YKY - Yapı Kredi Yayınları
Sepet Ürün bulunmaktadır.
Popüler Olan Üzerine

Popüler Olan Üzerine

ISSN: 977-1300-2740-200

Sayı : 200 Dönem : Mayıs-Haziran 2024

400.00 TL ve üzeri alışverişlerinizde kargo ücretsiz.

YKY İnternet Satış Fiyatı
112.50 TL    Etiket Fiyatı : 150.00 TL
-+

Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.

HakkındaİçindekilerAbonelik

Sanat Dünyamız dergisinin ellinci yaşını bir dizi etkinlikle kutladığı bu yılda dergi Mayıs Haziran’da 200. sayısına ulaşmış oldu. Dergide bu özel sayı kapsamlı bir içerikle kutlanıyor. Sanat Dünyamız 200. sayısında “Güncel Sanat ve Popüler Kültür: Hem Özgürlük Hem Aşk İstiyor” başlığıyla popüler kültürün güncel sanatla olan ilişkisine odaklanıyor. Bu kapsamda dergide Stuart Hall’un “’Popüler Olan’ın Yapıbozumu Üzerine Notlar” başlıklı makalesinin çevirisine yer veriliyor. Dosyada Kaya Genç medyada kültür sanatın yerini tartıştığı denemesiyle, Sezen Ünlüönen yetişkinlik hallerinin popüler kültürdeki yerini sorguladığı yazısıyla, Zeynep Nur Ayanoğlu CANAN üzerine değerlendirmesiyle, Ebru Esra Satıcı karikatürist Cemal Nadir üzerine incelemesiyle yer alıyor. Ulya Soley, Mertcan Karakuş ve Gülce Özkara TV kültürünün sanatla kesiştiği boyutlarını yazılarında tartışırken, Alper Turan ve Hayırlı Evlat dizilerden bir seçki üzerine söyleşilerini paylaşıyorlar.

Dergi ellinci yaşını ayrıca Süreyyya Evren’in bu 50 yılda sanat dünyasından geçen tartışmalara ve eleştirinin katmanlarına baktığı yazısıyla kutluyor. Bu bölümde derginin uzun yıllar editörlüğünü üstlenen Mine Haydaroğlu basılı bir yayının günümüz dünyasındaki yerini tartıştığı bir yazı kaleme alıyor. Nil Kural ise I. Sanat Dünyamız Film Günleri’ndeki filmlerden yola çıkarak günümüz sinema eğilimlerine odaklanıyor.

Ayrıca dergide Hareket Alanı sergisi üzerine Huo Rf ile Diyaloglar: Modern Sanatçılar ve Osmanlı Geçmişi sergisi üzerine de The Met küratörlerinden Deniz Beyazıt ile yapılmış birer söyleşi yer alıyor.

Yanı sıra dergide Görsel Notlar köşesinde Okyanus Çağrı Çamcı’nın, Ajanda köşesinde ise Mert Diner’in seçkisine yer veriliyor.

Derginin serge eleştiri ve değerlendirmelerine yer verdiği +İz bölümünde ise Venedik Bienali 60. Uluslararası Sanat Sergisi değerlendirmesiyle Bengisu Çağlayan var.

Sanat Dünyamız’a buradan abone olabilirsiniz.

Editörden - Fisun Yalçınkaya

POPÜLER VE GÜNCEL KELİMELERİ HER NE KADAR HEMEN AYNI YERE İŞARET EDER GİBİ GÖRÜNSE DE SONLARINA KÜLTÜR SANAT GELİNCE YOLLARI ÇATALLANIYOR. DERGİMİZİN BU SAYI DOSYA KONUSUNU OLUŞTURAN GÜNCEL SANATIN POPÜLER KÜLTÜRLE İLİŞKİSİ, İKİSİNİN DE HANGİ ÇATLAKLARDAN SIZIP KENDİNE KÜLTÜR ALANINDA NASIL BİR YOL ÇİZDİĞİNE ODAKLANIYOR. DOSYA KONUSUNDAKİ ALT BAŞLIĞIMIZ “HEM ÖZGÜRLÜK HEM AŞK İSTİYOR” POPÜLER KÜLTÜRÜN HALKTAN HEM ÖZGÜRCE HAREKET ETMEK TALEBİ HEM DE İNSANLARI KENDİSİNE SEVGİYLE BAĞLAMA ÇABASINA GÖNDERMEDE BULUNUYOR. POPÜLER KÜLTÜR ÜZERİNE ÖNEMLİ MAKALELERDEN OLAN STUART HALL’UN “’POPÜLER OLAN’IN YAPIBOZUMU ÜZERİNE NOTLAR” MAKALESİ DE BU SAYIDA OKURLA BULUŞUYOR. MEDYADAN, SAHNEYE, VİDEO SANATINDAN, KARİKATÜRE POPÜLER KÜLTÜR ALANINDAN DİKKATE DEĞER, DİNAMİK BAŞLIKLAR DOSYADA YER BULUYOR.

ORHAN PAMUK’UN “EŞYALARIN TESELLİSİ” SERGİSİ ÜZERİNE KALEME ALDIĞI YAZILARININ DEVAMI DA BU SAYIDA.

DERGİNİN 200. SAYISINA ULAŞMANIN ŞEREFİNE SÜREYYYA EVREN ELLİ YILDA SANAT ELEŞTİRİSİNE, MİNE HAYDAROĞLU İSE BASILI BİR YAYININ İMKÂNLARINA EĞİLDİKLERİ YAZILAR KALEME ALDILAR. “SANAT DÜNYAMIZ ELLİ YAŞINDA” ETKİNLİK DİZİSİNİN İZİ OLARAKSA NİL KURAL, FİLM GÜNLERİNİN ARDINDAN KALANLARI TÜRKİYE SİNEMASI ÜZERİNDEN DEĞERLENDİRDİ.

BUNLARA EK OLARAK GÖRSEL NOTLAR KÖŞESİ, SANAT DÜNYAMIZ SÖYLEŞİLERİ VE VENEDİK BİENALİ 60. SANAT SERGİSİ’NE DAİR FERAH BİR DEĞERLENDİRME YAZISI DA OKURLARI BEKLİYOR.

Ajandada Ne Var? - Mert Diner

“Popüler Olan”ın Yapıbozumu Üzerine Notlar - Stuart Hall

POPÜLER KÜLTÜR, GÜÇLÜNÜN KÜLTÜRÜ İÇİN VE ONA KARŞI MÜCADELE VERİLEN ALANLARDAN BİRİ. BU MÜCADELEDE KAZANILACAK YA DA KAYBEDİLECEK OLAN DA BU KÜLTÜRÜN KENDİSİDİR. RIZA VE DİRENİŞ ALANIDIR. BİR YÖNÜYLE, HEGEMONYANIN DOĞDUĞU VE GÜVENCE ALTINA ALINDIĞI YERDİR. SOSYALİZMİN, –TAM BİÇİMİNE ÇOKTAN KAVUŞMUŞ– SOSYALİST BİR KÜLTÜRÜN BASİTÇE “İFADESİNİ BULACAĞI” BİR ALAN DEĞİLDİR BU. AMA SOSYALİZMİN PEKÂLÂ KURULABİLECEĞİ YERLERDEN BİRİDİR. “POPÜLER KÜLTÜR” İŞTE BU YÜZDEN ÖNEMLİ. AKSİ HALDE, DÜRÜST OLMAM GEREKİRSE, UMURUMDA BİLE OLMAZDI.

Popüler kültür incelemelerinde önerilen dönemselleştirmelere değinerek başlamak istiyorum. Dönemselleştirmeler bu incelemelerde çözülmesi epey zor sorunlara yol açıyor ama bunu derken yalnızca tarihçilere işaret ettiğim düşünülmesin. Bu büyük kopuşlar büyük ölçüde betimleyici mi kalıyor? Bu kopuşlar ağırlıklı olarak bizzat popüler kültürün içinden mi, yoksa bu kültürün dışında olsalar da onun üzerinde etkide bulunan etmenlerden mi kaynaklanıyor? “Popüler kültür” başka hangi hareket ve dönemselleştirmelerle apaçık bir şekilde bağlantılı? Ardından size, “popüler” teriminin yol açtığı bazı zorluklardan bahsetmek istiyorum. “Kültür” terimini ne kadar sorunlu buluyorsam, “popüler” terimini de o kadar sorunlu buluyorum. Hele de bu iki terimi bir araya getirdiğinizde, bu zorluklar daha da ürkütücü bir hal alabiliyor.

Klipleri Geçerken - Ulya Soley

MÜZİK KLİPLERİNİ MECRA OLARAK KULLANAN GÜNCEL SANATÇILAR YA DA GÜNCEL SANAT İŞLERİNE GÖZ KIRPAN MÜZİK KLİPLERİ... ULYA SOLEY TÜRKİYE’DEN VE DÜNYADAN ÖRNEKLERLE GÜNCEL SANAT VE POPÜLER KÜLTÜRÜN EN SAĞLAM KÖPRÜLERİNDEN OLAN “KLİPLERİ” GEÇİYOR.

Güncel sanat ve popüler kültür ilişkisi, önemli kapılar aralayabiliyor. 19. yüzyılın sonunda seri üretimin ve modernizmin başlangıcıyla, kitle kültürü veya popüler kültür “yüksek sanat”ın karşısında onu daha da yücelten bir kavram olarak evrildi. Bunun bir nedeni de kitle kültürünün kadınlarla özdeşleşmesi ve modernitenin eril, sade ve anıtsı bir estetikle yapılanmasıydı. Andreas Huyssen’e göre de hem kadını hem de kitle kültürünü aşağılanan “öteki” olarak konumlandıran bu düşünce modelinin çöküşü tarihsel olarak modernizmin kendisinin çöküşüne tekabül ediyordu. Sanat tarihinde modern sonrası dönemde popüler kültürün güncel sanatla girift ilişkiler kurduğunu görüyoruz. Özellikle de video sanatında bu ilişkilerin izlerini sürmek mümkün. Bunun bir nedeni 1960’larda, Sony’nin taşınabilir kamerası Portapak’ın yaygınlaşmasıyla beraber özellikle kadınların video sanatı alanındaki üretimlerinin artması. Eril bakışın ve modernizmin sterilliğinin rafa kalkmasına sebep olan bu gelişmenin ardından, video ve müzik ilişkisinin de şekillendiğini görebiliyoruz. Müzik klipleri ve video sanatı, tahmin edileceği üzere teknik sebeplerle benzer bir tarihi paylaşıyor. Bu noktada çoğu zaman görsel dil olarak ikisini birbirinden ayırt etmenin imkânsızlaştığı da söylenebilir. Bazen bu iki mecrayı birbirinden ayıran tek şey dağıtım kanalı olabiliyor. Türkiye’de ilk bağımsız müzik klibi 1968 yılında Ajda Pekkan’ın “Boş Sokak” parçasına, Fecri Ebcioğlu prodüktörlüğünde ve İlham Filmer yönetmenliğinde çekildi. Bu yapım, ilk olmasının yanı sıra, anlatım dilinde de ilginç özellikler taşıyor. Ajda Pekkan’ın alışılageldik şekilde şarkının sözlerine eşlik etmediği, yalnızca bakışlarıyla iletişim kurduğu siyahbeyaz klip, belki de ilk döneminde müzik klipleri ve video sanatı arasında bugüne nazaran daha yakın bir ilişki olabileceğine işaret ediyor. Aynı dönemde yoğun biçimde kullanılan bir diğer mecra ise 16 mm film. Bu filmler video sanatına daha yakın dururken, gösterim sırasında canlı performanslar aracılığıyla eklemlenen müzik öğeleriyle anlatım dili olarak müzik kliplerine de yakınlaşabiliyorlar. Günümüze geldiğimizde kendine mal etme, parodi, remiks ve diğer post-prodüksiyon stratejilerini “korsan çoğaltılabilirlik çağı”nda bir kaçış yöntemi olarak kullanan güncel sanatçıların işlerinde müzik klibi, mesajı doğrudan ileten kolay anlaşılabilir bir mecraya dönüşüyor. Bu yaklaşımla üretilmiş çok sayıda video var, bu yazıda birkaç örnek üzerinden güncel sanatta müzik kliplerinin izini sürmeyi deneyeceğim.

Sanat Eleştirisi ve Gazeteciliği Notları - Kaya Genç

POPÜLER KÜLTÜRE ODAKLANAN DOSYADA KAYA GENÇ, KÜLTÜR SANAT GAZETECİLİĞİNE DAİR DENEYİMLERİNDEN YOLA ÇIKARAK BU ALANIN GÜNCEL SANATLA İLİŞKİSİNE DAİR BİR DENEME KALEME ALDI.

Sanat gazeteciliğine 2007’de başladım. Amsterdam’da İngiliz edebiyatı yüksek lisansı yapmış, Oscar Wilde, dekadan kültür, eşcinsellik ve roman üzerine çalışmıştım. Odak noktam, faşizmin kuir kültürü şeytanlaştırdığı algının inşasıydı. Toplumun bir kesimini dejenere tanımıyla ötekileştirmek ve suçlulaştırmak, faşizmin kuruluşunda merkezi rol oynamıştı. 2006 yılında döndüğüm Türkiye’de bu bilgiler ve perspektifle ne yapacağımdan emin değildim. Seminerler mi verecektim? Bu konuya dair makaleler mi yazacaktım? Böyle yapacaksam, bana hayati görünen bu meselelere siyaset üzerinden mi, sanat üzerinden mi değinecektim? Yükselen milliyetçiliğin kuir kültüre dair algıyı şeytanlaştırmasını geçmişe ait bir konu olarak görüyordum. Bir tarihçi olarak buna yoğunlaşabilirdim. Türkiye’de kamusal alanın geleceğinde şeffaflaşma, demokratikleşme öne çıkacak gibi görünüyordu o günlerde. Kültür sanat yazarlığı da bunun çetelesini tutmak için iyi bir mecra olabilir diye düşünmüştüm. Ne kadar safmışım.

Popüler Cinler: Reality TV’de Um Al Naar ve Diğerleri - Gülce Özkara

SANATÇI FARAH AL QASIMI’NİN PRATİĞİ ÜZERİNDEN POPÜLER FORMUN KOLONYAL ŞİDDET VE BELLEK YİTİMİNİ GÖRÜNÜR HALE GETİRİŞİNE UZANDIK. SANATÇI, REALITY TV’NİN GÜCÜNÜ, TRAVMALARI ANLATMAK İÇİN KULLANIRKEN KAMUSAL ALANDA SÖMÜRGECİLİĞİN HAFIZASINI DA AÇIĞA ÇIKARIYOR.

Kolonyal bir geçmişin hayaletleri bugüne musallat olamayacak kadar güçsüzleştiğinde ne olur? Korkutuculuğunu yitiren cinler tarihin sessizliklerini nasıl konuşur? Sanatçı Farah Al Qasimi’nin ilk uzun metraj filmi, baş kahramanı cin Um Al Naar (Mother of Fire) (Ateşin Annesi) ile aynı adı taşır. Filmin açılışında, üfürükçü Ahmed’in ağzından, kovmaya çalıştığı cinin sözleri duyulur: “Ziyaret eden benim, ismimi söyle.” Arka planda fazlasıyla süslenmiş bir çevre vardır; havai fişekler, lunaparkı andıran renkli ışıklar, kocaman ekranlar ve fıskiyeler. Bu fazlasıyla süslenmiş arka planın üzerinde kaybolmaya yüz tutmuş bir geleneğin sesi yankılanır. Farah Al Qasimi bu filmi 2019 yılında çekmeden bir sene önce Birleşik Arap Emirlikleri’nde cin çıkarma ayinleri yasaklanır. Yasağa rağmen bu gelenek gizlice devam eder. Cin çıkardığı için yakalanmak istemeyen üfürükçü Ahmed karakteri filmde kamera karşısında yüzünü saklar. Kovmaya çalıştığı cin ise unutulmasına bir direniş olarak hatırlanmayı, görünmez bir varlık olmasına rağmen mevcudiyetini ispat etmeyi ister. Cin gibi yerel mitolojik figürlerin kaybolması ve cin çıkarma geleneklerinin yasaklanması, sanatçıya göre sömürgeci pratiklerin bir parçasıdır. Bu pratikler neyin nasıl görüleceğini de belirler. Açılış sahnesinde reality show formatı kullanılır. Bu format filmin, Basra Körfezi’ndeki sömürgeci güç ilişkileri tarafından kurulan görme biçimleri üzerine düşündüreceğinin habercisidir.

Fırça Darbesi: Dizilerden Sanat - Alper Turan - Hayırlı Evlat

ÇALIŞMALARINDA POPÜLER KÜLTÜRDEN BESLENEN SANATÇI HAYIRLI EVLAT İLE KÜRATÖR ALPER TURAN’IN BU SOHBETİNDE TÜRKİYE DİZİ TARİHİNDEKİ SANAT VE SANATÇI TEMSİLLERİ İNCELEMEYE ALINDI. SOHBET, BİR QR KODLA DERGİ SAYFALARINDAN ÇEVRİMİÇİ MECRAYA UZANARAK İZLENEBİLECEK BU YAZI İÇİN HAZIRLANMIŞ OLAN “FIRÇA DARBESİ: DİZİLERDEN SANAT” SERGİSİNİ ZİYARET EDEREK İLERLİYOR.

ALPER TURAN: Bugün Hayırlı Evlat’la birlikte Türkiye televizyonlarında gerçekleştirilen, zaman ve mekânları aşıp İstanbul’un türlü semtlerine, evlerin içine sızan, ağırlıklı olarak bir temsil yaratma motivasyonuyla yapılmış “Fırça Darbesi: Dizilerden Sanat” sergisini ziyaret ettik. Sergiyi siz okuyucularımız da dipnottaki QR kodunu okutarak ya da bağlantıyı açarak takip edebilirsiniz. Bugün bahsedeceğimiz çoğu eser, resim veya diğer iki boyutlu medyumlarda üretilmiş eserler ama ara sıra şaşırtıcı karşılaşmalar da yaşadık. Örneğin Avrupa Yakası (2004- 2009, ATV) dizisinde Nişantaşı’ndaki Sütçüoğlu Apartmanı’nda Yaprak karakterinin sergisinin bir parçası olan Boşluk performansı düşündürücüydü. Fenerbahçe maçını izleyen üç fanatik erkeği karikatürize edilmiş bir performans çerçevesinde izlemek, sanatçının arzuladığı gibi Türkiye erkeğinin yalnızlığını yansıtmaktan öte sanki zaman zaman Türkiye’de egemenliği ele geçiren “sanat yapmanın” ve “güncel sanatın” gülünç bulunmasını faş ediyordu. “Fırça Darbesi: Dizilerden Sanat” sergisindeki birçok işin sanatın nasıl da sıklıkla feminenin karşısında maskülen, şehirlinin karşısında taşralı, alt sınıfın karşısında üst sınıf, batılı/çağdaş/ilericinin karşısında gerici, bağnaz; saçma/ akıl dışının karşısında mantıklı/ aklî gibi ikilikleri perçinlemek için araçsallaştığıyla ilgilendiğini düşünüyorum. Bu ikiliklerin ötesinde, sergideki eserlerin izleyiciye sunduğu bir diğer katman ise, sanatın toplumsal beklentiler karşısındaki direnci ya da uyumu. Sanatın, bireysel ve kolektif hafızamızda nasıl bir yer edindiğini ve bu ikiliklerin çerçevesinde kendini nasıl yeniden tanımlayabildiğini bu sergide gözlemleyebileceğiz. Dizideki eleştirmen karakteri Yaprak’ın Boşluk işini “Biçimsel olarak orijinal, fikirsel olarak popülist” bulmuştu. Birçok ziyaretçinin Yaprak’ı cinsiyetçi bir yerden gülünçleştirdiğini, ekranda dönen maçta neler olup bittiğini daha çok merak ettiklerini de bu bölümde gözlemledim. Bence sanatçının yapmak istediği de tam olarak buydu: Gündelik hayatı sanatın içine olabildiğince grotesk bir şekilde yerleştirerek aslında Türkiye’de sanatın hayatın içine bir türlü yerleşememesini vurgulamak. Yine aynı apartmanda rastladığım Burhan Altıntop karakterinin portreleriyle birlikte sunulan Burhan Altıntop’un kendi resimlerinden oluşan seçkiye bayıldım. Domates Bahçelerinde İfot,  Domates Bahçelerinde Naile, Domates Bahçelerinde Elektrik İdaresi gibi başlıklara sahip bu “primitif” resimleri, Burhan Altıntop’un geldiği sınıfa, taşralılığa bir övgü olarak okuyorum. Altıntop’un eserleri, öykündüğü Nişantaşı aristokrasisine bir tokat gibi çarpan bu üslup, sanat yapmaya hakkı, parası, vakti olamayacak bir sınıfa mensup birinin kendi değerini ve estetiğini savunması gibi geliyor. Neredeyse ulvi güçler atfedilen sanatçı mitinin yıkılıp eşitlendiğini hissediyorum. Sizin ilk izlenimleriniz neler?

HAYIRLI EVLAT: Türkiye’de sınıfsal gerginlik, Batı dışındaki çoğu ülkenin yaşadığı gibi “Batılılaşma” sancılarıyla iç içe geçmiş durumda. Güncel sanat Batı merkezliliğini korurken sanata erişim fırsatları hem maddi hem entelektüel olarak kısıtlanabiliyor, böylece bir kesim dışlanıyor ve sanat mecrası sınıfsal konum oluşturmak için araçsallaştırılıyor. Bu da sanat pazarında aristokrasinin portre yaptırdığı çağın anlayışından tam olarak kopulmadığını gösteriyor. Bu durum sanatın insanlarda öfke ve korku uyandırmasına sebep olabiliyor. Mesela Leyla ile Mecnun (2011- 2013, TRT 1) dizisindeki ressam Eylül Şenel karakteri sergisini organize edecek Leyla karakteriyle buluştuğunda Leyla, Eylül’ün soyut tablosunu anlamadığını ama anlamamasının sebebinin herhalde bu anlaşılması zor resmin kendisinden üstün olmasından kaynaklandığını söylüyor. Bunu yaparken bir yandan da Leyla’nın Eylül’e, bu anlaşılmaz tablolardan nasıl para kazanacağını sorduğunu duyuyoruz.

Gilmore Girls ve Popüler Kültürde Yetişkinlik - Sezen Ünlüönen

POPÜLER KÜLTÜRÜN YETİŞKİNLİKLE İMTİHANI Y KUŞAĞI’NA DÖNDÜRE DÖNDÜRE ESKİ DİZİLERİ İZLETMEK OLDU. PAYIMIZA DÜŞENİ BU DİZİLERİN ŞAHI GILMORE GIRLS EFSANESİ ÜZERİNDEN ELE ALIRKEN YETİŞKİNLİK HALLERİNİ NEOLİBERAL DÜNYADA SEYREYLEDİK.

 

Gilmore Girls dizisini o kadar çok kez baştan sona seyrettim ki artık dizinin kimi bölümlerinde sadece karakterlerin ne söyleyeceğini değil, kameranın ne şekilde hareket edeceğini, oyuncuların ne tür jest ve mimiklere başvuracağını, sözgelimi Rory’ye “istersen partiye tırabzanlardan kayarak da bir giriş yapabilirsin” diyen Lorelai’ın elini omzundan bileğine doğru kaydırarak mevzubahis girişi canlandıracağını da biliyorum. Dizinin tek tük bölümlerine lise yıllarımın cnbc-e’sinde rastladıysam da diziyi esas olarak geçirdiğim büyük bir ameliyattan sonra bir hastane odasında düzenli olarak  izlemeye başladım. Hastane televizyonu her gün dizinin tekrar bölümlerini veriyordu. Henüz stream izleme kültürünün gelişmediği zamanlar olduğundan diziyi ne kadar severek izlediğimi gören eş dost da nekahet döneminde beni oyalamak için ha bire Gilmore Girls DVD’leri hediye ediyordu bana.

Diziyi neden çok sevdiğim, nerelerini çok sevdiğim, niçin durmadan başa sarıp izlediğim konusunda fikirlerim durmadan değişti. 20’lerimin başında bana çok cazip bir sevgili adayı gibi gelen Logan’ı şimdi yüzümü buruşturmadan izleyemiyorum mesela. Vakti zamanında iki televizyon karakterinin oturup ikna edici bir biçimde Jane Austen ve Bukowski karşılaştırması bana mucizevi bir şey gibi gelmişti; bu etki ise Logan’ın tezahürü aksine aynı kaldı, şimdi de kültürel referanslarıyla hâlâ ara sıra beni şaşırtmaya devam ediyor dizi. (Bizim kuşağın Fran Lebowitz’den birkaç sene önce duyup okuduğu Dawn Powell’ı meğer Rory ikinci sezonda okuyup Lane’e tavsiye etmiş!) Bazı jestler ve aileyi anlama biçimleri üzerine de düşündürdü, düşündürmeye devam ediyor: Üniversite öğrencisiyken Babette’in kedisine cenaze töreni düzenlenmesi sempatik geliyordu, şimdi Rory anneannesi ve dedesiyle düzgün bir ilişki kurunca Lorelai’ın birden Rory’yi kıskandığını fark etmesi derinlikli geliyor.

Dizinin cazibesini anlamak için, her şeyde olduğu gibi, biraz diziye, biraz da dünyaya (bu dünyada ne işlevler gördüğüne, niye hoşa gittiğine) bakmak lazım. Benim için dizinin en kıymetli yanlarından biri, bir yandan varoluşumuza dair kimi temel dinamik ve meseleleri akıllı bir şekilde masaya yatırırken (ailemizle ilişkimiz; başarısızlıkla, hayal kırıklığıyla nasıl başa çıktığımız...) bir yandan da kimsenin başına korkunç felaketlerin gelmediği bir peri masalı evrenini insanı aptal yerine koymadan sunması. Kendi duygularını tanımakta zorlanan genç bir kızın kafa karışıklığının inandırıcı anlatımının dans maratonları, piknik festivalleri, anne kız defileleriyle beraber ilerlemesi.

Sosyal medyaya bakılırsa, insanın çocuklukta, ilk gençlikte izlediği dizileri dönüp dönüp tekrar izlemesi az rastlanır bir olgu değil. Her şeye bir travma izahı bulmaya çok meraklı kültürümüz, bunun da bir “travma tepkisi” olduğuna ikna olmuş: Başa çıkamadığı manevi yüklerle karşı karşıya kalan insanlar, dizilerin tanıdık evreninde kendilerine bir tatlı huzur arıyorlar. Ben de bu diziyi izlemeye kendi hastalığım esnasında başladım, annemin hastalığında geri döndüm filan derken çok temelsiz bir görüş değil bence “travma tepkisi.” Ama herhalde sinemanın, televizyonun icadından (belki tiyatronun, romanların ortaya çıkışından) bu yana başa çıkamayacağı tecrübelerle karşı karşıya kalan ilk kuşaklar biz değilizdir diye tahmin ediyorum. İkinci Dünya Savaşı’nın dertlerini Bir Gecede Oldu’yu tekrar tekrar izleyerek atmak fikri, bir tek teknolojik yetersizliklerden ötürü tuhaf gelmiyor kulağa.[i]

Çağımızın aynı şeyi tekrar tekrar izleme hastalığının bir başka tezahürü de 90’ların ve erken 2000’lerin popüler dizi ve filmlerinin durmadan hortlatılması, aynı karakterlerle, tam kaldığımız yerden olmasa da on sene arayla devam etme isteği. Gilmore Girls’e çekilen dört bölümlük devam dizisi, üç filmden sonra And Just Like That adıyla bir kez daha ekranlara dönen Sex and the City, 2021’de tekrar bir araya gelen Friends kadrosu, 90’larda çocuk olanların muhakkak hatırlayacağı Bizim Ev (Full House) dizisinin Fuller House adlı devamı... Örnekler say say bitmez.

Bunlara bir de sürekli yeni güçlüklerle güreş tutan süper kahramanlar, bilimsel konuşacak olursak en son 674. devam filmi çekilen hızlı arabanın maceraları, “Superman’le Batman el ele batan Titanik’i kurtarmaya çalışırken meğer Indiana Jones oradan geçiyormuş” halini alan birleşmeler, ayrılmalar, tekrarları da eklediğimiz zaman ortaya çıkan manzaranın popüler kültürün çoraklaşması olarak görünmesi kaçınılmaz.

 

Kültürde Çocuklaşma ve Otorite Eksikliği

Bu konu ile ilgili en ilginç görüşlerden birini on sene kadar önce televizyon eleştirmeni A. O. Scott öne sürdü.[ii] Scott o vakit çok ses getiren bu yazısında Mad Men ve Sopranos gibi dizilerin “yetişkinliği” anlatan son popüler kültür ürünleri olduğunu, kelli felli insanların da artık hiç çekincesiz genç yetişkin kitapları okumasının, sakinleşmek için boyama kitabı boyamasının, lego biriktirmesinin ve çizgi film seyretmesinin kültürde bir “çocuklaşmaya” ve otorite eksikliğine işaret ettiğini söyledi.

Çocukluğumuzun, ilk gençliğimizin dizilerini dönüp dönüp izlemekte o çocukluğa, maziye, hiç değilse alışıldık, bilindik’e bir özlem olduğu aşikâr. Ortaya biraz da psikanaliz sosu karıştırmak isteyenler yukarıdaki travma tepkisiyle birleştirip bunun bir çeşit yineleme zorlantısı olduğunu da iddia edebilir (amatör psikanaliz can aldı!).

Ama kültürde bir yetişkinlik ve otorite krizi varsa, herhalde bunun tek sorumlusu aynı diziyi tekrar tekrar izleyen ve boyama kitabı boyayan bizler değiliz. Ya da bizler sonucuz, neden değil. Peki neden ne? Gilmore Girls dizisinin işi buna kafa yormak değil ama, 2016’da yayımlanan dört bölümlük devam dizisi, dolaylı yoldan buna da kafa yormuştu. Dizinin olayların hep tatlıya bağlandığı, son tahlilde şansın hep yaver gittiği bir yarı-peri masalı evreninde geçtiğinden bahsetmiştim. Yine de bu dizi 2000 yılında yayına başladığında 32 yaşında olan; 16 yaşındayken evlilik dışı hamile kalıp doğurmuş; liseyi, üniversiteyi dışarıdan bitirmiş; bekâr bir annenin çalışarak bir otelin başına gelmesi; iyi kötü çocuk okutması; borçla ev alıp taksitini ödemesi hiçbirimize akıl almaz bir fantastik öğe gibi gelmemişti. Ancak bu devam dizisinde görüyoruz ki aradan geçen 16 senede Rory pahalı bir özel okulda okumasına, Yale’den mezun olmasına, ailesinin ve sevgilisi Logan’ın destek ve bağlantılarına, hatta New Yorker’a yazı yazmasına rağmen kendisine Lorelai’ın o 32 yaşındayken kurduğu hayatın yanına yaklaşacak bir düzen kuramamıştır. Parça başı iş yapmanın norm olduğu bir evrende, sürekli yeni bir yazı olanağı kovalamakta, düzenli bir işi olmadığı için bir hafta arkadaşında, bir hafta anneannesinde kalmaktadır; kolilenmiş eşyaları belki beş ayrı eve dağılmıştır. Çünkü dünyamızda yetişkinliği mümkün kılan maaş seviyeleri, düzenli iş imkânı, başını sokacak bir ev alabilme ihtimali artık Rory gibi ayrıcalıklının da ayrıcalıklısı kişiler için bile çoğunlukla ulaşılmaz birer hayaldir. Rory kendisini ayrıştırmak için ne kadar debelenirse debelensin, kendisi gibi üniversite okumuş ama bir düzen kuramamış, çaresiz, ebeveyninin yanına geri taşınmış “30’luklar çetesi”nin fahri bir üyesidir, çünkü artık dünya öyle bir yerdir. Ya da sosyal medyanın çok sevdiği şekliyle söyleyelim “yetişkinlik de sınıfsaldır.”

Yine de bunu böyle deyip bırakmaya içim elvermiyor. Yetişkinliğin imkânsız hale gelmesi toplumsal, küresel, ekonomik ve siyasi bir sorun, muhakkak. Ama insan kendi hayatını toplumsal, küresel, ekonomik ve siyasi sorunların failliğine havale edip yaşayamaz. Ya da madem sınıf dedik, Marx dedemizden alıntıyla devam edelim: “İnsan kendi tarihini kendi yazar, ama nasıl isterse öyle değil; yani kendi seçtiği şartlar altında değil, geçmişten gelen, kendini içinde bulduğu, mevcut şartlar altında.”[iii]

Biz de “madem yetişkinlik mümkün değilmiş, o zaman boyama kitabı!” demeyelim, kendimizi içinde bulduğumuz şartlarda kurulabilecek bir yetişkinlik hayalinden tümden vazgeçmeyelim, Gilmore Girls’ün nostaljiden, geçmişe dönüşten, aşina olunandan, çocukluktan, tekrardan başka bir cazibesi var mı, Gilmore Girls’ün anlattığı şekliyle yetişkinlik nasıl, bir de ona bakalım.

A. O. Scott yukarıda değindiğim yetişkinlik ve otorite krizi yazısında, bunu bir ölçüde patriyarkanın alışıldık otorite ve yetişkinlik modellerinin çözülüyor olmasına bağlar. Yani televizyonda artık yetişkinliği görmememizin bir sebebi, yetişkin olmayı geçmişte bir nebze Don Draper gibi bir adam olmakla eşleştirmiş olmamızdır Scott’a göre. Scott bunun adını tam böyle koymuyor ama bence bu eski modelde kadınlar yetişkin değil de anne ve eş oluyorlar. Yetişkinlik kadınlara ancak bir çeşit “gerçeklik ilkesi” bekçiliği olarak mümkün oluyor: Esas oğlana “oraya gitme, tuzlu yeme, filancanın doğum gününe gitmemiz lazım” demek görevlerini yerine getirmek, zihinde hiç bitmeyen bir emek. 

O açından Gilmore Girls bana kadın yetişkinliğinin de kıymetli bir anlatımı gibi geliyor. Mesela orta yaşı geçtiği halde kimsenin annesi ya da ninesi olmadan normal ve tatmin edici hayatlar sürmeye devam eden Bayan Patty ve Babette gibi karakterlerle kadının bekçilik ödevi örüntüsünü kırıyor ama tabii ki esas başarısı, Lorelai’da işi, kariyer hedefleri olan sorumluluk sahibi bir yetişkini, iyi bir anneyi alışıldığın dışında bir şekilde ekrana taşıyabilmesi. Lorelai iyi bir anne ama kızına saçını süpürge etmiyor, mucizevi bir biçimde de olsa hiç ev işi yapmıyor, yemek pişirmiyor; romantik ve erotik bir hayatı var; dizideki diğer genç kadınlar da sürekli diyet yapıp nasıl güzelleşeceklerine kafa yormuyor, onun yerine okul gazetesiyle, yaz stajlarıyla meşgul oluyorlar.

Tüm bunların bazı izleyiciye yetersiz geldiğinin, hatta kimini çileden çıkardığının da farkındayım: Nasıl bu kadar abur cubur yiyip kilo almazlar, Lorelai’ın aslında hiç gerçek para sorunu yok çünkü ailesi her başı sıkıştığında yardımına koşuyor, her hafta ailenin evine gidip dört çeşit yemek yemek bir mağduriyet değildir, dizide neden yeterince Siyahi oyuncu yok!

Tüm bu eleştiriler haklı da olsa, bunlar da son tahlilde bana başka bir yetişkinlik krizi gibi geliyor. Bir kültürel formun sınırlarını ve yetersizliklerini hazmedememek, bir şeyi sevip beğenebilmek için onun kusursuz olmasına ihtiyaç duymak. O açıdan belki de Gilmore Girls ile ilişkimizi çocukluğumuzla olan ilişkimize değil, ebeveynimizle olan ilişkimize benzetmek lazım. Yani dizide hem Emily’nin hem de Lorelai’ın tekrar tekrar öğrenmesi gereken dersleri bizim de öğrenmemiz lazım. Yetişkinlik dünyada siyahla beyaz kadar gri olduğunu anlamak biraz da; bir şeyi mükemmel olmasını beklemeden, hatasıyla sevabıyla kabul edip sevebilmeyi bilmek lazım.

Notlar

[i] Gerçi Birinci Dünya Savaşı’nın dertlerini unutmak için cephede tekrar tekrar Jane Austen romanları okumak diye bir şey var. Demek ki kendi kuşağımızı da o kadar kolay harcamamak lazım.

[ii] A.O. Scott, “The Death of Adulthood in American Culture”, The New York Times, Yayın tarihi: 11 Eylül 2014 https://www.nytimes.com/2014/09/14/magazine/thedeath-of-adulthood-in-american-culture.html Erişim tarihi: 15 Nisan 2024.

[iii] Karl Marx, The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte – Bölüm 1, 1869 tarihli Almanca baskıdan İngilizceye çeviren: Saul K. Padover, Çevrimiçi Arşiv, Marx/Engels İnternet Arşivi https://www.marxists.org/archive/marx/works/1852/18th-brumaire/ch01.htm Erişim tarihi: 15 Nisan 2024. Türkçeye çeviri yazara aittir.

Cennet Yerde, Büyü Burada - Zeynep Nur Ayanoğlu

Yeraltı Suları  ve Hamamböceklerinin Mücadeleci Ruhu - Mertcan Karakuş

Savaş Yıllarında Sanat: Cemal Nadir’in İzleri - Ebru Esra Satıcı

Onlar İyi İnsanlar - Orhan Pamuk

Türkiye Güncel Sanatı: Elli Yılda Geçilen Dönemeçler İçin Yeni Sorular - Süreyyya Evren

Sanat Dünyamız’ın Bir Cisim Olarak Değeri - Mine Haydaroğlu

Durup Şehre Bakalım - Nil Kural

Diyaloglar: Modern Sanatçılar ve Osmanlı Geçmişi - Sanat Dünyamız - Deniz Beyazıt

Hareket Alanı - Sanat Dünyamız - Huo Rf

Görsel Notlar: Okyanus Çağrı Çamcı - Okyanus Çağrı Çamcı

Görülmemiş, Esrarengiz ve Öteki - Bengisu Çağlayan