Hermeneutik
ISSN: 977-1300-0586-89
Sayı : 89 Dönem : Kış 2017
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Hermeneutik
Cogito
Kış 2017
cogito’ya buradan abone olabilirsiniz.
Cogito’dan
Hermeneutik - Kaan H. Ökten
Anlamak hemhâl olmaktır.
İnsani varoluşumuzun en ilgi çekici hâllerinden biridir anlama. Anlayınca tam olarak ne olmaktadır? Anlama nasıl cereyan etmektedir? Anlaşılan nedir? Anlayınca neyle hemhâl olunmaktadır? Anlamamak veya yanlış anlamak nasıl mümkün olabilmektedir? Anlamak yorumlamak demek ise varolanlar ve varoluş yorumdan mı ibarettir? Bu ve benzeri sorularla meşgul olan teorik ve pratik disipline “hermeneutik” denilegelmiştir. Hermeneutik sözcüğü ve disiplini uzun ve değişken bir tarihe sahip olmuştur. Ama kökünde yatan anlam hep aynı kalmıştır: yorumlayıp anlamak.
Cogito dergisinin bu özel sayısı söz konusu disiplinin sözcük anlamına, tarihine, eleştirisine, farklı yorum ve uygulamalarına ışık tutacak nitelikte makalelerden oluşmaktadır. Bu itibarla adeta bir kitap hâlini almıştır. Hemeneutik sayısına katkıda bulunan değerli meslektaşlarıma içtenlikle teşekkür ederim.
Hermeneutik özel sayısındaki makaleleri belirli bir izlek oluşturacak şekilde derledim. Jean Grondin ve Hans-Georg Gadamer’in makaleleri konuya genel bir giriş sağlamaktadır. Grondin daha ziyade retorik tarihi bakış açısıyla, Gadamer ise felsefi hermeneutik bağlamında konuyu ele almaktadır. Ayrıca aralarında otuz yıl gibi bir süre bulunan bu iki makaleyi karşılaştırarak bu disiplinin yirminci yüzyılda geçirdiği anlayış dönüşümünü de görmek mümkündür. Gadamer’in makalesini çevirmiş olan Doğan Özlem hocama, bana çevirisini gözden geçirme imkânı tanıdığı için ayrıca teşekkür ederim.
Bu iki giriş metninin ardından Çiğdem Dürüşken ile Eyüp Çoraklı’nın ortak makalesi Antik Çağ’da hermeneia kavramının serüvenini derinlikli biçimde ele almakta, Gurur Sev ve Lale Levin Basut ise makalelerinde özellikle Aristoteles bağlamında bu konuyu irdelemektedir.
Osman Bilen’in değerli makalesi İslâm yorum gelenekleri kapsamında hermeneutiğin teori ve pratiğini ayrıntılı olarak açıklamakta, bunun ardından da Çetin Balanuye eyleme gücü olarak hermeneutiğin Spinoza’daki yerini tayin etmektedir.
Kurtul Gülenç ile Arslan Topakkaya’nın makaleleri Wilhelm Dilthey’ın hermeneutik anlayışını ve ondan hareket edenlerin (örneğin Hans-Georg Gadamer ve Jürgen Habermas’ın) yorum ve eleştirilerini ortaya koymakta, Devrim Sezer ise tartışmayı daha da günümüze çekerek hermeneutik bir mesele olarak dayanışmayı Martin Heidegger, Hannah Arendt ve Hans-Georg Gadamer bağlamında ele almaktadır.
Mustafa Günay’ın makalesi ülkemizde bu disiplinin öncülerinden Doğan Özlem’in hermeneutik anlayışını kapsamlı biçimde sunmaktadır.
Hermeneutik konusunu radikal biçimde yorumlayan ve hatta onu olumsuzlayan anlayışları ele almaları bakımından Selami Varlık ile Hakan Yücefer?’in makaleleri hermeneutiğin sorunlarını açığa çıkarmaktadır.
Bunu takip eden iki makale edebiyat ile hermeneutik arasındaki ilişkiye dairdir. Abdullah Başaran sahici bir edebiyatın ne olduğunu, Burcu Şahin ise Türkçe edebiyatta üçüncü bir dil yaratma çabası olarak hermeneutiği sorgulamaktadır.
Hermeneutik özel sayısını tamamlayan iki makalenin konusu bilişsel bilimler ve nöro-filozofi bakımdan anlama ve yorumlamanın nasıl ele alınabileceği üzerinedir. Saffet Murat Tura dikkat çekici makalesinde biyosfer bağlamında insan ve anlamayı, Shaun Gallagher ise bilişsel bilimler bakımından anlamanın neliğini ortaya koymaktadır.
Dergimizin bu özel sayısının hermeneutik disiplininin daha da gelişmesine ve derinleşmesine vesile olmasını diliyorum. Çünkü anlamak hemhâl olmaktır ve ihmale gelmez.
Jean Grondin: Hermeneutik
Hans-Georg Gadamer: Hermeneutik
Çiğdem Dürüşken - Eyüp Çoraklı: Antik Çağ’da Hermeneia
Y. Gurur Sev: Dağ Fare Doğurdu: Aristoteles Külliyatında Hermeneia
Lale Levin Basut: Aristoteles ve Frege’de Uylaşımsal Olan: kata syntheken ile das Willkürliche
Osman Bilen: İslam Yorum Gelenekleri ve Çağdaş Hermeneutik
Çetin Balanuye: Spinoza: Eyleme Gücünün Hizmetinde Bir Hermeneutik
Kurtul Gülenç: Wilhelm Dilthey’da Hermeneutik Yaklaşım ve Açmazları
Arslan Topakkaya: Dilthey-Gadamer İlişkisini Hermeneutik Üzerinden Okumak
Mustafa Günay: Doğan Özlem ve Hermeneutik Felsefe
Selami Varlık: Negatif Hermeneutik ve Sonsuz Yorum Sorunu
Yorumlamadan Okumak: Gilles Deleuze’ün Anti-Hermeneutiği - Hakan Yücefer
Anti-Hermeneutik Davet
Çağdaş Fransız Felsefesi’nin bellibaşlı diğer figürleri gibi Gilles Deleuze de başkalarını okuyarak, başka filozofların, yazarların metinleriyle diyaloga girerek kendi düşüncesini geliştiriyor. Deleuze’ün yapıtının önemli bir kısmı, özellikle de ilk kitapları büyük filozoflar ya da edebiyatçılar üstüne monografilerden oluşuyor. Ama tek bir filozofa ya da yazara odaklanmayan, görece bağımsız yapıtlarda da bu başkalarını okuma, kendi düşüncesini başka düşüncelerle ilişki içinde ilerletme stratejisi daha karmaşık biçimler kazanarak varlığını hep sürdürüyor. Öte yandan, başka düşünceler, başka yaratılar karşısındaki bu açıklık ve duyarlılık özellikle Deleuze’ün Guattari’yle karşılaşmasından itibaren bir yorumlamama, yorumlayıcılığa düşmeme kaygısını beraberinde getirmeye başlıyor:
Asla yorumlamayın, deneyimleyin. Asla fantazm kurmayın, program yapın.
Anımsamanın yerine unutmayı, yorumlamanın yerine deneyimlemeyi geçirin. Organsız bedeninizi bulun, onu meydana getirmeyi öğrenin, bir ölüm kalım, gençlik yaşlılık, keder neşe meselesi bu. Ve her şey buna bağlı.
Bir kitabı okumanın iki yolu var: ya kitabı bir içeriye gönderme yapan bir kutu gibi ele alırız, böylece imlenenleri araştırmaya koyuluruz, sonrasında da iyice sapkın ya da yoldan çıkmış biriysek imleyenin peşine düşeriz. Bir sonraki kitaba öncekinde içerilen ya da onu içeren bir kutu muamelesi yaparız. Ve sonsuza kadar şerh düşeriz, yorumlarız, açıklamalar bekleriz, kitabın kitabını yazarız. Ya da diğer yol: bir kitabı imleyici-olmayan küçük bir makine gibi ele alırız; ilgilendiğimiz tek problem “Bu işliyor mu ve nasıl işliyor?” problemidir. Bu sizin için nasıl işliyor? İşlemiyorsa, hiçbir şey olmuyorsa o zaman başka bir kitaba geçin. Bu diğer okuma yeğinliğe dayalı okumadır: bir şey geçer ya da geçmez. Açıklanacak, anlaşılacak, yorumlanacak hiçbir şey yoktur.
Düşünmek daima deneyimlemektir, yorumlamak değil deneyimlemek; deneyimleme ise daima edimsel/güncel olandır, doğmakta olan, yeni olan, olup bitmekte olandır.
Yorumlamakla deneyimlemek arasında nasıl keskin bir karşıtlık kurulduğunu görüyoruz. Metinleri yorumlamayın, diyor Deleuze, yorumlamak yerine deneyin, deneyimleyin. Yorumlamakla uğraşmayın, metinlerin nasıl işlediklerine, sizi nasıl etkilediklerine, hangi bağlantıları mümkün kıldıklarına bakın. Şifre çözer gibi, gizli bir mesajı açığa çıkarmaya çalışır gibi okumayın, size gelen bir akışa dahil olmak için, karşılaşmak için, başka bir şeye dönüşmek için, kendi organsız bedeninizi keşfetmek için okuyun.
Eğer hermeneutik denen şey metinlerin nasıl yorumlanması gerektiğine yönelik kuramsal ve pratik kaygılardan doğan araştırma alanıysa aksine metinleri yorumlamadan okuma kaygısı güden, bizi yorumun ötesine, yeni deneyimlere çağıran Deleuze’ün bir anti-hermeneutiği olduğunu söyleyebiliriz. Amaç metinleri yorumlamak değil, çünkü metinler kendi başlarına birer amaç değil. Bir metni ilginç, anlamlı, değerli kılan şey yaşamla kurduğu bağ: metni kateden yaşam olanakları, yazarı yazmaya zorlayan, ona yazmaktan başka yol bırakmayan yaşamsal deneyimler, metnin okuru yeni karşılaşmalara, yeni deneyimlere zorlama gücü.
Bu yorumlamama, yorumlamanın yerine deneyimlemeyi geçirme çağrısının, yani Deleuzecü anti-hermeneutik davetin azımsanmayacak bir çekimi olduğu kesin. Ama Deleuze’ün davetine karşılık vermek tam olarak ne demek? Yorumlamaktan büsbütün vazgeçerek okumak ya da deneyimlemeyle yorumlamayı birbirinden tamamen ayırmak mümkün mü gerçekten? Okumak zaten yorumlamak değil mi? En yüzeysel okuma deneyimi bile ister istemez bir dizi örtük yorumlama varsayımına dayanmıyor mu? Elimize bir kitabı aldığımızda, bir metni okumaya, bir sanat yapıtına bakmaya karar verdiğimizde zaten çoktan bir yorumlama dünyasında hareket ediyor değil miyiz? Bu yorumlama dünyasının dışına çıkarak yapıtla karşılaştığımızı, onu deneyimlediğimizi iddia etmek kendimizi kandırmak olmayacak mı?
Bu soruların yanıtlarını bulmak için sırayla iki farklı düzeye yerleşmemiz, Deleuze’ün yapıtının iki farklı yönünü izlememiz gerekecek. Önce, Deleuze’ün (Guattari ve Parnet’yle birlikte ya da tek başına) yorumlama üzerine düşündüğü, yorumlamayı deneyimlemeyle karşı karşıya getirdiği pasajlara bakacağız. Bunu yaparken ister istemez satır aralarında gezinmek, geliştirilmeden bırakılmış düşünceleri devam ettirmek, Deleuze’ün söylediklerini “yorumlamak”, hatta aşırı-yorumlamak zorunda kalacağız, çünkü elimizde doğrudan yorumlama-deneyimleme ayrımını ele alan çok az metin var. Ardından, Deleuze’ün başkalarının metinlerini okuduğu, deneyimlediği, kullandığı yerlerde, monografilerde ya da bağımsız yapıtlardaki felsefe tarihi kısımlarında nasıl bir strateji izlediğini tartışacağız. Bu sefer de elimizde çok fazla metin olacak, çünkü en başta söylediğim gibi, Deleuze’ün yapıtının önemli bir kısmı başkalarını okumaya dayanıyor. Bu metin zenginliği karşısında ister istemez indirgemeciliğe düşmek, genellemelerle, hızlı karşılaştırmalarla yetinmek zorunda kalacağız. Ama aşırı-yorumlamayı da indirgemeciliği de göze almamız gerekecek. Çünkü Deleuze’ün anti-hermeneutik davetini anlamak bu iki düzeyin, yani yorumlama olgusunun teorik irdelenişiyle Deleuzecü okuma pratiklerinin ne ölçüde buluştuğunu ve ayrıştığını, hangi noktalarda kesiştiğini ve hangi noktalarda örtüşmezlik sergilediğini anlamaktan geçiyor.
Devamı bu sayıda...
Dünyaya İhtimam Göstermek: Arendt, Gadamer ve Dayanışma Meselesi - Devrim Sezer
1. Kardeşlik versus dünyaya ihtimam gösterme
Liberté, egalité, fraternité. Fransız Devrimi’nin üç kurucu ilkesinden biri olan kardeşlik, paradoksal olarak, hem ihmal edilmiş hem de coşkuyla benimsenmiş bir kavramdır. Bir yandan, özellikle liberal politika felsefesinde, özgürlük ve eşitlik kavramlarına gösterilen ilginin gölgesinde kalmış gibidir. Öte yandan kâh komüniteryan kâh cumhuriyetçi/devrimci temalarla sarmalanarak romantikleştirilmiş, özdeşlik fikrine veya duygudaşlık bağına dayalı bir dayanışma kavrayışının politik bilincimizde yerleşmesinde azımsanamayacak bir etkisi olmuştur. Söz konusu özdeşlik veya duygudaşlık, belirli bir etnik/milli topluluğa aidiyet duygusunun, koyu bir yurtseverlik vurgusuyla harmanlanmış bir kültürel özgünlük arayışının tezahürü de olabilir, mazlum kesimlerin kader ortaklığının veya ezilen ve haksızlığa uğrayanlarla dayanışma arzusunun ifadesi de. Kendisine kimi zaman sahici bir yerlilik, kimi zamansa sahici bir insanlık sevgisi atfeder. İlkinde, toplumu, kan bağı ve güçlü bir duygudaşlığa dayalı ailenin genişletilmiş bir versiyonu, doğal bir uzantısı olarak görme eğilimi ağır basar. İkincisindeyse yine güçlü ve romantik bir komüniteryan bileşen vardır, fakat duygudaşlığın muhatabı kan bağı veya ortak etnik/kültürel kökenle kenetlenmiş kapalı bir cemaat olmaktan çıkmış, asıl ilgi mazlumlar ve dışlanmışlara, daha doğrusu onlara karşı beslenen acıma veya merhamet duygusuna kaymış gibidir.
Kökleri epey eskiye uzanan kardeşlik anlatısı politik düşünce tarihinde iki önemli istasyondan geçerek günümüze ulaşır: Hıristiyanlık kardeşlik idealini kan bağından kopararak evrenselleştirmiş, Fransız Devrimi ise bu ideali seküler bir anlam ve içerikle donatarak Kıta Avrupası’nın politik kültüründe derin izler bırakan devrimci tahayyüle taşımıştır. Dolayısıyla modern kardeşlik anlatısı, Kudüs (Yahudi-Hıristiyan geleneği) ile devrimci geleneğin ortak bir meyvesi gibidir. Duyguların ağır bastığı, belirli bir toplulukla kurulan doğrudan veya dolaylı özdeşlikten beslenen, hem epik hem lirik unsurlar barındıran bir anlatıdır bu. Rousseau’nun acıma duygusunu insan doğasının ayırıcı niteliği olarak görmesinde; Robespierre’in sözcülüğünü üstlendiği Fransız devrimcilerinin mazlumlar ve mutsuzlarla birlik olma çağrısında, yoksullar ve güçsüzleri yüceltişlerinde, bir erdem kaynağı olarak vicdan ve merhamete yaptıkları övgüde yankılarını duyduğumuz romantik bir perspektif sunar bize kardeşlik anlatısı.
Bu yazıda peşine düşeceğim temel soru şu: Kardeşlik idealinden ziyade dünyaya ihtimam göstermekten, merhamet veya acıma duygusundan ziyade kamusal meselelere dair sorumluluk üstlenmekten yola çıkan bir dayanışma kavrayışı mümkün mü? Bu soruyu Hannah Arendt ve Hans-Georg Gadamer’e, ama özellikle her ikisinin de dayanışma temasına odaklanan metinlerine dönerek tartışmaya açmayı; 20. yüzyılın düşünce dünyasında iz bırakan bu iki önemli filozofun sunduğu argümanların ışığında dayanışma konusuna farklı bir pencereden, özdeşlik veya duygudaşlık fikrinden sıyrılan bir perspektiften bakmayı deneyeceğim. Yazıya başlarken hemen vurgulamak isterim ki amacım, Arendt’in politika felsefesi ile Gadamer’in felsefi hermeneutiğini karşılaştırmalı ve ayrıntılı olarak ele almak değil. Dünyaya ihtimam göstermeyi kendine rehber alan bir dayanışma kavrayışının, hem kardeşlik anlatısının kimi açmazlarına (ve duygusal aşırılıklarına), hem de çağdaş demokratik tahayyüle farklı bir ışık tutabileceğini göstermeyi hedefliyorum.
2. Heidegger’le birlikte, Heidegger’e karşı
Dünya ve ihtimam gösterme kavramlarından söz açtığımızda, dünyayı başkalarıyla paylaşmanın insanlık durumunun temel bileşenlerinden biri ve belki de en önemlisi olduğunu vurguladığımızda, hiç kuşkusuz, Arendt ile Gadamer’in felsefi formasyonlarını derinden etkilemiş olan Martin Heidegger çıkıyor karşımıza. Zira dünya ve ihtimam göstermeklik, Heidegger’in Varlık ve Zaman’da ortaya koyduğu insani varoluşa ilişkin analizin iki anahtar kavramıdır. Peki ama Heidegger bu kavramlarla tam olarak neyi kastetmektedir ve daha önemlisi sunmuş olduğu bakış açısının Arendt ile Gadamer üzerinde nasıl bir tesiri olmuştur?
Devamı bu sayıda...
Abdullah Başaran: İstifham: Sahici Edebiyat Nedir?
Burcu Şahin: Türkçe Edebiyatta Hermeneutik: Üçüncü Bir Dil Yaratma Çabası
Biyosferi Anlamak - Nöro-Filozofik Bir Giriş Denemesi - Saffet Murat Tura
“Esas mucize mucizenin olmamasıdır.’’
Henrie Poincaré
I. Problem: Natüralist bir hermeneutik nasıl mümkündür?
Hans-Georg Gadamer hermeneutiğin sınırlarını dinsel metinleri ya da tarihsel-toplumsal olayları anlamanın çok ötesine taşımakla kalmamış, onu belli bir yöntemle sınırlanmaktan da kurtarmıştı. Bütün zenginliğiyle yaşama hermeneutik bir açılım söz konusudur artık.
İnsanın dil sayesinde kurulmuş tarihsel-kültürel oyun-gerçekliğinden yola çıkarak bir adım daha atabilir miyiz acaba? Doğayı anlayabilir miyiz? Çünkü insan için “etkin tarih” sadece kültürel gelenek değildir: İnsanın tarihi tarihten önce başlar.
“Tarihsel-kültürel oyun-gerçeklik” derken Lacan’ın simgesel düzen anlayışından, Foucault’nun öznelliğin kuruluşuyla ilgili tespitlerinden yola çıkıyorum. Ayrıca Rus biçimcilerinden, Kierkegaard’dan, Kafka’dan, Camus’den de söz edebilirdim. Winnicott gibi psikanalistlerden de. Ama burada, insanın toplumsal-kültürel dünyasının en yalın örneğini oyunda bulabileceğimizi düşündüğüm için, özellikle Gadamer’den hareket ediyorum. Saklambaç, körebe, futbol. Her oyunun dille kurulan kendine özgü bir gerçekliği vardır. Bunların her biri, oynayanların insan dilselliği sayesinde yerleşeceği, böylece oyunun oyuncusu haline geleceği saymaca ve uzlaşımsal roller ve kurallar dizgesini tanımlayarak kendine özgü bir gerçeklik oluşturur. Böylece oluşan oyun-gerçeklik, insan toplumsal-kültürel gerçekliğinin basit ama tipik bir modeli olarak görülebilir. Aile simgesel bir yasayla çocuk-erişkin, kadın-erkek ikili karşıtlıklarını kız, oğlan, anne, baba gibi kültürel rollere dağıtarak kendi saymaca-uzlaşımsal kültürel gerçekliğini kurar. Böylece cinsellik, saldırganlık, rekabet, kıskançlık, haset, vazife, ödül, suç, ceza ve iktidar gibi deneyimlerin kültürlere özgü ilksel biçimlerini düzenler. İnsan içine doğduğu toplumsal-kültürel gerçekliği dış bir gözlemci olarak değil, bizzat yaşayarak, oynayarak “içselleştirir”. Bir başka deyişle beyninin sinaptik yapısı, içine doğduğu dil-kültürle dokunur. İnsan oyunu oynarken, oyun da insanı oynamış olur. Oysa doğayı kavrayışımızın böyle olmadığını, doğayı dışardan açıklayabildiğimizi, doğa olaylarını açıklamak için doğa yasaları kurguladığımızı, sonra bunlardan vazgeçip daha iyilerini bulduğumuzu düşünürüz. Acaba doğayla ilişkimiz bundan mı ibaret sadece?
Bu gezegende büyük bir oyun oynanıyor: Yaşam oyunu.
Kuşların göçlerini, yuva kurmalarını anlıyoruz. Arıların, karıncaların, farelerin, kartalların, hatta paramesyumların bile kendilerine özgü bir yaşam oyunu var. Bu oyun sadece türlerin içinde değil, türler arasında da oynanıyor. Galaksinin merkezine baktığımızda bile bu olağanüstü anlam dünyasına benzer çok az gökcismi olabileceğini düşünüyoruz.
Ama diğer yandan sadece diğer türleri değil, başka kültürleri de hiç olmazsa biraz anlıyoruz. Piramitler bize eski Mısır yaşamını anlatmak için yapılmadı. Öznesiz bir süreç olan Mısır kültürünün içinden tezahürüdür onlar; onun “hakikati’’dir. Şunu da eklememiz lazım: CERN de bizim modern kültürümüzün Piramit’idir; bizim “hakikati’’mizdir. Ama “hakikat’’ kültüre göreli olarak tezahür ediyorsa, sadece içinden yaşanarak kavranabilir olmalıydı. O halde içinde yaşamadığımız bir kültürün ürünlerini, mesela bir yaşam tarzının “hakikat”i olan hiyeroglifleri nasıl anlıyoruz? Dilimizi kuşların ve eski uygarlıkların diliyle “kaynaştıran’’ en derin dil ne?
Burada açıkça duyguların, dürtülerin, içgüdülerin, reflekslerin ve benzer biyolojik durumların dilinden söz ediyorum. Eğer bizi diğer türlerle olduğu kadar başka kültürlerle, hatta kendi kültürümüzle birleştiren bu en temel dil olmasa, bu gezegende hiçbir şeyi anlayamazdık. İnsanlığın bu durumu, yeni doğanın anadilini, doğuştan getirdiği içgüdüsel özellikler sayesinde annesinin bedeninin işaretlerini anladığı güvenli matriks içinde öğrenmesine benzer.
İçinden tezahür ettiğimiz iki dünya var: tarihsel-kültürel oyun-gerçeklik ve biyosferin oyun-gerçekliği. Tarihsel-kültürel oyun-gerçeklik büyük biyosfer oyununun bir parçası olarak düşünülebilir mi? Denecektir ki tarihsel-kültürel oyun-gerçeklik saymaca ve uzlaşımsal işaretlere dayanır; oysa doğal oyunun işaretleri böyle değil. Üstelik biyolojik oyunun “rolleri’’ dille dağılmıyor; kurbağa doğal dilin içinde kurbağa olmamıştır. Acaba?
Natüralist bir hermeneutiğin temelleri nasıl olmalı? Bu soruyu daha önce Madde ve Mana’da sormuştum. Şimdi bu eski çalışmayı Beynin Gölgeleri’yle birlikte yeniden gözden geçirip belki daha öte sonuçlara ulaşmaya çalışırken şu üç sorudan hareket ediyorum:
1- Anlamın kökeni nedir?
2- İnsan zihninin evrensel anlama kapasitesi nerden geliyor?
3- İnsan zihninden bağımsız bir anlam dünyası mümkün mü? Basitçe şunu soruyorum: İnsan zihninden bağımsız bir fiziksel gerçekliği varsaydığımız gibi insandan bağımsız bir şekilde var olan bir anlam gerçekliğini de tasavvur edebilir miyiz?
Bu gibi soruları hakkını vererek sormak ve bir ölçüde olsun yanıtlamak için doğanın hermeneutik bir kavranışının koşullarını araştırmamız gerekir.
Devamı bu sayıda...
Shaun Gallagher: Hermeneutik ve Bilişsel Bilimler
Geçen Sayıdakiler
Maurice Merleau-Ponty
Yazarlar Hakkında