Hınç
ISSN: 977–1300–2880–107
Sayı : 107 Dönem : Sonbahar 2022
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
3 aylık düşünce dergisi cogito, Güz 2022 sayısında “Hınç” olgusunu ele alıyor.
Güvencesizliğin otoriteryanizmi, ayrımcılığı ve nefret söylemlerini tırmandırdığı, kitlelerin öfke ve hiddetinin manipüle edilerek icat edilmiş̧ “düşmanlara” yöneltildiği ve farklılığa duyulan hıncın ötekileri cezalandırma yolundaki güdüleri canlandırdığı bir dönemden geçiyoruz. Bir yandan da, neoliberalizmin nihilizmle kesiştiği, hak ve adalet taleplerinin politik doğruculuk yaftası yapıştırılarak değersizleştirildiği bu dönemeçte bireysel ve toplumsal özgürleşme bağlamında “hınç” olgusuna odaklanan yazılardan oluşuyor Hınç dosyası.
Bu sayının Odak bölümünde, 2012’de kurduğu Crip Magazine’in 5. sayısı 17. İstanbul Bienali kapsamında yayımlayan Eva Egermann’la işbirliği içinde hazırlanmış Sakatlık Söylemleri var. Engelsiz, “sağlıklı” bedenin norm kabul edildiği toplumda, keder ve acıma üreten “engelli” teriminin aksine güçlendirici ve özgürleştirici olan “sakatlık” kavramı ve sakatlık söylemleri üzerinden kültürel temsillerde, sanatta ve düşüncede yeni alanlar açma çabası araştırılıyor bu bölümde.
cogito’ya buradan abone olabilirsiniz.
Cogito’dan
Marguerite Le Caze’ın “Haset ve Hınç” makalesi, nahoş ve etik-dışı, kaçınılması gereken olumsuz tutkular olarak ele alınan haset ve hıncın, olumsuzluklarla belirlenmiş bir dünyada hak edilmemiş kazanımlara verilen haklı tepkiler, adaletsizliğin ve toplumsal eşitsizliklerin teşhis ve onarımında önemli rol oynayan, etik yaşamın bir parçası olan, kısıtlı bir ölçüde de olsa olumlu duygular olarak okunabileceği bir çerçeve çiziyor. Nietzscheci ressentiment mantığına özgü hıncın aksine yapıcı tefekküre ve eyleme kapı aralayan, yazarın, eksikliğini dünyayla, kendiyle ve ötekiyle ilişkilenmede sorunlu bir tutumun göstergesi kabul ettiği bu meşru ya da ve ılımlı hınç, Caze’ın bu çerçeveyi çizerken başvurduğu filozofu David Hume’a göre, dikkati dışlanmışlara ve güçsüzlere çektiği ölçüde ve ihlallere karşı infial yaratabildiği takdirde olumlu bir rol üstlenebilir.
Hınç kavramı Adam Smith’in Ahlaki Duygular Ansiklopedisi’nde ise toplumsal yaşam açısından hem gerekli hem tehlikeli bir tutku olarak öne çıkıyor. İdeal toplumsal düzenin ahengine uyacak şekilde ılımlaştırılabileceği varsayılan bu duygu, aydınlanmacı zeminde olumlu bir tonda tartışılıyor. Smith’teki bu iyimser veçheye karşın, Nietzsche’de bütün değerleri kökünden çürüten bir hastalık karakterine bürünen hınç, sürekli tekrar eden, hep nükseden duygu boyutunu (re)ssentiment kavramında koruyor. Michael Ure, “Hınç/Ressentiment” yazısında köle ayaklanmasıyla değerlerin tersine çevrilmesinin yol açtığı evrimsel dejenerasyondan haber veren Nietzsche’nin kötümser ressentiment eleştirisini, demokrasilerde sosyo-politik hıncın kalıcılaşarak ontolojik ressentiment’ı tetikleme ve muhtelif siyasal patolojiler ve sapkınlıklara zemin açma tehlikesini soruşturmak için verimli bir alan olarak yorumluyor.
Kaçınılması gereken ontolojik ressentiment, eyleme dökülemeyen, ve bu acizlik nedeniyle bir duygu olarak içe yöneltilip hep canlı tutulan, bedeni kuvvetten düşürürken güç istençlerini de hasta eden, bellekte yerleşerek yeni deneyimlerin yaşanmasına yer bırakmayan bir unutamama hali – bir hastalık. Kendini “geleceğin psikoloğu” olarak da nitelendiren Nietzsche’nin teşhis ettiği bu hastalığı İbrahim Eylem Doğan “Nietzsche, Hınç ve Tinsel Yazgı” başlıklı makalesinde, filozofun metafizik felsefeyi eleştirerek geliştirdiği “yeni” psikoloji ve “ahlak-dışı” ahlak felsefesi çerçevesinde yorumluyor. Doğan’a göre ontolojik hıncın belirlediği insan tipinin zayıflığı, tepkiselliğinden, bütün değerlerini bir Öteki üzerinden yaratmasından, güçle arasındaki mesafe ne olursa olsun hıncının kendini sürekli tekrar etmesinden ileri gelir. Hıncını hiçbir zaman alamayan hınç insanının tekrarlarda hapsolmuş eylemsizliği, zaten marazlı olan toplumsallığı da bir olumsuzluk ataletinde kıstırma riski içerir: “Dünyaya dair sorunlu temsiller geliştiren ve yaşamla ‘sağlıksız’ bir ilişki kuran hınç insanı siyasi gücü ele geçirdiğinde sonuçları ciddi biçimde olumsuz olabilecek eylemler üretme potansiyeline sahiptir.”
Ontolojik hıncın bu katılığı, bellekteki kalıcılığı yeni bir değerler hiyerarşisi oluşturmayı ve bu değerleri etkin bir şekilde benimsemeyi iyice güçleştirir. Hüseyin Deniz Özcan, Nietzsche’nin “varoluşu bütünüyle kuşatan ve kültürün her zerresine sirayet eden tarihsel bir nihilizm problemi” olarak hınç eleştirisini eleştirel felsefe alanında gerçekleşen radikal bir devrim olarak okuyor “Hıncın Tarihi: Nietzsche İsa’ya Karşı”da. Nietzsche’nin ressentiment eleştirisini bütün nüanslarıyla irdeleyerek bu eleştirel projenin bütün kuvvetleri olumlama ve yaşamın hizmetine sunma amacını belirginleştiren bu yazıda, olumsuzun patolojisi olan hınçla mücadelede belleği özerkleştirecek bir etkin unutuşun, hem tarihi hafifleteceği hem de “mutluluğa, neşeye ve gurura açık olan bir şimdiyi” mümkün kılacağı vurgulanıyor.
Saul Newman’ın ressentiment’ı özgürlükten feragat etme, boyun eğme ve tahakküme bağlanma çerçevesinde okuduğu “Hınç Siyaseti ve Gönüllü Kölelik Sorunu” başlıklı yazısı Michel Foucault ve Etienne de la Boétie’nin özgürlük ve tahakküm üzerine düşünce hattını takip ederek neoliberal toplumları karakterize eden yaygın gönüllü kölelik sorunundan çıkış yollarını araştırıyor. Newman’a göre ressentiment durumundan tek muhtemel çıkış yolu, dışsal ve içsel sınırlarımız üzerine çalışarak, gönüllü kölelikten kurtuluşu Öteki’yle ilişkide pratiğe dökerek, özgürlüğü üzerinde çalışılması gereken, öğrenilebilecek bir disiplin, bir sanat olarak olumlamak.
Selen Erdoğan, Cahide Birgül’ün Gölgeler Çekildiğinde romanında hıncın temsillerine odaklanıyor “Gölgeler Çekildiğinde Aynaların Serinliğinde” yazısında. Burjuva ahlakına teslimiyetin en büyük suç sayıldığı, suçun tanımını değiştiren bu metinde, en çok kendi hikâyesinin kurucusu ve anlatıcısı olmadığı bir hayat sürmekten korkan başkarakter Esin “insanın başına gelenleri kendi suçuymuş gibi gösterenleri ya da mutsuzluklarının kişilerin kendi algılarıyla ilgili olduğu ideolojisini yayanları ‘temizleme’” hayali kurduğu fanteziler yoluyla hayatla baş etmeye çalışır.
Hınçlı öfke dışavurumlarının ardındaki toplumsal ve ekonomik ıstırap, adaletsizliğin gerçek sebeplerinin göz ardı edilerek onarılmamasına dayanıyor. Böylece hıncın içe dönerek katlanmasına, katılaşmasına yol açıyor. Günümüzde hak ve özgürlük mücadelelerini irdeyen çalışmaların merkezi izleği, hıncın toplumsallaşarak köktenci-muhafazakâr ve yeni-sağ siyasetlerle birlikte edindiği bu yıkıcı gücü.
Sjoerd van Tuinen’in “Hınç/Ressentiment Kompleksi” başlıklı makalesi, hıncı olumlu hak arayışına, ressentiment’ı ise onun ezeli düşmanı olarak tam karşı kutba yerleştiren liberal söylemde “eşitsizliğin doğal bir olgu olarak görüldüğü, adalet adına heyecanlı direnişin uydurma ve zararlı olarak tasvir edildiği” muhafazakâr bakış açısına dikkat çekiyor: “Azınlıklarla tarihsel olarak dışlanmış ve travma geçirmiş grupların hınçları, medyamızı dolduran aşırı içe dönük ressentiment’lara kıyasla çok daha az tepkisel veya nevrotik ve çok daha güçlendirici gibi gözükmektedir.”
Wendy Brown, geç modernlikte iktidar ve özgürlük ilişkisini ele aldığı States of Injury kitabında da yayımlanan “İncinmiş Bağlılıklar” başlıklı makalede, siyasallaşmış kimliğin arzularını ve devletin dışlayıcı yapıları ve disiplin mekanizmaları tarafından üretilen incinmiş bağlılıkları Nietzsche’nin ressentiment mantığı çerçevesinde değerlendiriyor. Ezilenlerin sadece baskıya son vermeye odaklanan siyasetinin, mağdur kimliğin çok büyük ölçüde ezen-ezilen karşıtlığının bir ürünü olarak varolduğu, statükoyu devam ettirdiği, itiraz ettiği otoriteyi ve sistemi meşrulaştırdığı ve böylece bir gelecek ortaya koyamadığı, “yeni değerler yaratamadığı” hınç-güdümlü kimlik siyasetinden çıkış yolunu etkin bir unutmada değil, radikal bir demokratik siyasal kültür yoluyla bu tekrardan kurtulmada tespit ediyor.
Rahel Jaeggi popülist hareketlere eklemlenen ve mülteci karşıtı, eşitlikçilik karşıtı, demokrasi karşıtı, homofobik ve transfobik, antisemitist ve faşist tutumların yükselişinin eleştirel bir çözümlemesi için ressentiment kavramını bir gerileme tarzı olarak ele aldığı yazısında, çeşitli hınçları tetikleyip besleyen toplumsal yapıları açığa çıkaran bir çerçeve sunuyor.
Bu sayının Odak bölümünde, 2012’de kurduğu Crip Magazine’in 5. sayısı 17. İstanbul Bienali kapsamında yayımlayan Eva Egermann’la işbirliği içinde hazırladığımız Sakatlık Söylemleri var. Engelsiz, “sağlıklı” bedenin norm kabul edildiği toplumda, keder ve acıma üreten “engelli” teriminin aksine güçlendirici ve özgürleştirici olan “sakatlık” kavramı ve sakatlık söylemleri üzerinden kültürel temsillerde, sanatta ve düşüncede yeni alanlar açma çabası araştırılıyor bu bölümde.Bu sayıya değerli önerileriyle katkıda bulunan İmge Oranlı’ya, Nazile Kalaycı’ya, İbrahim Eylem Doğan’a ve Elif Kamışlı’ya teşekkür ederiz.Şeyda Öztürk
Nietzsche hınç kavramını, felsefi söylemindeki genel tutumuna da uygun olarak, farklı yorumlamalara olanak tanıyacak şekilde işler. Bununla birlikte tüm bu yorumlar kavramın genel ve kapsayıcı bir tanımı altında bir araya gelir. Hınç “reaktif” bir zihinsel fenomendir ve bu yönüyle psikolojinin bir konusudur. Nietzsche’nin bu argümana herhangi bir itirazı olmayacaktır; öte yandan hınç kavramını psikolojinin yanı sıra “ahlak tipolojisi” adını verdiği araştırma alanının belli başlı bulgularından biri olarak ele aldığını düşünmemiz için gerekli kavramsal çerçeveyi ve yeterli metinsel kanıtı sunduğunu da görürüz. Birçok metninde farklı veçhelerinden söz ettiği “hınç insanı” Nietzsche’nin ahlak-dışı [amoral] bir temelde kurduğu ahlak felsefesinin ana eksenini oluşturan iki insan tipinden biridir. “Tip”lerin güçle etkileşme tarzlarıyla belirlenmesi nedeniyle, hınç insanının doğru biçimde anlaşılması, iyi-kötü kavramlarına referansla değil, güçle olan doğrudan ve dolaylı ilişkisinin tarihselliğini ve mekanizmasını açığa çıkarmakla mümkün olacaktır.
Tip
Nietzscheci “tipolojinin” temel varsayımına göre, her insan tipi belirli bir zihin veya bilinç durumuna karşılık gelir, bu durumları belirleyen ise içgüdülerin birbirlerine göre hiyerarşik konumlanmalarıdır. Başka bir deyişle, her insan tipi belirli bir “içgüdüsel konfigürasyon” anlamına gelir. Bireyin bilince gelen etkinliğini tayin eden, bilinçdışı unsurların sürekli mücadelesi olarak da anlayabileceğimiz bu içgüdüsel konfigürasyondur: “Bilincinde olduğumuz tüm saikler [motives] yüzeysel olgulardır: onların ardında dürtülerimizin ve koşullarımızın mücadelesi, güç için mücadele vardır.” Yukarıdaki alıntının yanı sıra Nietzsche’nin bilince gelen ve gelmeyen zihinsel süreçlere ilişkin değerlendirmeleri, onun gözünde insan bilincinin “epifenomenal” statüsünün açık kanıtıdır. Nietzsche, bilinci, hakkında çok sınırlı bilgiye sahip olabileceğimiz bilinçdışı unsurların, durumların ve mekanizmaların yüzeysel bir tezahürü olarak anlar: “bilince gelen her şey bir zincirin son halkası, bir bitiştir”. Nietzscheci tipoloji, farklı karakter tiplerinin, bilinç denilen bu yüzeyi belirleyen içgüdüsel organizasyonlarının süreklilik gösteren özelliklerini açığa çıkarmayı hedefler. Dolayısıyla Nietzscheci anlamda bir “insan tipi”nden söz edildiğinde, bireylerin psikolojik formasyonlarının sonucu olarak ortaya çıkan, nispeten istikrarlı içgüdüsel konfigürasyonları anlaşılmalıdır. O halde bir “tip”, genel olarak yaşamı anlama ve değerlendirme modalitesini, buna karşılık gelen karar verme süreçlerini ve davranış kalıplarını yansıtır. Nietzsche, tarihsel analizi aracılığıyla “düzenli olarak tekrarlanan ve yakından bağlantılı özellikleri” araştırarak “efendi” ve “köle” olmak üzere “iki temel tip” ve bunların arasında “temel bir fark” olduğu sonucuna ulaşmıştır. Bu iki temel tip aynı zamanda içgüdülere ve güce dair temelden farklı iki tutuma, dolayısıyla iki farklı ahlak türüne işaret eder: “efendi ahlakı” ve “köle ahlakı”. Tarihsel-tipolojik incelemesinin bu birincil ve kapsamlı sonucunu Nietzsche, Deccal’de “soylu ahlak” ve “hınç ahlakı” karşıtlığı olarak kavramsallaştırmıştır.
“Yeni” Psikoloji
Bu iki karşıt ahlak anlayışının sınırlarının çizilmesi, “tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesi” biçiminde özetlenebilecek felsefi projenin ilk aşamasıdır. Nietzsche için “tarih” bu projenin laboratuvarı, “psikoloji” ise onun başat enstrümanıdır. Bu nedenle psikolojinin tüm bilimlerin kraliçesi olması ve psikoloji dışında kalan bilimlerin ona hizmet etmesi gerektiğini iddia etmiş, kendini “geleceğin psikoloğu” olarak nitelemiş ve “psikoloji filozofu” olarak da anılmıştır. Bu yakıştırmalar, şiddetle eleştirdiği “metafizik felsefe”den kopuşunun da sembolü olmuştur. Nietzsche, düşünsel faaliyetinin dayanak noktalarının ve ön varsayımlarının, insanı “özne” veya “öz-bilinç” gibi felsefi kategorilerle özdeşleştirdiğini iddia ettiği “metafizik” perspektiften ilkesel ve yöntemsel olarak ayrıştığını vurgulamış, bize verili tek “gerçeğin” arzular ve tutkular dünyamız olduğu ve güdülerimizden başka bir gerçeğe ulaşamayacağımız “varsayımından” hareket etmiştir. Böylelikle “yeni” psikolojinin ilkelerini ve yöntemini inşa etmeye girişen Nietzsche bu çabasının altında yatan nedenlerden birinin kendi dönemine dek süregelen psikolojinin ahlaksal önyargılara ve korkulara takılıp kalması olduğunu ifade etmiştir. Dolayısıyla psikoloji bu önyargı ve korkulardan sıyrılmalı ve eleştirel bir perspektif benimseyerek arzu, tutku ve güdülerin değişkenliğinin izini süren tarihsel bir bakışı benimsemelidir.
Yukarıda özelliklerini sıraladığımız yeni psikolojinin en net tanımı, yaşamın en temel niteliği olarak ortaya koyulan “güç istenci” üzerinden yapılmıştır: psikoloji, güç istencinin morfolojisi ve gelişim öğretisi şeklinde kavranmalıdır. Bu iddiasının dayanak noktasını Nietzsche şu biçimde açıklar:
“Varsayalım ki sonunda bütün içgüdüsel yaşamımızı temel bir istenç biçiminin –yani benim iddia ettiğim gibi güç istencinin– organizasyonu ve dallanıp budaklanması olduğunu açıklamayı başardık; varsayalım ki tüm organik fonksiyonlar bu güç istencine dayandırılabilsin ve hatta üreme ve beslenme problemini de –bu ikisi tek bir problemdir– o çözmüş olsun; böylece tüm etkin kuvveti açıkça güç istenci olarak belirleme hakkını elde etmiş olurduk”.
Bu hipotetik açıklamanın sınırları içinde, en genel haliyle “içgüdüsel dünya” adıyla anılabilecek alanın tüm unsurlarını Nietzsche birer “güç istenci” olarak tasarlar. Böylelikle metinlerindeki adlandırmaların çeşitliliğinden bağımsız olarak, tüm bu unsurların yaşamın en temel niteliği olan güç istenci olma özelliğini gösterdiğini vurgulamış olur. İçgüdüler, duygulanımlar, dürtüler ve tutkular birer güç istencidir ve güç istenci olmanın tüm özelliklerini taşırlar. Öyleyse, insan bir güç istençleri çokluğudur; davranışları, eğilimleri, ahlakı, bilgiyle ilişkisi, onu oluşturan güç istençleri arasındaki mücadeleden başka bir şey değildir. Bu tespitten çıkan sonuç, Nietzsche’nin üzerine en çok spekülasyon yapılan kavramlarından güç istencinin çoğul olarak düşünülmesi gerektiğidir: “her güç istencinin, güç istenci olabilmesi için başka güç istençlerine karşı yönelmiş olması gerekir.” Güç istencinin ilişkisel karakteri, tek başına “bir” güç istencinden değil, “güç istençleri”nden söz etmemiz gerektiğini gösterir. Hatta sadece birbirleriyle karşılıklı ilişki içinde olan güç istençlerinden söz etmek daha doğru olur. Sürekli bir oluş hali olan yaşamın, güç istencinden başka bir şey olmaması, güç istençlerinin süresiz çatışmalarından ibaret olması anlamına gelir. Benzer biçimde, bir içgüdü için güç istenci özelliklerine sahip olmak demek, onun en temel niteliğine uygun olarak, diğer içgüdülere tahakküm kurmak için mücadele etmesi demektir.
İçgüdüler de diğer her şey gibi tarihseldir. Her biri belirli bir yönelimi içerir: “adalet içgüdüsü”, “hakikat içgüdüsü”, “yaratım içgüdüsü”, vb.. Her içgüdü diğer içgüdülerle içinde bulunduğu tahakküm mücadelesine bağlı olarak zayıflayabilir, güçlenebilir, hatta insanlar yeni bir “içgüdü yetiştirmeye dahi teşebbüs edebilirler”. Bütün bu özellikler, içgüdülerin yalıtılmış, sabit veya durağan olmadıklarını, aksine, “oluştuklarını” ve değişime açık olduklarını göstermektedir. Bu yönüyle içgüdüler, yaşamsal bir kuvvet özelliği gösteren süreçlerdir ve bu özelliklerinden ötürü harekete geçmeyi hedeflerler. Bir içgüdü, deneyimleri kendi hedefi doğrultusunda nasıl kullanabileceğini ortaya çıkarmak için onları “inceler”, “temsil eder” ve “değerlendirir”. Bir başka ifadeyle, olayları “sindirerek” hareketinin yönünü belirler.
Devamı cogito bu sayıda
Bu çalışmanın amacı hıncın çeşitli biçimleri arasındaki ilişkiyi ve farkları netleştirmek, bu biçimlerin siyasi içerimlerini analiz etmek. Öncelikle İskoç Aydınlanması filozoflarının, özellikle Adam Smith’in tasavvur ettiği hınç ile Nietzsche’nin ressentiment fikri arasındaki farka odaklanacağım. Bu kısa düşünsel tarihe dayanarak hınç teriminin üç farklı çağdaş kullanımını ayırt edebileceğimizi öne süreceğim. Okuma kolaylığı açısından bu kavramlara ahlaki hınç, sosyo-politik hınç ve ontolojik ressentiment adlarını vereceğim. İlk önce ahlaki hıncın çağdaş savunucularının bu duyguyu adaletin temel direklerinden biri olarak makul bir şekilde gösterdiğini ileri süreceğim. İkincisi, kolektif sorumluluğa dair daha geniş bir anlayışı benimsersek, sosyo-politik hıncın da kolektif ve sistematik adaletsizlikleri tespit edip bu adaletsizliklerle başa çıkmak açısından önemli bir duygu olduğunu savunabileceğimizi ortaya atıyorum. Ne var ki, sosyo-politik hıncın aynı zamanda ontolojik ressentiment’ı de tetikleme ya da canlandırma potansiyeli olduğunu savunuyorum. Nietzsche’nin “köle” ressentiment’ı eleştirisinin ve kendi alternatif siyasi fikirlerinin dikkatle analiz edildiği bu çalışma ontolojik ressentiment’ın farklı türden totaliter ya da mükemmeliyetçi siyasetlere kapı açtığını gösteriyor. Nietzsche’nin kendisi meşru sosyo-politik hıncı yanlış bir şekilde fizyolojik dejenerasyon işareti saymakla beraber, analizi aynı zamanda bu meşru hoşnutsuzlukların radikal hasede ve erdemi kurban olmakla özdeşleştiren derin bir varoluş nefretine nasıl dönüşebileceğini de aydınlatmaktadır. Nietzsche’nin analizi demokrasinin önemli bir siyasal sorunu konusunda bizi uyarır: sosyo-politik hınçtan ontolojik ressentiment’a kayma. Demokratik siyasal teorinin distopik siyasal ideallerin ve hareketlerin yayılmasından kaçınmak için sosyo-politik hıncın ontolojik ressentiment’a kaymasını nasıl önleyeceğini bulmasının bir ihtiyaç olduğu belirtilerek de bu yazının sonuna geliniyor.Smithçi Hınç ve Nietzscheci Ressentiment
Yakın geçmişteki ahlak ve siyaset felsefesinde, hıncı ıslah ederek demokratik normların sürdürülmesinde önemli bir rol oynayabilecek ve oynaması gereken bir duygu haline getirmek için çeşitli girişimlerde bulunuldu. Bu girişimlerin temellerini atanlar büyük ölçüde İskoç Aydınlanması filozofları David Hume ve Adam Smith olmuştur. Bir yorumcunun ifadesiyle, “Smith adaletin haklı sebeplere sahip hınçla bağlantısını vurgular.” Smith’e göre hınç ve öfkenin “adaletin bekçileri” olarak “kamusal faydası” vardır. Ahlak duygusu geleneğine yaslanan bazı çağdaş filozoflar ve ahlak psikologları demokratik müzakerelerde ve kamu hukukunda hınca yer verilmesi gerektiğini savunuyorlar. Robert Solomon’a göre, “Hınç demokrasinin bağrında yatar”. Jeffrie Murphy bireylerin haysiyetlerini ve kendilerine saygılarını hınç üzerinden meşru bir şekilde gösterdiklerini ileri sürer. Diğer yandan, Smith’in iddiasına göre, kötü hareketlere ve hakaretlere hınç duyamamak insanı alçak biri yapar. Haksız olduğuna hükmettiğimiz şeye hınç duyarız. Kasıtlı, hak edilmemiş zararlı eylemlerin ya da saygısızlıkların haksız olduğuna hükmederiz. Hıncın zemini başkasının bize yönelik horgörüsünün ya da kayıtsızlığının suç niteliğinde bir eyleme dökülmesidir. Hıncımızı besleyen şey onun bize tavrıdır. Başımıza gelen doğal afetler yüzünden üzülebiliriz, ama hınç duyduğumuzu söylemenin bir anlamı yoktur. Bu yüzden hıncın ardındaki güdü incinmiş gururun tamiri ya da kabullenilme-saygının geri kazanılmasıdır. Bu ahlaki hınç anlayışına göre doğal afetler ya da kaza eseri gerçekleşen zararlar yüzünden hınç duyabileceğimizi söylemek yanlıştır, çünkü böyle olaylar gururumuza ya da toplumsal saygınlığımıza doğrudan zarar vermez. Hıncı hem suçlunun hem kurbanın bireyler olduğu zararlı eylemlerle sınırlamanın doğru olup olmadığı meselesine daha sonra döneceğiz. Peter Strawson’un belirttiği üzere, hıncın dayanağı “başka insanlardan bize yönelik belli bir düzeyde iyi niyet ve saygı beklentisi ve talebidir”. Başkalarından uygun düzeyde saygı beklemek ile hepsinin eylemlerinden sorumlu olduğu inancı hınçta birleşir.Devamı cogito bu sayıda
Gilles DeleuzeHınç Üçlemesi
Nietzsche bir tercümandır. Tersyüz edilerek bir yüceltim ve masumiyet maskesi (ideoloji) altında sunulmuş bütün ideal, inanç, buyruk ve değerleri yaşamın diline geri tercüme ederek yeniden değerlendirir. Aşkın değerler öğretisinin bütünü olarak ahlak yeniden değerlendirilmeye tabi tutulması gereken ilk ve en hayati tehlikedir – “tehlikelerin tehlikesi”dir. Zira ahlak tam da bu şekilde ‘soylu’ kavram, duygu ve ideallerin ardına saklanmış bir intikamın; kendi amaçlarını ruh, özgür irade, sevgi ve merhamet gibi yüceltim unsurlarının arkasına gizleyen pusuya yatmış bir hıncın (ressentiment) ürünü ve stratejisidir. Nietzsche bu tercüme ve yorumlama sanatını yalnızca maskeleri düşürmek üzere icra etmez, ahlaki ideallerin oluşturulduğu bu karanlık işlikte soylu, güzel ve yüce olanın yeni –zayıf– biçimlerinin nasıl üretildiğini de gösterir. Söz gelimi yumuşak, ölmeye yakın bir sevginin nasıl, ne zaman ve hangi motivasyonlarla hıncın kötücüllüğünü gizlemeye muktedir soylu bir maske haline geldiği ya da özgür iradenin hangi bakımlardan bu “en tinsel intikam”a hizmet ettiği sorusu başlı başına Nietzscheci bir sorudur. “Bu mahzen”, der Nietzsche ahlakın kendi lehine bir başarıya dönüştürdüğü zayıflıkları ifşa etmek için daldığı karanlıklara bakarken, “tümüyle intikam ve nefret doludur.” Değerleri tersyüz ederek yeni idealler yaratan bu olumsuzlama çalışmasının gerisinde hıncın son derece üretken yaratıcılığı bulunur: Hınç, ruhları fethederek kabul ettirilen popüler yaşam tarzının yaşama karşı dönmesinin motorudur. Ve tüm bunların yanı sıra, Nietzsche’nin ince ayrımların düşünürü olduğunu kaydetmemiz ayrıca önemlidir. Bu düşüncede, ahlakın soybilimi bağlamı içerisinde ortaya koyulan hınç eleştirisi de dahil olmak üzere, hemen hemen her şey nüanslara bağlıdır – bu nüanslar gözardı edildiğinde Nietzsche düşüncesi sıradanlaşarak tehlikeli hale gelir. Hıncın Nietzsche’nin konuştuğu bedenin ve yaşamın dilinde ne anlama geldiğini bu ince ayrımların titizliğinde kavrayabilmek; adına hınç denilen hastalığı yaşamın terazisinde tartarak izleri maskelerin ardında kaybolmuş bu fenomeni patolojik bir güç biçiminde anlamını bulan bir gösterge olarak yorumlayabilmek için ise öncelikle hıncın katmanlarını açığa çıkaran üç kurgusal karşılaşmayı –edebi ve felsefi üç uğrağı– katetmemiz gerekir.
İlk karşılaşma Salman Rushdie’nin Öfke adlı romanında, kimliksiz bir uğultunun hüküm sürdüğü ultra-modern bir metropol olan New York’ta, bizatihi şehrin kendisiyle, yaşanır. BBC gibi prestijli bir kanalda imal ettiği kuklalar aracılığıyla yürüttüğü bir programın yıldızı olan Malik Solanka, New York’ta yaşayan (bir başka metropol olan Londra’dan New York’a kaçarcasına taşınan); sünepeliğe varan bir nezaket, “neredeyse patolojik bir gücendirme korkusu” gibi modern erdemlerle donanmış (“kibar, anlayışlı, cömert, zeki, komik ve olgundu”) saygın bir felsefe profesörüdür. Fakat “insafsız zenginliğin kayıtsızlığıyla” gezegenin geri kalanını “aşağılayan” bu mütecaviz ve züppe şehirde geçirdiği yıllar Profesör Solanka’yı gitgide artan bir kederin yavaşça birikmesiyle gizli bir melankolik haline getirmiş; Solanka ‘gençliğinin iyimser barış ve sevgi felsefesi’ni terk ederek zihnini “güçle ilgili sorunlar”la meşgul eden, şehrin yöneticilerini takıntı haline getirmiş hırçın ve kaba biri haline dönüşmüştür. New York ile yaşadığı karşılaşma –kimden geldiği belli olmayan sınır aşımları, takılan lakaplar, ‘nezaket’ gereği karşılıksız bırakılan saygısızlıklar, kesilen sözler, kendine bile itiraf edilemeyen karanlık sırlar, bilinçte meydana gelen huzursuz bir yarık– Solanka’yı kelimenin en güçlü anlamıyla öfkeli biri haline getirir. Öfke patlamaya hazır bir zehrin yavaş yavaş içine dolması gibi Solanka’yı ele geçirir, Solanka’nın yaşamını anlamlandıran –duyum, algı ve beklentilerine hükmeden– temel kategori haline gelir. Tam da buna uygun olarak Rushdie, Solanka’nın bitmek bilmeyen iç monologlarından birinde hikâyesinin çekirdeğini oluşturan temel düşünceyi dile getirir: “Hayat öfkedir.” Fakat yanılmaktadır. Solanka’yı ele geçirerek bakışını karanlıklaştıran, içinde yavaş yavaş toplanarak yaşamın bütünü haline gelen şey öfke değil fakat hınçtır. Rushdie, belki de bütün bir modern psikoloji gibi, birikmiş bir hıncın nerede boşalacağı belli olmayan rastgele patlamalarıyla, maruz kalınan belirli bir olumsuzluğa anında verilen ani bir tepki olarak öfkeyi birbirine karıştırır.
Öfke ile hınç gerçekten de bir bakımdan benzer: Her iki duygu da bedenin tepkisel kuvvetleriyle ilişkilidir. Fakat arada morfolojik ve tipolojik farklar, son derece önemli nüanslar bulunur. İlk olarak, öfke bir eylem olarak gösterilen, bedeni yeniden harekete geçiren bir tepki iken (re-action, agere), hınç bir eylem olarak harekete koyulmayan fakat yalnızca hissedilen/duyumsanan (re-(s)sentiment, sentire) bir tepkidir. Öfke, hıncın aksine, son derece yakıcı, şehvetli ve sıcak bir his olarak deneyimlenir; bu yaşantıda öfkenin öznesine eşlik eden bir hazzın duyumsanmasıdır. Çünkü öfkede söz konusu olan bir gücün yükselerek taşması ve belirli nesnesine yönelerek dışarı boşalmasıdır. Tam da bu bakımdan, öfke, güçlü ve soylu ruhların birbirlerini fark etmesini sağlayan coşkulu ve gösterişli parlama biçimlerinden biridir; birdenbire meydana gelir, kendini tüketir ve aynı hızla kaybolur. Öfke: Maruz kalınan olumsuz bir şeyin zihindeki izini anında yerine getirilen karşı bir eylemle silen sağlıklı tepki. Burada intikam ruhundan eser yoktur. Bir hayvan kendisine saldıranı ısırdığında ya da bir kimse kendisine atılan tokadı ani bir karşı tokatla etkisiz kıldığında, burada söz konusu olan intikam değildir.Devamı cogito bu sayıda
Wendy Brown - İncinmiş Bağlılıklar
Sjoerd van Tuinen - Hınç-Ressentiment Kompleksi: Liberal Söylemin Eleştirisi
Saul Newman - Hınç Siyaseti ve Gönüllü Kölelik Sorunu
Rahel Jaeggi - Gerileme Tarzları: Hınç Vakası
Marguerite La Caze - Haset ve Hınç
Selen Erdoğan - Gölgeler Çekildiğinde Aynaların Serinliğinde
Odak: Sakatlık Söylemleri
Sistem kaptı dilini
Stiches stigmatasYetersizliklerimiz yepyeni bir yeterlik alanı açarEva Egermann: “Bedenler iktidar ve kimlik haritalarıdır” diye yazıyor Donna Haraway siborgların bedenlerimizi ve araçlarımızı kendi kendimize açıkladığımız ikilikler labirentinden nasıl bir çıkış yolu önerebileceğini düşünürken. Bu beden heteroglossia’sı fikrinin amacı makineleri, kimlikleri ve kategorileri hem inşa etmek hem de onları parçalamaktır [...].
“Normal” (bir beden ideali olarak) gibi ikilikler ve normal olandan sapan her şeyi anormal veya sapkın diye damgalamak sosyal eşitsizlikleri şekillendiren ve sosyal hiyerarşileri destekleyen pratiklerdir ve “uzaylı”, “zayıf” yahut “öteki” kategorileri gibi işlerler. Bundan kurtulmak için başka bir şey yapmak istedik: sınıfı veya sanat eğitimini, çoğul kimliklerin ve bedenlerin müzakere edilebildiği bir imkân alanı olarak düşündük. Beden heteroglossia’sını (çok dillilik) sanat eğitiminde özellikle okullarda uygulanacak bir pratik haline getirmeyi hedefledik.
Haraway’in birden çok dilde konuşan bedenler fikri atölye çalışmasının başlığına da ilham verdi: Zürih Sanat Akademisi’ndeki Sanat Eğitimi Enstitüsü’nde düzenlediğimiz “Body Heteroglossias. Practices of resistance inscribed in art education” (Beden Heteroglossia’ları: Sanat eğitimine kazınan direniş pratikleri). Bu atölye çalışmasında konuya bedensel normlar ve siborg “kaçışlar” perspektifinden yaklaştık.
Buradaki fikir, alternatif okuma ve görsel üretme yollarını mümkün kılmak ve direniş pratiklerini sınıfa kazımaktı. Sanat eğitimi çerçevesinde sanat yaparak hangi siborg bakış açıları keşfedilebilir?Doris Arztmann: Siborg Manifestosu’nda Haraway’in yaptığı gibi, biz de feministçe konuşan dillerle ilgileniyorduk, yani feminizm hakkında konuşmanın çoğul yolları ile. Ben tek bir ortak kuir sakat feminist dilden ziyade güçlendirici, dogmatik olmayan bir beden heteroglossia’sının hayalini kuruyorum.
Haraway manifestosunda, siborglardan toplumsal cinsiyeti ve bedenleşmeyi akışkan ve parçalı düşünmenin bir yolu olarak bahsediyor. Bu atölyede katılımcılarla birlikte bir tür “siborg moduna” girmenin yolunu aradık. Böylece iyi prova edilmiş, sınırlandırıcı ve karşıtlık temelli konuşma, düşünce ve eylemlerin ötesine geçmeyi amaç ediniyorduk ki makineler, kimlikler ve kategoriler inşa edip onları yıkabilelim ve sürekli değişen ve diğer canlılar ve şeylerle iç içe geçmiş bir sürecin parçası olmanın farkındalığını da içeren bir varoluş biçimi tahayyül edebilelim.
“Var olmaya” farklı bir açıdan bakmak yeni perspektifler sunar. Bu bana sakatlık aktivisti, filozof ve sanatçı Sunaura Taylor ile filozof Judith Butler’ın San Francisco’da çıktıkları bir yürüyüş esnasında aralarında geçen sohbeti hatırlatıyor. Hareket etme kapasitesine veya kabiliyetine, yani bir cismin verili bir çerçevede neler yapabileceğine dikkat çeken “Beden nedir?” sorusu yerine “Bir beden ne yapabilir?” sorusunu, yani belirli bir toplumsal bağlamda bir bedenin kapasitesi nedir sorusunu tartışıyorlar. Bu soru bir yandan da belirli bir sosyal bağlamda bir bedenin ne yapmasına izin verildiğini eleştirel biçimde düşünmeyi mümkün kılıyor.
İkimiz de bedenlerin uymasına/olmasına izin verilen norm ve sınırlandırmaları daha akışkan hale getirmekle ilgileniyoruz. Aynı zamanda, bedene ve siyasi hareketlere ilişkin konformist olmayan kavramlara, yalnızca birer disiplin ve normalleşme alanı olarak değil, aynı zamanda birer arzu alanı olarak bakmakla da ilgileniyoruz. Ben bunu kendi hayatımda, dünyada-var-olmanın karşı-hegemonik ve muhalif yollarını paylaşılabilir ve yaşanabilir kılmak için sakat aktivistlerin ve uyumsuz cinsiyetleri ve arzuları olan kişilerin olduğu mekânlarda bulunarak yapıyorum. Sanat eğitiminin de böyle bir alan haline gelmesi için ne yapmak gerekiyor?“Direniş Uygulamaları Kalıpları” derken kastettiğimiz şey...
E. E.: Simi Linton da “Claiming Disability: Knowledge and Identity” (Sakatlık Hakkı: Bilgi ve Kimlik) metninde uyumsuz bedenleşmeler ve muhalif deneyimler hakkında yazıyor.
“Kurumuş bacaklarımızın üzerinde kahverengi yün örtüler veya solgun gözlerimizde karanlık gözlüklerle değil, şort ve sandaletleri, tulum ve iş elbiselerini oyun ve iş için giyinmiş halde çıktık dışarı – açık sözlü, maskesiz ve müdanasız. Crosby, Stills and Nash’in Woodstock’ta seyirciye söylediği gibi “ucube bayrağımızı özgürce sallıyoruz.” Ve biz, televizyon reklamlarındaki kibar tekerlekli sandalye sporcularından ibaret değiliz. Aynı zamanda utancın artık gardırobumuzu veya söylemimizi şekillendirmeyeceğini ilan eden, kaba, tombul, biçimsiz ve yamru yumru kişileriz. Bugünlerde her yerdeyiz, sokaklarda tekerleklerimizi döndüre döndüre, zıplaya zıplaya ilerliyoruz; bastonlarımızı vuruyor, solunum tüplerimizi emiyor, rehber köpeklerimizi takip ediyor, motorlu sandalyelerimizi hareket ettiren ağız çubuklarımızı şişirip üflüyoruz. Salyamız akıyor olabilir, sesler duyabiliriz, kesik kesik hecelerle konuşabilir, idrarımızı toplamak için kateter takabilir veya zayıf bir bağışıklık sistemiyle yaşıyor olabiliriz. Biz bu ortak semptomlar listesiyle değil, bizi bir grup olarak şekillendiren sosyal ve politik koşullarla birbirimize bağlıyız.”
Devamı cogito bu sayıda
Shelly L. Tremain - Felsefe ve Sakatlık Dispozitifi
Lennard Davis - Pandemi Zamanında Biyoiktidarın Derin Yapısı Gözler Önüne Serilir
Pelin Tan, Aly Patsavas ve Eva Egermann - Söyleşi: Zihnim Yerinde Durmuyor: Arşivleme, ağrı, toplumsal hareketler ve sakat tanıklığı üzerine bir sohbet
Jonah Garde - Oluş Zamansallıkları Trans(krono)normativite ve Hayali Hormon Zamanı
Geçen Sayıdakiler
Yoksulluk
Yazarlar Hakkında