Avrupa’nın Katli 1918-1942 – Siyasi Bir Tarih
ISBN: 978-975-08-4045-6
Tekrar Baskı: 2. Baskı / 01.2021
YKY'de İlk Baskı Tarihi: 08.2017
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Orijinal Adı | : The Assassination of Europe, 1918-1942 - A Political History |
Sayfa Sayısı | : 432 |
Boyut | : 16.5 x 24 cm |
Tekrar Baskı | : 2. Baskı / 01.2021 |
Ünlü tarihçi Howard M. Sachar, Avrupa’da 1918-1939 yılları arasında ve sonrasında gerçekleşen siyasi suikastları ele aldığı bu etkileyici kitapta, 20. yüzyıl Avrupası’nın trajedisini yaratıcı ve sürükleyici bir dille anlatıyor. Kamuoyunun yakından tanıdığı önemli isimlerin, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki ölümlerini araştırarak çok daha geniş bir tarihi, Avrupa uygarlığının ahlaki ve siyasi çöküşü ile İkinci Dünya Savaşı’na sürüklenmesini gözler önüne seriyor.
Çarpıcı üslubuyla bilinen Sachar, Almanya’da birbirini izleyen ve nihayetinde Weimar Cumhuriyeti’nin çökmesine ve Hitler’in iktidara gelmesine zemin hazırlayan Rosa Luxemburg, Kurt Eisner, Matthias Erzberger ve Walther Rathenau suikastlarının izini sürüyor. Sachar’ın İtalya, Avusturya, Doğu Avrupa’da kurulan ardıl devletler ve Fransa’daki siyasi kırılganlık üzerine yaptığı araştırma, Eski Dünya’nın ölümcül zayıflıklarını yürek burkan fakat bir o kadar da merak uyandıran bir şekilde ortaya koyuyor. Stefan ve Lotte Zweig’ın ölümlerinin anlatıldığı son bölüm ise, bizzat Eski Dünya’nın katledilişi için düşündürücü bir metafor vazifesi görüyor.
“Yirminci yüzyılın bellibaşlı 11 siyasi suikastını canlı ve sürükleyici bir dille anlatmanın yanı sıra, usta bir tarihçinin nedenler ve sonuçlar üzerine keskin analizlerini içeren, elinizden bırakamayacağınız bir kitap.” Jacques Kornberg, Toronto Üniversitesi
“Sachar, yaşamları suikast veya intiharla son bulan önemli isimlere odaklanarak okurları Avrupa’nın iki Dünya Savaşı arasındaki yıllarında kapsamlı bir gezintiye çıkarıyor. Büyük bir ustalıkla çizdiği portreler, kıtanın dört bir yanında meydana gelen siyasi gelişmelere ışık tutuyor.
Öyle ki bu kişilerin ölümleri, İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte sona eren hümanist geleneğin ölümü için bir metafora dönüşmekte. Bu kitap, Avrupa tarihinin çalkantılı bir dönemini son derece akıcı bir dille anlatıyor.” Cecile E. Kuznitz, Bard College
ROSA LUXEMBURG’UN YETİŞME YILLARI
31 Mayıs 1919 günü Berlin’deki Landwehr Kanalı’nın havuzlarından birinde kısmen çürümüş bir kadın cesedi bulundu. Sudan çıkarılıp şehir morguna kaldırılan cesedin çok geçmeden Rosa Luxemburg’a ait olduğu açıklandı. Luxemburg’un iki hafta sonraki cenaze töreninde, sosyalist idealizmin bu efsane kadınını son yolculuğuna uğurlamak için binlerce kişi toplandı.
Luxemburg’un yetişme yıllarında, vatanı Polonya’ya isyancı kadın imgesi damgasını vurmuştu. 1879’da Vera Zasuliç, St. Petersburg’un askeri valisi General Fyodor Trepov’un ofisine girerek onu yakın mesafeden vurduğunda, Luxemburg sekiz yaşındaydı. Bir Rus generalinin kızı olan Sophia Perovskaya, Çar II. Aleksandr’a düzenlenen suikasta katıldığı gerekçesiyle idam edildiğinde, Luxemburg on yaşındaydı. Polonya’nın ilk işçi partisi “Proletariat”ın yirmi bir yaşındaki lideri Maria Bohusz, Sibirya’da sürgündeyken öldüğünde, Luxemburg liseyi yeni bitirmişti. Yahudi bir hekimin kızı ve Proletariat’ın kurucularından biri olan Aleksandra Jentya’nın kaderi de Sibirya’ya sürülmek olmuştu. Aslında Polonyalı, Rus ve Yahudi devrimciler, siyasi eşitlik veya ulusal bağımsızlıktan ziyade, en çok toplumsal özgürleşme adına verdikleri mücadeleyle ön plana çıkmışlardı. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında bizzat sosyalizm terimi, dünyanın tüm ezilenleri –işçiler ve köylüler, erkekler ve kadınlar, Yahudiler ve Yahudi olmayanlar– için temel ve insancıl bir adaletin hâkim olacağı yeni bir çağ anlamına geliyordu. Rosa Luxemburg da kendini daha küçük yaşta bu heyecana kaptırmıştı.
Orta sınıf Yahudi bir kereste tüccarının beş çocuğundan en küçüğü olan (nüfusa kayıtlı ismiyle) Rosalia Luxemburg, 1871’de Rus Polonyası’nın Lublin eyaletinde, Hasidi* bir kasabada dünyaya geldi. Ailesi, diğer birçoklarının aksine, Lehçe konuşuyordu ve sekülerdi. İş nedeniyle sık sık Almanya’ya seyahat eden babası, üç oğlunun Berlin’de batılı bir lise eğitimi almasını istiyordu ve 1873’te ailesini kültürel atmosferi nedeniyle tercih ettiği Varşova’ya taşıdı. Fakat Varşova’da Rosa Luxemburg’un yaşamı can sıkıcı bir şekilde kısıtlandı. Beş yaşındayken, kalçasında oluşan bir rahatsızlığın bir urdan kaynaklandığı sanılarak yanlış teşhis konuldu (sonradan, bozukluğun genetik olduğu anlaşıldı) ve bacağı alçıya alınarak neredeyse bir yıl boyunca yatağa bağlı yaşamak zorunda bırakıldı. Uygulanan bu tedavi yüzünden bir bacağı diğerinden kısa kaldı ve yürüyüşü yaşamı boyunca bir cüceninkini andırdı. Yine bu yüzden okulda arkadaşları onunla sürekli alay ettiler. Fakat Luxemburg, öğrenci olarak üstün bir başarı gösterdi. Okulu sınıf birincisi olarak bitirmesinin ardından, az sayıda Yahudi öğrenci alan seçkin bir devlet lisesine kabul edildi. Burada da yine Polonyalı okul arkadaşlarının alaylarına göğüs gererek, en yüksek dereceyle mezun oldu.
O sıralar Luxemburg, Doğu Avrupa’da genç kuşağın büyük kısmını etkisi altına alan devrimci sosyalist harekete kendini adamakıllı kaptırmış bulunuyordu. Polis tarafından sürekli izlendiğinden, yaşıtı çoğu devrimci gibi Luxemburg da hapsedilme ya da Sibirya’ya sürülme tehlikesi altındaydı. Başına bir şey gelmesinden korkan anne ve babası, Luxemburg’un gizlice Avusturya’ya geçmesini sağladılar. Bu, yerinde bir hareketti. Viyana’ya ulaşan Luxemburg, burada zengin bir Yahudi ailesinin çocuklarına ders vererek geçimini sağladı ve on sekiz ayın sonunda, İsviçre’ye gitmesine yetecek kadar para biriktirdi. İsviçre’de, on dokuz yaşındayken, Zürih Üniversitesi’nin Sosyal Bilimler Fakültesi’ne kaydoldu. İçine girdiği bu yeni dünya, ona entelektüel keşiflerde bulunma olanağı sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda farklı çevrelerden gelen öğrencilerin toplumsal açıdan eşit oldukları bir ortam sunuyordu. 19. yüzyılın sonunda Zürih sosyalist göçmenlerle dolup taşıyordu. Bunların arasında Georgi Plehanov, Julius Martov (asıl ismiyle Iulii Tsederbaum) ve Vladimir Lenin gibi ileride öncü rol oynayacak Doğu Avrupalı isimler de vardı.
Bu kafa dengi kişiler arasında Rosa Luxemburg’un kendine en yakın bulduğu “ruh ikizi”, Vilnius’lu zengin ve kültürlü bir Yahudi ailenin oğlu olan Leo Jogiches’ti. Jogiches, liseyi bitirdikten kısa süre sonra, devrimci-terörist Narodnaya Volya (Halk İradesi) Partisi’nin Vilnius şubesini kurmuştu. Bunun üzerine hapse atıldı. İkinci kez hapsedilip serbest bırakılmasının ardından, 1889’da Vilnius’tan ayrılarak İsviçre’ye gitti ve Zürih Üniversitesi’ne kaydolan diğer sürgünler güruhuna katıldı. Fakat Jogiches için üniversiteye girmek sadece bir formaliteden ibaretti. Daha Zürih’e ayak basar basmaz, her zamanki gibi ateşli şekilde sosyalist faaliyetlere girişti. Çok geçmeden Luxemburg da onun yakın çevresine dahil oldu ve 1892’de ikisi birlikte Polonya Krallığı ve Litvanya Sosyal Demokrat Partisi’ni (SDKP) kurdular. Bu aşırı solcu grup, sosyalizmi Polonya’nın siyasi bağımsızlık mücadelesiyle ilişkilendirerek “hedef saptıran” resmi Polonya Sosyalist Partisi’ni reddediyordu.