YKY - Yapı Kredi Yayınları
Sepet Ürün bulunmaktadır.
Başlangıcından Günümüze Medya Tarihi

Başlangıcından Günümüze Medya Tarihi

Yazar:

Kategori: Cogito

Çeviren:

ISBN: 978-975-363-625-3

Tekrar Baskı: 3. Baskı / 03.2009

YKY'de İlk Baskı Tarihi: 01.1998

400.00 TL ve üzeri alışverişlerinizde kargo ücretsiz.

YKY İnternet Satış Fiyatı
12.50 TL    Etiket Fiyatı : 16.67 TL
TÜKENDİ

Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.

Genel BilgilerTadımlık
Sayfa Sayısı: 363
Boyut: 13.5 x 21 cm
Tekrar Baskı: 3. Baskı / 03.2009

“Başlangıcından Günümüze Medya Tarihi”

Farklı dönem ve ülkelerde, kültürün yapılandırdığı bilgi ile halkın tepkileri arasındaki o karmaşık diyalektiği; düşünce biçimlerinin gelişimini; devlet ile görsel-işitsel basın arasındaki ilişkileri; gazete, radyo ve televizyonların ekonomik yapılanışını; haberlerin biçimlendirilişini ve dolaşımını; özgürlük mücadelelerini; medya-kamuoyu-iktidar ilişkilerini ve daha pek çok konuyu inceliyor “Medya Tarihi”.

MEDYALAR VE KAMUOYU

Medya tarihi çok geniş bir alanı kucaklar. Çağlar boyu toplumların kendilerini ve öteki toplumları nasıl gördüklerini ve çeşitli aktörlerin kişisel tasarıları doğrultusunda bu görüntüyü değiştirmek için nasıl çaba harcadıklarını inceleme görevini üstlenerek tüm araştırma sahalarıyla kesişir ve insanların kamusal ve özel alandaki faaliyetlerinin çoğunu kapsar.

Bu nedenle, medya tarihi doğrudan pek çok konuyla ilgilidir: Kendisini üretenlere özgü kültürle yapılanan bilgi ile halkın bu bilgiyi üretenleri etkileyen tepkileri arasında oluşan  karmaşık diyalektik ilişkiden hareketle farklı dönem ve ülkelerde düşünce biçimlerinin gelişimi; devletle pek çok yönden ilişkili yazılı ya da görsel-işitsel basının, yöneticilerin kendilerini bir aynada izleme saplantısı nedeniyle derinden damgasını vurduğu siyasal yaşam; gazeteler, radyolar ve televizyonlar da kazançlarıyla, dolayısıyla özgürlük alanlarıyla doğrudan piyasa kurallarına bağlı birer şirket olduklarından, ekonomik faaliyet; gazetecilik, dizgicilik, “sunuculuk”, teknisyenlik gibi her biri özgün ve kendi geleneğine sahip mesleklerde çalışanların davranışlarının da ışık tuttuğu toplumsal dengeler; haber akışının ritmini, haberlerin biçimlendirilişini ve hatta çözümlenişini bu kadar yakından etkileyen tekniknolojilerin dönüşümü...

Bu bolluğun konuya entelektüel ve toplumsal açıdan çekicilik kazandırmadığı söylenemez. Ama bu bizi rahatlatmamalı: Böyle bir incelemenin kendine özgü güçlüklerini ölçüp biçmeden kendimizi anlık bir merakın neşeli heyecanına kaptırmak da temkinsizlik olur.

İlk tehlike, üzerinde yoğunlaşılması gereken nesnelerin farklılığı ve örneklerin çeşitliliği nedeniyle dağılmasıdır: Her türlü kategoriden, her türlü boyuttaki gazete okyanusunu, basın ajanslarının, radyoların ve bugün hertz dalgalarından ya da kablodan yayın yapan televizyonların neredeyse cesaret kırıcı çokluğunu düşünmek yeterlidir. Tam tersine, bundan kaçınmak istenirse, fazla istatistiki, fazla genel, fazla soyut bazı ifadeler yararına, tüm karmaşıklığıyla gerçekliği gözden kaçırma tehlikesi kendini gösterir.

Bir başka sorun da belgelerdeki dengesizlikten kaynaklanmaktadır: Bir tarafta basılan ve saklanan devasa miktarda kâğıt, diğer tarafta bir gazetenin, bir radyonun, bir televizyonun nasıl kurulduğunu tanımlamaya olanak tanıyan şirket arşivlerinin sık rastlanan fakirliği... Medya alanında çalışanlar ender olarak tarihçi kafasına sahiptir. Aktörlerin belleğinde hâkim olan, güvenilir bir kronoloji ve bütününde olayların izlediği yön değil, genellikle öykülerdir. Bu mesleklerde bir olay diğerini kovar; herkes o anı yaşamak, çok az kişisel kâğıt saklamak, geçmişle üzerinde iyice düşünerek ve düzenli bir biçimde ilgilenmemek (bazı parlak gazeteci-tarihçiler dışında) eğilimi gösterir. Buna bir de görsel-işitsel medyalarda arşivlerin saklanması ve bunlara başvurulması konusundaki sorunların –o kadar çok söylenmiş söz, o kadar çok görüntü!– özellikle derin oluşunu ekleyin. Öyle ki, son zamanlarda, yazılı basının, bıraktığı izler çok daha kolay ulaşılabilir olduğundan, görece öneminin abartılması tehlikesi ortaya çıkmıştır.

Üçüncü güçlük daha dolaysız biçimde entelektüeldir: Kamuoyu kavramının –medyaların bugün üzerinde etki uyguladıkları, tüm çabalarını yönelttikleri bu alanın– bulanıklığından kaynaklanmaktadır. Medya tarihiyle ilgilenen herkes için temel kavram olan kamuoyu, kavranması güç, yanıltıcı biçimde açık ve genellikle yakalandığı sanılan bir anda kum gibi parmakların arasından kaçıveren bir kavramdır. Bu soruna çok yakın bir geçmişte ve –Vichy konusunda– en doğru biçimde yaklaşan yazarlardan biri olan Pierre Laborie’den, tarihçilerin genellikle kamuoyu kavramına yapıştırdıkları sıfatlardan yaptığı envanteri alıyorum: Kavranamaz, sabit olmayan, kırılgan, değişken, karmaşık, tutarsız, uyumsuz, belleksiz... Ve yine aynı yazar bu konuda Roland Barthes’ın bir sözünü tekrarlıyor: “Kısırlık, bir yöntem arzusunu belirtmekten vazgeçmeyen her çalışmayı tehdit eder.” Daha işin başındayken bu konu üzerine herhangi bir düşünce geliştirmekten nasıl kurtulabiliriz?

Eskiden, kamuoyu tarih yazarlığı başlangıçta ortaya çıkan bu rahatsızlığı aşmak için sadece en önemsiz olanla ilgilenme eğilimi gösteriyordu. Bunu yaparken de, genellikle kamuoyu ve basın arasındaki farkla ilgili yöntemsel sorunu ortaya koymaktan kaçınıyor ve böylelikle bu iki kavramı özdeşleştiriyordu. Uzun süre, Sorbonne’da “13 Mayıs Cezayir Krizi karşısında Le Figaro”, “Côtes-du-Nord bölgesinde basın ve Altı-Gün Savaşları”, “Le Petit Écho des Ardennes’de Liechtenstein” türü tezlerin filizlendiği görüldü. Tez konularını dağıtmakla görevli profesörler için bu oldukça rahattı, ama sentetik bir anlayış açısından çok az cesaret vericiydi...

İlk soru: Bu kamuoyuna nasıl ulaşılır? İçinde yaşadığımız dönem açısından sahip olduğumuz şansı belirtelim: Kamuoyu araştırmaları çağında yaşıyoruz. Uzun bir dönem içinde bakıldığında, bu araştırmaların geçmişi de oldukça yeni – altmış yıldan daha az. Amerika Birleşik Devletleri’nde Gallup, Fransa’da IFOP, vb. otuzlu yıllarda ortaya çıktı. Bu olay kamuoyu üzerine bilinenleri yeniledi, ama en az çözdükleri kadar sorun yarattı.

Zira, kamuoyu araştırmaları, ne kadar değerli olurlarsa olsunlar, Prokrustes’in yatağı* gibidirler. Duyguların ve beklentilerin karmaşıklığını basitleştirirler ve onları zorla önceden belirlenen kafeslerine yerleştirirler. Kamuoyu araştırmalarıyla, birbirine benzemeyen verileri aynı etiket altında toplama tehlikesi vardır. Sözcüklerin, ve buradan hareketle sorulan soruların, tüm bireyler için aynı anlamı taşıması mümkün değildir; duyarlılıkların ve kültürlerin farklılığı bu toplamaların zorunlu olarak yapay bir şeyler içermesine neden olur. Seçimlerde ve kanılardaki yoğunluk farklılıkları ise her zaman hesaba katılmaz, oysa bu farklılıklar tarihsel olarak son derece önemli olabilir.

Bu olgunun en az rahatsızlık verici olduğu durum, bir seçimin hemen öncesinde yapılan anketlerdir: Soruların sorulduğu anla seçimlerin yapıldığı an arasında bazı değişiklikler meydana gelse bile, yine de buradan bir tür fotoğraf çıkmaktadır. Kuşkusuz indirgeyicidir, ama kuru basitliği içinde bizzat seçimin olduğundan daha fazla değil.

Diğer tüm durumlarda, çarpıtma tehlikeleri vardır ve eğer duyarlılıkların derin hareketleri daha iyi değerlendirilmek isteniyorsa, başka kaynaklara başvurulmalıdır. Bazen, belleğin özellikle kırılgan olduğu bir alanda, yönlendirilmesi güç olan, geçmişe dönük görüşme yöntemi uygulanır. Tarihin devamının bilinmesi, aslında, aktörlerin üzerinde sorgulandıkları eski dönemlerdeki davranışları konusunda sahip oldukları fikri değiştirmektedir. Tarihsel açıklığın iki düşmanı olan tarihe aykırılık ve amaca dönük yorumlamanın tehdidi hiçbir alanda olmadığı kadar hissedilir: Bugünkü duyguları geçmiş dönemlere yapıştırma eğilimi, geçmişi ve geçmişte alınan tavırları yeniden inşa etme eğilimi, çünkü bunların şimdiki zamanda hem siyasi hem de ahlaki açıdan nereye vardığı bilinmektedir. Bu tehlikeli rahatlık, genellikle iyi niyetli, çok sayıda geçmişe dönük çarpıtmaya sürükler insanı. Dolayısıyla, kamuoyunun incelenmesinde, incelenen olayların çağdaş kaynaklarına başka hiçbir alanda olmadığı kadar ayrıcalık tanınmalıdır.

Bu kaynaklardan, kıt olmak bir yana, fazlasıyla bulunmaktadır. Geçici olarak bir kenara bıraktığım basının dışında, özel yazışmalar, notlar ve günlükler, sıcağı sıcağına yazıya geçirilmiş kişisel tepkiler, kamusal yaşamı vurgulayan alışılmış söylemler –ulusal bayramlardan anıt mezarların açılışına kadar–, duvar yazıları, hatta XX. yüzyılda, ilk olarak, herkesin bildiği gibi var olmayan, ikinci olarak, düzenli bir biçimde ortadan kaldırılan ve son olarak, devlet arşivlerinde hiçbir iz bırakmayan telefonların dinlenmesi olayı...

Bu işlenmemiş kaynakların yanında, “ikincil” kaynaklara da bir yer ayırmak gerekir; başka deyişle, günümüzde yaşayan kişilerce kamuoyu üzerine yapılan bütün yorumlar. Polis, özellikle de genel istihbarat raporlarının bir demokrasinin işleyişindeki önemini biliyoruz: Genel istihbarat, tüm büyük siyasi ve sendikal gösterilerde, olup bitenleri not eden ve bunları şefleri adına aktaran memurlar görevlendirir. Bunun dışında, valilik raporları, diplomatların görevde oldukları ülkeler üzerine yazdıkları resmi mesajlar... sayılabilir. Jean-Jacques Becker, 1914-1918 Savaşı’nın başlarında kamuoyunu konu ettiği tezinde, başka aydınlatıcı tanıklıklar ortaya çıkarmıştır: O dönemde milli eğitim bakanı, Fransa’daki tüm öğretmenlerden çalıştıkları mahalle ve kasabalarda duyguların gelişimi üzerine bir günlük tutmalarını isteme girişiminde bulunmuştu. Bu belgelerden kalanlar çok zengindir.

Ne yazık ki, bu bolluk, bilgilerin tüm alanı kapsadığı ve her şeyin kolayca anlaşılabildiği anlamına gelmez. Öncelikle, kaynaklar birbirlerinden kopyalanmıştır. Dışişleri bakanlığı arşivlerinde bulunan resmi yazılar, genellikle yazıişleri bürolarında dolaşan söylentilerin ya da diplomatların sık sık gittikleri kulüplerde anlatılanların basit bir yansımasıdır. Bu, doğruluklarını güvence altına almak için aynı ifadeleri tekrarlatma eğiliminden kaynaklanmaktadır.

Vatandaşların hissettikleri ile bunun üzerine bilinenler arasında çarpıtma etkilerinin her zaman bulunduğu konusunda bilinçli olmak gerekir. Çok sayıda süzgeç vardır. Tarihçinin bizzat kendisi de fazladan bir aracı, gerçekte hissedilenle bunun üzerine sonradan söylenebilenler arasında fazladan bir perde olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Açıklayıcı bir örneği değerlendirelim: 1914-1918 Savaşı’ndaki askerlerin yazışmaları. Burada olağandışı bir kaynağa sahibiz. Söz konusu olan, askeri sansürün, basını halkın hissettiklerine özellikle yabancı kıldığı bir dönem olunca, bu daha da önem kazanmaktadır. Başlangıçta askerler, bozgunculuk düşüncesini yaydıkları varsayılan savaş karşıtı kötüleri tasfiye etmek için mektuplara sansür koydular. Sonraları, hiyerarşi, posta denetim komisyonlarının –komisyonlar ülke dışına gönderilen mektupların tümünü ve içeride dağıtılan mektupların da yirmide birini okuyorlardı–, sansürün varlığını kesin olarak bildiklerinden mektuplarını yazarken her türlü temkinsiz açıklıktan kaçınan elebaşlarına ve kışkırtıcılara karşı pek de yararlı olmadığını hızla fark etti; ama komisyonlar, siperlerdeki askerlerin her savaşta belirleyici bir unsur olan moral durumlarını çeşitlemeleriyle kavrayabilmek için değerli olabilirdi. Dolayısıyla bu temel ve çok zengin bir kaynaktır. Evet. Ama acaba askerler bize gerçekten düşündüklerini söylüyorlar mı? Posta denetim komisyonlarının raporları okunduğunda, mektupların alıcılarına göre farklı içtenlikte olduğunu hemen fark ediyoruz; örneğin askerlerin ailelerine yazdıkları mektuplar –endişelendirmemek için– eşlerine yazdıkları mektuplardan yapay bir biçimde daha iyimserdir. Üstelik, mektupları açan ve alıntılar yapan sansürcüler de bir başka çarpıtmaya neden olmuyorlar mı? Ender, şaşırtıcı, abartılı olana genel düşüncelere oranla daha fazla ayrıcalık tanıma eğilimi göstermiyorlar mı? Son olarak, günümüzün kültürüyle silahlanmış olan (ya da bu kültür tarafından engellenen) tarihçinin bizzat kendisi, acaba okuduklarını iyi yorumlayabiliyor mu?

Birbiriyle rekabet içindeki tüm bu kaynaklara göre, medyalar nereye yerleştirilebilir? Kamuoyuyla ilişkileri, safça inanılabileceğinden çok daha karışıktır: Okuyucularının hoşuna gitmeye çalıştıkları doğru olsa da, tercihlerini belirlerken, okuyucuların okumaktan ya da duymaktan hoşlanacakları şeyler konusunda yanılabilirler. Diğer yandan, para kazanmak için cezbetme arzuları, genellikle, farklı derecelerde, davranışları etkileme umuduyla karışmaktadır; bu da, medyalar üzerinde kimi zaman açıkça, kimi zaman gizliden gizliye ağırlığını hissettiren çeşitli güçlerin karmaşık oyununu hesaba katmaya sürüklemektedir bizi: Siyasi güçler, mali etki odakları, saklı para...

Eylül 1938’de yaşanan Münih Krizi’ne bakın. Demokrasilerin Hitler ve Mussolini’ye müttefik Çekoslovakya’yı feda ederek verdikleri tavizlerden sonra, bize uzun süre, Fransız kamuoyunun büyük çoğunluğunun “Münih yanlısı” olduğu bildirildi. Bize uzun süre, özellikle parlamento tartışmalarına dayanılarak, siyasetçiler arasında sadece komünistlerin ve birkaç bağlantısız kişinin açıkça anlaşmalara karşı çıktığı söylendi. O dönemin basını incelendiğinde, birkaçı dışında –aşırı solda L’Humanité, sağ kanatta da Henri de Kérillis’in çıkardığı L’Époque–, tüm gazetelerin aynı mesajı taşıdığı görülüyordu: Kamuoyunun neredeyse tamamen Hitler’e karşı bir direniş politikasını reddettiği, Prag için ölmeye hazır hiçbir Fransızın bulunmadığı.

Oysa tarihçiler yakın bir geçmişte, o dönemde yapılan ilk kamuoyu yoklamalarının varlığından haberdar oldular. Jean Stoetzel, Fransız Kamuoyu Enstitüsü’nü kurmuştu. Enstitünün çıkardığı Sondages dergisinin ilk sayısı 1 Mayıs 1939’da yayınlandı ve Münih Konferansı konusundaki tepkileri verdi. Ne görüyoruz? Kuşkusuz Fransızların %57’sinin anlaşmaları hemen ertesi günü tasvip ettiklerini, %37’sinin buna karşı olduğunu ve sadece %6’sının fikrinin olmadığını; %57’lik grup için de, anlaşmaları çok mu, az mı, yarım ağızla mı onayladıklarını hâlâ bilmiyoruz. %37 ise Komünist Parti seçmenlerinden çok daha fazladır: Bu rakam, Fransız Komünist Partisi’nin 1936 seçimlerinde aldığı oyların üç katına eşittir. Aynı biçimde, Mart 1939’da Prag’a yöneltilen ikinci saldırıdan sonra, Haziran-Temmuz 1939’da, her altı Fransızdan sadece birinin –Marcel Déat’nın ünlü makalesinin başlığıyla– “Danzig için ölmeyi” reddettiğini görüyoruz.

Böylelikle, uzun süre bize öğretilenden çok daha farklı bir gerçeğe ulaşmış oluyoruz. Ama aynı zamanda, Raymond Aron’un dediği gibi, tarihte “yanlış bir fikrin gerçek bir olgu olduğu” da doğrudur. Siyasetçilerin kamuoyunun gerçek durumu konusunda basını izleyerek edindikleri yanlış fikir, onların seçimleri ve davranışları üzerinde etkili olmuştur. Daladier, Münih’e giderken gazeteleri uçakta okumuştu ve basın ona kabaca: “Boyun eğin, Sayın Başbakan!” demişti. Bu onun, Chamberlain’in yanında Hitler’e karşı takınacağı tavrı etkiledi.

Kaldı ki, bu aynalar oyununda, bu iç içe geçmiş yapıda, medyaların kamuoyu üzerindeki etkisini değerlendirmek için, ister ayrılmış (Anglosakson ilkesi) ister kaçamak olarak olayların anlatımına yedirilmiş olsun (sözde Latin şeması), sadece başyazıların ağırlığını değil, bazen “siyasetsiz siyaset” diye adlandırılan tüm o geniş alanı da ele almak gerekecektir.

Burada söz konusu olan, bir topluluğun “siyasi toplumsallaşmasına” katkıda bulunan belli bir konuda uzmanlaşmış basın, kadınlara, çocuklara yönelik basın, kültürel basın, spor basınıdır.

Pierre Milza’dan birkaç örnek aktaracağım: Milza, 1980’de, École française de Rome (Roma Fransız Okulu) tarafından düzenlenen kamuoyu ve dış politika ilişkileri konulu bir kolokyum sırasında, bu konuda bir düşünce geliştirmişti. İlk iki örnek, iki savaş arası dönemde Fransız-Alman ilişkilerini kapsıyor. Öncelikle, Mart 1931’de (Hitler’in iktidara gelmesinden iki yıl önce) Başbakan Brüning, 1919 anlaşmalarına tamamıyla ters düşen bir “ekonomik Anschluss”, yani Almanya ve Avusturya arasında bir gümrük birliği gerçekleştirmeye çabaladığında ortaya çıkan şiddetli gerginliklere değiniyor. Bu çabalar karşısında, Fransız kamuoyunda uyanan heyecan ani ve şiddetlidir. Oysa aynı anda, Paris’te Fransa ve Almanya milli takımlarını karşı karşıya getiren önemli bir futbol maçı oynanmaktadır: Karşılaşmanın heyecanlı ortamı, aşırı milliyetçi davranışlar, bağırışlar, hatta soyunma odalarında görüşülen oyuncuların tepkileri, iki ülke arasındaki karşıtlığın yoğunluğunu son derece doğru bir biçimde, hatta “dışişleri” sütununda çıkan pek çok makaleden çok daha iyi yansıtacaktır.

İkinci bir örnek de La guerre de Troie n’aura pas lieu’dür (Truva Savaşı Olmayacak). Jean Giraudoux’nun 1935 tarihli bu ünlü oyununa “savaş tehlikesinin yükselişi” damgasını vurmuştur. Oyun Paris’te, İtalya’nın Etiyopya’ya saldırması karşısında uygulanan yaptırımların yarattığı kargaşa ortamında oynanır. Bunun sonucunda, kolektif duyarlılığın bir anını gösteren ve siyasi gazetelerin başyazılarında dile getirilenlere yararlı bir biçimde katkıda bulunan bir karışıklık doğar.

Üçüncü örnek ise, 1952 yılında Fransa ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilişkileri kapsıyor. Bu, komünistlerin Avrupa’daki Amerikan varlığına karşı “Ridgway go home” (“Ridgway evine dön”) sloganıyla bir kampanya başlattığı dönemdir (General Ridgway o sıralarda Avrupa’daki Amerikan birliklerine kumanda etmektedir). Gösteriler, pankartlar, tüm duvarlarda yazılar. Komünist Parti’ye yakınlığıyla bilinen yazar Roger Vailland, Le colonel Foster plaidera coupable (Albay Foster suçludur) adlı şiddetli Amerikan karşıtı bir tiyatro oyununu sahneye koydurur. General Ridgway birkaç gün sonra gelecektir. Tiyatronun çevresinde şiddetli bir kargaşa patlak verir.

Çeşitli ve bazen beklenmedik yönlerde medyalara değinmeden önce, tarihçiye, çok sayıda entelektüel önlem alarak, kovandan kendi balını kendisinin çıkarmasının faydalı olacağı konusunda –cesaret kırılmasına karşı korumaya yönelik– iyi bir hatırlatma.



Benzer Kitaplar


Yazarın Diğer Kitapları