkiselliğini irdeliyor. Kentsel dönüşümün soundscape üzerindeki etkisine odaklanan bir dizi çalışmaya da referans veren Yaşin, kentsel dönüşümün soundscape ve ses aracılığıyla kurulan ilişkiler üzerindeki yıkıcı etkisini ele alıyor. Yerinden edilen müzisyenlerin seslerinin duyulamaz hale gelişinin mahallenin soundscape’i gibi, müzik pratiklerinin yeni nesile aktarımında da ciddi bir dönüşüm yarattığını ortaya koyuyor. Usta-çırak ilişkisine dayalı bir müzikal aktarım sisteminde, bireylerarası diyaloğun ötesinde, mekânsal faktörlerin, dinleme pratiklerinin, bedenler arası kinestetik temasın, iklim koşullarının ve ses ötesindeki duyusal deneyimlerin önemini tartışıyor.
Yaşin’in sesin mekânsallıkla olan ilişkisine dair açtığı yolu takip eden Suzi Asa, analiz ölçeğini meyhane ortamına kadar küçültürken, ses ve mekân arasındaki ilişkiyi metodoloji tartışmasına odaklanarak genişletiyor. Asa, “Haraway’in Duyusal Tanıklığı ve Hatay Meyhanesi Müdavimlerinin Sesi, Soluğu, Çizgisi” başlıklı yazısında kent mekânının önemli bileşenlerinden biri sayılabilecek meyhanelere farklı bir şekilde, sesle yakın ilişki üzerinden bakabilememize imkân sağlıyor. Meyhanelerin duygu yüklü mekânlar olarak ele alınması da önemli yönlerinden biri olarak yazıyı derlemedeki pek çok farklı yazıyla ilişkilendiriyor. Asa’nın, Donna Haraway’in “Konumlu Bilgi” makalesinin izleğinde ve ona referansla kısmilik anlayışı ile duyusal katmanlılığı ilişkilendirme arayışında olduğunu görüyoruz. Asa, Ümit Bayazoğlu’nun derlediği Hatay Meyhanesi Defterleri’ni Haraway’in kısmilik anlayışı ve duyusal katmanlılıkla birlikte okumayı amaçlayan yazısında bir yandan meyhanenin tarihini, bir yandan da müdavimi olan dönemin ünlü edebiyatçılarının meyhane notlarının izini sürebiliyoruz.
Sesin mekânsallıkla ilişkisini kuran bir diğer yazı, bu ilişkiye bir yandan mahalle ölçeğinde yaklaşırken bir yandan da haneler arasındaki sessel pasajlar olan akuzmatik mekânlara odaklanıyor. Begüm Özden Fırat ve Çisel Karacebe “Kamusal ve Özel arasında Akuzmatik Mekânlar: COVİD-19 Pandemisinde İstanbul Kurtuluş’ta İki Mahallenin İşitsel Etnografisi” başlıklı yazılarında COVİD pandemisinin kentsel ses manzarasını nasıl değiştirdiğine odaklanıyorlar. İstanbul’un Şişli ilçesinde yer alan Kurtuluş semtinde Pangaltı ve Son Durak olarak adlandırılan iki bölgede yapılan saha araştırmasından yola çıkarak, semt sakinlerinin işitsel deneyimlerini merceğe alıyorlar. Fırat ve Karacebe, mahalleyi kamusal ile mahrem ve zamansal ile mekânsal olarak birbirinden yalıtılmış iki toplumsal ve kültürel varoluş biçimi şeklinde tanımlamak yerine, bu iki toplumsal alan arasındaki sınırları ses vasıtasıyla aşılan, ilişkisel ve geçişken bir şekilde konumlandırıyorlar. Ses manzarasının dönüşümünü, kaynağı görülmeksizin sesin duyulması deneyimini ifade eden ve kamusal ve mahrem seslerin birbirine sızdığı mimari alanları tanımlamak için kullanılan “akuzmatik mekân”lara odaklanarak tartışan yazı, söz konusu mekânların, bilhassa pandemi döneminde zengin bir işitsel karşılaşma alanı olarak deneyimlendiğini ileri sürüyor. Bu şekilde yazı kamusal ve özel arasındaki sınırların mücadele ve müzakere çizgileri hâline geldiğini ve akuzmatik mekânların pandemi öncesine kıyasla daha aktif bir biçimde kullanıldığını gösteriyor. Özel alanlar arasında dolanan mahrem sesler, komşuluk ilişkileri ve mekânsal aidiyet açısından ev içerisindekilerin sesini “hizaya” sokan bir rol üstlenir. Sakinler, seslerini mahallenin tonalitesine göre ayarlar, kendilerine çeki düzen verirler. Bu da gösterir ki, akustik topluluk, belirli seslerin iktidar ve tahakküm ilişkileri (toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim, etnisite, politik görüş) içerisinde susturulması ile oluşur. Diğer yandan alkış eylemleri gibi pandemi dönemine has eylem biçimlerinin yarattığı kamusal ses ortamı da benzer bir akustik tahakkümü duyulur kılarken, aşağıdan örgütlenen kutlama ve protestolarla camilerde örgütlenen devletin egemen ses ortamı (selâ, ezan ve dualar gibi) arasında çatışmalara sahne olur.
Sidar Bayram’ın yazısı, akuzmatik mekânların duyma ve dinlemeye getirdiği odağı dinlemenin spesifik bir biçimine taşıyor. Bayram, “Tıkırtılara Kulak Vermek: Akustik İzler ve Adli Dinleme” başlıklı yazısında, adli dinlemenin kavramsal, medya-teknolojik, siyasi ve hukuki boyutlarını, iktidar ilişkileri bağlamında tartışıyor. Yazı adli dinlemenin iki boyutuna işaret ediyor: Bir yandan, bir yönetim ve denetim faaliyeti olarak adli dinleme, konuşmanın geri planında duyulan sesler, uğultular ya da sesin birine ait olup olmadığı gibi sesin maddi unsurlarına odaklanarak işitsel ifadeleri ve anlamları yorumlama faaliyetini geri planda tutar. Diğer yandan adli dinleme, olmayan anlamlar ve bağlantılar üreten bir aşırı yorumlama pratiği halini alır. Adli dinleme pratiğinin, sesi hem fiziki unsurlarına indirgeyen hem de aşırı-yorumlayan bu ikili yapısını, güncel toplumsal vakalar ve kültürel eserler üzerinden inceleyen Bayram, bunu yaparken, Türkiye’deki ses evreninin siyasi, hukuki ve medya-kültürel boyutlarına ışık tutuyor. Metin, kültür sosyolojisi, ses çalışmaları, medya çalışmaları, devlet teorisi, adli bilimler, komplo teorileri gibi farklı alanlarla eleştirel bir diyaloğa giriyor.
Özlem Güçlü’nün “Anima: Vegan Sesin Yaşam İmkânı” başlıklı yazısı, dinleme ve duyma edimine ilişkin odağı, dinleyenden ve duyandan, dinlenene ve duyulana yöneltirken insan merkezli duyma/duyulma ilişkisine yönelik bir tartışma açıyor. Özlem Güçlü’nün yeni kuşak bağımsız belgeselci Yusuf Emre Yalçın’ın, hayvan-insan ilişkisinde insan istisnailiğini ve insanmerkezliliği sorgulamayı merkezine alan Anima (2021) filminin ses bandını, Anat Pick’in “vegan sinema” ve “vegan bakış” kavramsallaştırmaları bağlamında ele alıyor. Pick’in insan olmayanların filmsel alanda varlıklarını tanımaya, onlara şiddetli olmayan görme biçimleriyle yaklaşmaya dair bir öneri olarak öne sürdüğü vegan sinema kavramı sinemanın insan olmayanlarla ilişkisi üzerine bir yeniden düşünmeye ve sinema tarihine insan bakışını merkeze almayan bir dikkatle yeniden bakmaya yönelik bir öneri olarak düşünülebilir. Özlem Güçlü yazısında, Pick’in kavramsal çerçevesinin doğrudan üzerinde durmadığı ses bandını odağına alarak vegan sinema ve vegan bakış kavramsallaştırmalarını ses bandı bağlamına taşımış oluyor. Ses bandındaki üst ses, dış ses, ortam sesi gibi sonik unsurların, insan merkezliliğini sorgulamaya açan Güçlü, görmenin insan merkezli önceliği karşısında, sinemanın insan olmayanlarla ilişkisinde onların varlıklarını tanıyan daha işitsel ve diğer duyusal imkânlarını tartışıyor.
Özlem Güçlü gibi Merve Şen de yazısında sesin peşinden gittiği iki çalışmadan biri olarak bir filmi ele alır. Anlatımlarında Şen’in kendi sesini, hislerini, yorumlarını çokça duyarız. Odaklandığı çalışmaların ilki Marina Papazyan’ın Sevgili İltihaplı Folikül Derimde Anma Var adlı işi, ikincisi de Şair Füruğ Ferruhzad’ın çektiği tek film olan Ev Karadır’dır. Bu iki iş arasında ses üzerinden bir bağ kurar Şen. Sesin farklı güç ilişkilerini kavrayabilmemizde nasıl bir inceleme zemini olduğunu bu iki işle bağlantılı kılar. Her iki işte de sanatın sunduğu estetik deneyimi, bedeni ve dünyayı yeniden duyma ve duyurma biçimleri ürettiğini keşfetmemize olanak sağlar.
Son dönemde ses, sessizlik, gürültü arasındaki ilişkileri görsel işitsel sanat çalışmaları ile inceleyen Nermin Saybaşılı, “‘Artık-yaldız’: Ses-Nesnelerinde Saklı Bellek” başlıklı yazısında, sesi bir bellek taşıyıcısı olarak ele alır ve ses ile kültürel bellek ilişkisinin izini görsel-işitsel sanat çalışmaları üzerinden sürer. Belleğe geçmişle şimdi arasında kurulan bağlantılara işaret etmesi açısından yaklaşan Saybaşılı, Füsun Onur, Sarkis, Ege Kanar ve Berat Işık’ın yerleştirmelerinde sesin ve sessizliğin bu bağlantıları kurmada oynadıkları role odaklanır. Sesi ve ses nesnelerini “anlamın rezonansını taşıyan bellek parçacıkları” olarak ele alan Saybaşılı, incelediği görsel-işitsel çalışmalarda, Jean-Luc Nancy’nin “tınlayan özne” (resonant subject) kavramına atıfla, sesin konuşma, müzik, gürültü ve sessizlik gibi tezahürleri kadar, beden ve cisimlerde titreşen, bedenselleşen sesin peşinden gidiyor. Ele aldığı çalışmalar üzerinden ses ve bellek ilişkisini irdelerken “Geçmişin geçmiş olmadığının görsel ve işitsel nişanesi olarak ses-nesnelerine yerleşmiş bir fazlalık olarak” tanımladığı “artık-yaldız” kavramını öneren Saybaşılı, geçmiş gibi ötekiliğin izlerini de bu kavram aracılığıyla takip ediyor.
“Sesli Düşünmek” dosyasında yer alan makalelerin bir kısmı farklı disiplinlerden lisansüstü öğrencilerinin tez çalışmalarından yola çıkarak kaleme aldıkları yazılardan oluşuyor. Bu bizlere yakın zamanda ses üzerine çalışmaların zenginleşeceğine dair bir umut veriyor. Makalelerden birkaçı ise yazarların halihazırda yürüttükleri araştırma alan ve konularına, ses üzerinden yeniden bakmalarını sağlayacak şekilde yeni bir perspektif oluşturmalarına vesile oldu. Sese geniş bir çerçeveden kulak veren, farklı disiplinlerden ve farklı kuşaklardan araştırmacıların yazılarını bir araya getiren bu sayının yeni çalışmalara ilham vermesini umuyoruz.
Aşağıda anlatacağım hikâyenin ana konusunu ses manzarası olarak belirlerken, sese dair, bundan yaklaşık yirmi beş yıl önce ilk kez müzisyen R. Murray Schafer tarafından geliştirilen bir yaklaşımın izinden gittim. Schafer’ın ses manzarasını bir ses ortamı olarak tanımlaması hem onun 1970’lerdeki çevre hareketlerine olan ilgisinin bir yansımasıydı hem de dönemin ses manzarasının “kirlenmiş” tabiatının onda yol açtığı ekolojik temelli bir kaygıyı vurguluyordu. Schafer’ın çalışması bugün bile gerek toplumsal gerekse düşünsel açıdan güncelliğini hâlâ koruyor olsa da onun çalışmasına esin veren meseleler ile beni bu tarihsel incelemeyi yapmaya sevk edenler aynı değildir. Ayrıca ben ses manzarası fikrini biraz farklı bir biçimde kullanıyorum. Alain Corbin’in çalışmasının izinden giderek, ses manzarasını sesli ya da işitsel bir peyzaj olarak tanımlıyorum. Bildiğimiz manzara gibi ses manzarası da aynı anda hem fiziki çevre hem de bu çevreyi algılama tarzıdır; hem bir dünya hem de bu dünyaya anlam vermek için inşa edilmiş bir kültürdür. Ses manzarasının fiziki yönleri yalnızca sesleri, insanların içinde yaşadıkları atmosfere yayılan akustik enerji dalgalarını değil, aynı zamanda bu sesleri yaratan, hatta bazen de yok eden maddi nesneleri içerir. Bir ses manzarasının kültürel yönleri ise dinlemenin bilimsel ve estetik biçimlerini, dinleyicinin çevresiyle ilişkisini ve kimin neyi işiteceğini buyuran toplumsal koşulları içerir. Bildiğimiz manzara gibi, ses manzarası da doğadan ziyade medeniyetle ilişkilidir, dolayısıyla sürekli inşa halindedir ve durmaksızın değişmektedir. İşte Amerikan ses manzarası da 1900’den sonraki yıllarda epey çarpıcı bir dönüşüm geçirdi. 1933’e gelindiğinde hem sesin tabiatı hem de dinleme kültürü artık daha önceki hiçbir şeye benzemiyordu.
Seslerin kendileri gitgide teknolojik dolayımın bir ürünü haline geliyordu. Bilim insanları ve mühendisler, sesin mekândaki davranışını kontrol edebilmek için, mimaride kullanılan geleneksel malzemeleri işlemenin yollarını keşfettiler. Özellikle sesi kontrol etmek üzere tasarlanmış yeni tür malzemeler geliştirildi; bunların peşine, sesleri elektrik sinyallerine çevirerek çok daha muazzam sonuçlar yaratan yeni elektroakustik aletler geldi. Bu dolayımlardan ortaya çıkan seslerin bazıları bilimsel incelemelerin konusu oldu; bazıları gitgide makineleşen bir toplumun öngörülmemiş sonuçlarıydı, yani gürültüsüydü; konserler, radyo yayınları ve film müzikleri gibi başka bazıları ise ses oburu bir toplum tarafından tüketilen metalardı. Değişimin çizgileri bütün bu sesler için aynıydı.
Sesin tabiatındaki bu değişimler, dinleme kültüründeki aynı derecede yeni eğilimlerle el ele gidiyordu. Sesin davranışını kontrol etmeye dönük temel bir dürtü mimari akustiğinde teknolojik gelişmeleri tetikledikçe, bu mecburiyet, istenen kontrolün sağlanıp sağlanmadığını tespit edebilmek için, dinleyicileri dinlerken daha eleştirel olmaya itti. Hayvanlar, işportacılar ve müzisyenler gibi oldum olası rahatsız edici bulunan ses kaynakları modern kentin teknolojik kreşendosunda boğulup giderken, böyle bir kontrol arzusu kısmen gürültüyle ilgili yeni endişelerden kaynaklanıyordu. Bu arzunun arkasında, gereksiz sesler de dâhil, lüzumsuz her şeyin saf dışı bırakılmasını dayatan bir verimlilik kaygısı da yatıyordu. Son olarak, bu kontrol, işitsel metalarla dolu bir piyasada seçim yapabilmenin bir aracıydı, tüketiciler gibi üreticilerin de “iyi ses”in ne olduğunu ayırt etmesine ve ürünlerin bu sesi verip vermediğini değerlendirmesine olanak tanıyordu.Devamı cogito bu sayıda
E. Şirin Özgün - Sesler ve Politika: Ses Çanakları ve Ses Terapisi Bağlamında Bir Tartışma
Ege Akdemir - Muhtemel Dünyaları Seslendirmek: İstanbul Feminist Gece Yürüyüşü’nün Kakofonisi
Aylin Kuryel - Sloganın Sesi
“Çok kalabalık ve gürültülüler öyle değil mi? Sadece dinle onları!”
1859 yılında yayımlanan Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi romanı, ilk gazete mülakatçılarından Louis-Sébastien Mercier’nin 1781’de yayımlanan Tableau de Paris’teki gözlemlerine dayanmaktadır. Roman, Fransız Devrimi öncesinde, 1775 yılında başlayan olayları, bir ailenin değişen yaşantısı üzerinden anlatır; devrimi ve o dönemde Paris Londra ekseninde yaşananları tanıklıklar perspektifinden aktarır. Romanın yazılmasından neredeyse yetmiş yıl önce yaşananların izini arayan Dickens, Thomas Carlyle’ın Fransız Devrimi Tarihi’nden alınan tarihsel bilgilerden de yararlanır. Ayrıca romanı yazdığı dönemde Victor Hugo ile görüştüğü bilinmektedir. Yazar, yayımlandığı dönemde eleştirildiği üzere, tarihsel aktörlerin ve içinden geldiği üst sınıfın anlatıcısı olmak yerine, kalabalıkların içinden yazar; devrimin rüzgârından etkilenenlere bakar.
Roman açılış cümlesinden başlayarak karşıtlıklar üzerine kuruludur: “zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü.” İki düzlem, iki olay çatısı, iki farklı şehir ile kurgulanmıştır; Dickens’ın yarattığı güçlü karakterler düşünce ve tutumlarıyla farklı sosyal sınıfları temsil eder. Olay örgüsünün düğümlendiği yerlerde, Londra ve Paris ekseninde kurulan karşıtlıkların üzerinde, ortaklıklar da dikkati çeker. Romanda sesi sürekli olarak duyulan ve iki şehri, farklı sosyal yapıları birleştiren, hepsinin üzerinde ve içinde dolaşan bir kalabalık vardır. Yazıldığı tarihsel dönemde gündelik hayatın adeta bir genel çekimi niteliğinde olan bu romanda, özellikle Paris’teki kalabalığın sesini duymak mümkündür. Bu ses romanın işitsel boyutu öne çıkarmakta, zıtlıkların birliğini sağlayan işitsel unsur roman boyunca okuru takip etmektedir. İngiltere’de huzur içinde yaşayan ailenin, kendilerini çağıran geçmişten kaçamayan kahramanların peşinden, devrimin yaşandığı Paris’e sürüklenmesi bu sesin daha da şiddetli duyulmasına yol açar. Karakterlerin arasında gözümüzde canlandıramadığımız ama tragedyalardaki koro gibi ortamın nabzını tuttuğunu hissettiğimiz bir kalabalık vardır. Bu kalabalıklara ait sesin, yazar tarafından önce ayak sesleri olarak duyulmaya başlandığını ve ilerleyen bölümlerde yüce bir kükreyiş olarak hayatı sardığını duyarız. Daha sonra bu ses bir gürültüye dönüşür, tehdit edici bir hale bürünür. Kahramanları içine çeken sarmalın bir aşk öyküsü eşliğinde çözülüşü, romanın kurgusunda devrim yangınları içindeki Paris’in geride kalmasıyla, o dönemde özgürlüğün, adaletin ve huzurun kalesi gibi görünen Viktorya Dönemi İngiltere’sine dönüşleri ile yaşanır. Ancak gerçek hayatta Dickens’ın İngiltere’si o kadar huzurlu olmayacaktır. Yazar, roman yüzünden eleştirilecek, okuru tarafından anlaşılmayacak ve kalabalığın gürültüsü gerçek hayatta Dickens’ı takip edecektir.
Bu yazı, Viktorya Dönemi yazarlarından Charles Dickens’ın tarif ettiği sesler aracılığıyla, kalabalık ve kalabalığın gürültüsü üzerine düşünmeyi amaçlıyor. Görsel olarak ifadesi oldukça güç bir fenomen olan, portresine kavuşamamış –ve belki de hiç kavuşamayacak– olan kalabalıkları ses yoluyla anlatması bakımından romanın işitsel unsuru incelenmeye değerdir. Kalabalığın sesi veya gürültüsü ile ilgili anlatımlar iki açıdan dikkat çekicidir: günümüze ulaşmayan bu sesler kayıt değil, tarif yoluyla aktarılır. Dolaylı bir kayıt anlamına gelebilecek bu tarifler, yazarın kalabalıkları nasıl duyduğunun bilgisini de içerir. Yazarın bu seslerle ilgili hislerini, yorumlarını, onları nasıl algıladığını ortaya koyan bu cümleler, kalabalıklarla ilgili döneme özgü düşünceleri özetleyen birer göstergeye dönüşür.
Roman boyunca duyulan kalabalığın sesi, önce kasvetli bir sessizlikle, sonra ayak seslerinin patırtısıyla, daha sonra isyan çağrılarıyla ve kaba müzikle anılır. Romanın ilk sahnelerinden birinde Saint Antoine’daki şarap evinin önünde, sokakta kırılan şarap fıçısının etrafında toplanan şen seslere ve şamataya kulak kabartan Dickens, toplumsal hareket yayıldıkça tırmanan yüksek sesten doğal bir gücün karşısındaymışçasına etkilenir. Ancak bu sesi giderek korkunç, kaba, usandırıcı, anlamsız bir gürültü olarak duymaya başlar. Şamatanın yerini, toplumsal değişimi getiren o büyük akışın sesi alır: “Bastille’e!” diye bağıran gür sesler, intikam dolu çığlıklar, protesto eden kadınların tiz bağrışları, kulakları sağır edici ve sersemletici bir gürültü, patırtı içerisinde ilerleyen düzensiz alayın sesi, örgü ören kadınların ritmik şıkırtıları, tuhaf bir fısıldaşma salgını... Kalabalıklardan kaynaklanan bu yeni seslerin anlatımında, onların gürültü olarak adlandırılışında, Dickens’ın hoşuna gitmeyen bir şey olduğu anlaşılır.
Devamı cogito bu sayıda
Burcu Yaşin - Duyumsayan Beden, Soylulaşan Mekânsal Atmosferler ve Değişen Müzikal Aktarım Pratikleri Üzerine
Meyhanenin çeperlerine yayılan sesleri ve masalarda, (merkezde) toplanan sofraları düşünürken bu yazımda sanat temelli metodolojilerden tarihsel olarak duyusal metodolojilere nasıl geçildiğinden ve beşeri coğrafya gibi disiplinlerin sessel metotları nasıl kullandığından bahsedeceğim. Donna Haraway’in “konumlu bilgi” üzerine düşünmenin yolunu açtığı makalesinin izinde nesnel metodolojilerin tahakküm politikalarıyla nasıl iç içe geçebileceğini sorgulayacağım. Yine Haraway’in sunduğu “kısmilik” anlayışıyla benim arayışında olduğum duyusal katmanlılığın nasıl örtüşebileceğine değineceğim. Tüm bu kavramsal ve metodolojik tartışmaları Ümit Bayazoğlu’nun derlediği Hatay Meyhanesi Defterleri’nden birkaç örnekle birlikte, 1980’lerde bu meyhanede tutulan defterlerdeki şiirler, görseller ve atışmalardan bazılarını odağıma alarak yorumlayacağım.Giriş: Sanat Temelli Metodolojilerden Duyusal Metodolojilere Geçiş
Duyusal deneyimi merkeze alan, dolayısıyla sessel dünyayı da araştıran metodolojilerin yaratıcı düşünceyi temel alan diğer yöntemlere de yaslandığını hatırlamayı kıymetli buluyorum. Bu yüzden duyusal deneyimi metodolojik anlamda çalışabilmek için öncelikle sanat temelli metodolojilerin tarihselliğine kısaca bakmayı önemli buluyorum. İlk kez 1970’ler ve 1990’lar arasında sanat temelli araştırma metotları sosyal bilimlerde yaratıcı sanatların metodolojik anlamda yer bulabileceğini göstermeye başlar. Sanat temelli yöntemlerle araştırma yapmak disiplinler ötesi bir bağlamda ele alınmaya başlanır ve teknolojik gelişmelerin de ışığında metodolojik çerçeve arayışlarına girilir. Sanatın direnişle ilişkilenen yapısı sosyal bilimlerde kendine metodolojik bir yer arayan bu tür araştırma yöntemlerini muhalif, dönüştürücü ve devrimci kılar. 1970’lerde ilk olarak psikoterapik bağlamlarda kendilerine yer bulan ve yaratıcı sanatlardan beslenen bu yöntemler, 1980’lere doğru sosyal bilimlerin diğer alanlarında da kullanılır. Bu geçiş keskin modernist sanat ve bilim ayrışmasının ortadan kalkmaya başlamasıyla mümkün olur. Özneler arası hakikatleri, duygusal, sosyal, bilişsel ve daha birçok başka katmanıyla çalışabilmek için duyusal deneyimleri de araştırılabilir kılmak önem kazanır. Ayrıca 1990’larda nitel araştırmalarla ilgilenen ve postmodernizmden etkilenen birçok antropolog, müzikolog ve sosyolog etik, estetik ve dönüştürücü veri temsillerinin arayışına girer. Nitel sosyal bilimlerde fotoses (Caroline Wang ve Mary Ann Burris, 1997) ve oto-etnografi (Carolyn Ellis ve Art Bochner, 1996) gibi yeni araştırma yöntemlerine alan açılır. Bu gibi araştırma yöntemleri sosyal bilimler ve beşeri bilimlerin sınırlarını muğlaklaştırır ve veri temsillerinin politikliği üzerine düşünebilmeye alan açarlar. Bu yönüyle geleneksel araştırma yöntemlerine direnirlerken “objektif” tekil bir gerçeklik arayışından sıyrılırlar. Donna Haraway’in kaleme aldığı gerçeklik bilgisinin hiçbir zaman “objektif”, mutlak ve tam bir bilgi veremeyeceğini savunduğu makalesi, sosyal ve beşeri bilimlerde sanat temelli metodolojilerin yeni yeni konuşulduğu bir zamanda oldukça zengin bir kaynak niteliği taşır.Devamı cogito bu sayıda
Begüm Özden Fırat, Çisel Karacebe - Kamusal ve Özel Arasında Akuzmatik Mekânlar: COVİD-19 Pandemisinde İstanbul Kurtuluş’ta İki Mahallenin İşitsel Etnografisi
Sidar Bayram - Tıkırtılara Kulak Vermek: Akustik İzler ve Adli Dinleme
Özlem Güçlü - Anima: Vegan Yaşam İmkânı
Sağ baştan etrafı dolanırken ilk karşıma çıkanlardan biri Sevgili İltihaplı Folikül. Folikül, bir küçük kesecik. Biyolojideki ifadesiyle yumurta hücrelerinin sarındığı küçük kese. Demek iltihaplı da. Gövdeme üşüşen huzursuz karıncalanma da derimdeki anma’yla mı işteş öyleyse? İşi ne olduğunu bilmeksizin önce hissediyorum demek. Gözüm cüzzamın dünya üzerindeki dağılımını gösteren haritaya, bilhassa da Afrika ve Çin’in bir kısmına düşen, pıhtılaşmaya yakın kan kırmızısına şöyle bir takılıyor. Birkaç saniyelik bir tereddütün ardından kulaklığı kafama geçiriyorum. Bir anda şartlarını bilmediğim bir sözleşmeyi de kabul etmiş oluyorum böylece. Neye, nasıl hazırım bilmeden. Hazır olmam da beklenmeden belki. Kulaklığı takmamla ortamın sesiyle ayrışıyoruz, birebir bir karşılaşmayı tayin eden düzenekle hemhal oluyoruz hemencecik. Ses ağızdan kulağa yayılıyor, kulağıma. Serbest stil bir dolaşıma giriyor kulaktan içeri. Ses de mekânı dolaşmayı bırakıyor böylece, bedene doluyor, bedenime.
Bunu daha sonra pek çok kez düşündüm. İlk duyduğum seslerin bakterilere dair olmadığına emin gibiyim. Teması duyduğumu hatırlıyorum, şekilsiz bedenleri. Yine de bu sesler arasında en çok bakteriler baskın zihnimde. Vücudumuzun yarısından fazlasının insan değil bakteri hücrelerinden oluşmasındandır bu belki de. İnsandan ibaret olmayan bir ortak yaşam ihtimalinin öyle alelade dile gelişi ve kulağa doluşundan, bedene uyarıcı bir mesaj taşıyışından da olabilir muhtemelen. Sesin, belirli bir ben ve biz’e karşı çıkan yaşam ihtimallerini yoklayışından da. Belki de, bakterilerin mekân (hastane) ve yerleştiğim düzenekle (kamusal kullanımda bir kulaklık) en açık diyalogda olduğum anı fark ettirmesinden. Bir hastanenin sınırları içindeyken sizden önce bu odayı adımlayan, benzer bir tereddüttü taşıyan, tam sizin durduğunuz yerde durup etrafa bakınan ve kulaklıktaki sesle buluşan diğer bedenleri düşünmemek işten değil ne de olsa. Hijyen kaygısı bedeninizde hafif bir sıcaklık yaratadursun, isimsiz ve cisimsiz diğerlerini, onların düşüncelerini duyma arzusu, bir araya gelseniz neyi konuşurdunuz, nasıl hisler geçirirdiniz birbirinize düşüncesi Papazyan’ın sesine ve anlatısına ilişiveriyor siz fark etmeden. İsimsiz bir ortak yaşam ihtimali etrafında buluşuyoruz kulaktan kulağa geçebilecek mikropların bulaşıcılık ihtimaliyle de desteklenen. Fiziksel temas ve yakınlık bulaşıcılık kanalları haline geliyor aramızda. “İnsanların işitebileceği yollar, işitmenin sınırları ve işitme ihtimallerinin koşullarının tamamı, o muayyen zaman ve mekânda bir özne olmanın ne olduğunu anlamaya ilişkin bir başlangıç noktasıdır,” diyor Jean-Luc Nancy. Bir kulaklıkla işitmenin, aygıtın yalıtılmışlığıyla kendini dış dünyaya kapatan ama beri yandan da Papazyan’ın sesinin çağırdığı kişiler, tarihler ve duygularla kendini devamlı surette dışarı açan bir işitmenin, bir hastanede, sağlık, ölüm ve yaşam üzerine düşünen türlü pratiklerle çevrili bir işitmenin; tüm bunlarla çevriliyken bedenime hücum eden düşünceler ve anılarla birlikte işitmenin ne anlama geldiğini kestirmek güç. Ağır da bir yük keza. Tıpkı özne olmak gibi. “Savunmasız” ve “geçirgen”. Rahatlatıcı olansa tüm bunların ağızdan yayılıp bedene uzanan yankısı ve titreşimlerinde açık olan şey. Dünyanın bir ben’den, sadece yalnızlık kipinden ibaret olmadığı gerçeği.
Sesin geçtiği tüm somatik duraklar, yankısını bedenimizde, Papazyan’ın sesiyle ağırlaşan düşüncelerimizde, gevşeyen kaslarımızda, istemsiz yokladığımız cildimizde, gözenekleri daha da açılan derimizde buluyor sanki. Deneyimleyen beden, konuşan/anlatan beden, dinleyen beden. Ses tüm bu bedenler ve bu bedenlerin ilişkide olduğu diğerleri arasında dolaşırken yeni görme ve ilişkilenme biçimleri yaratıyor. Bir yandan da bu bedenlerin halihazırdaki ilişkilerini yoklatıyor, daha sonra kuracağı ilişkilerin ihtimallerine dokunuyor. Tıpkı, Papazyan’ın “Cildim ben doğmadan önce de vardı”, demesi gibi; “bedenim bu konuşmadan, bu deneyimden önce de vardı. Olmaya da devam edecek.”Devamı cogito bu sayıda
Nermin Saybaşılı - “ARTIK-YALDIZ” Ses-Nesnelerinde Saklı Bellek