Üç Anadolu Efsanesi – Köroğlu, Karacaoğlan, Alageyik
Yazar: Yaşar Kemal
ISBN: 978-975-08-0745-6
Tekrar Baskı: 65. Baskı / 06.2024
YKY'de İlk Baskı Tarihi: 01.2004
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Sayfa Sayısı | : 224 |
Boyut | : 13.5 x 21 cm |
Tekrar Baskı | : 65. Baskı / 06.2024 |
Halk söylencelerine, efsanelere duyduğu hayranlıkla Köroğlu, Karacaoğlan ve Alageyik efsanelerini kendine has tarzıyla kaleme alan Yaşar Kemal, anlatım gücünü besleyen bereketli topraklara olan vefa borcunu da “Üç Anadolu Efsanesi ile öder”.
“Kilometrelerce yürüyüp, dağ bayır koşup ne kurtarırsa kârdır kuralınca, önce ağıtları, sonra da türküleri, koşmaları, destanları, Çukurova’nın tüm uyaklı uyaksız söz çeşitlerini, tekerlemelerini, küfürlerini avlıyordu. Folklor derlemesi filan değildi, bu iş hayat memat işiydi, özbeöz malını kurtarıyordu Çukurova’nın, sorumluydu kurda kuşa karşı, şaka değil.”
Abidin Dino, Milliyet Sanat
“Yaşar Kemal, Anadolu âşık-hikâyecilerinin geleneğine göbek bağıyla bağlanmış bir yazar. Onu ta çocukluğundan başlayarak Anadolu sözlü geleneğinin destansı türleri büyülemiş.”
Pertev Naili Boratav, Folklor ve Edebiyat I
Hey kardeşler, hey dostlar, yolda belde, tavlada tarlada, kırda ovada durup da bizi dinleyenler, okuyanlar, dünyanın kaç bucak olduğunu soranlar, bilenler, hey yedi iklim dört bucağı gezenler, size bir destanımız var. İnsanoğlu şu dünyada neyi arar, arasa arasa dostluğu, kardeşliği arar, sözü çok uzatmak neye yarar... Biz başlayalım Köroğlunun hikayelerini anlatmaya birer birer. Gidelim eski, uzak yıllara, Köroğlunun başından geçenleri söyleyelim. Söyleyelim de dinleyenlerimizin, okuyanlarımızın damakları tatlı, gönülleri hoş olsun, mert yakaları namert eline geçmesin. Bir de burada bizden önce gelmiş geçmiş, bir hoş sada olmuş, Köroğlu hikayeleri anlatan ustalarımıza canı gönülden bir selam uçuralım. Ruhları şadımanlık etsin.
Şöyle rivayet ederler ki:
O zamanlar İstanbul padişahlık, Bolu beylikti. Malum, İstanbulda Osmanoğulları hüküm sürerdi. Onları anlatmanın bir gerekliği yok; onları herkes bilir. Şimdi biz haberi Bolu Beyinden verelim.
O zamanın Bolu Beyi, Osmanlı Padişahları kadar ünlü, onlar kadar itibarlı bir Beydi. Gençti, yakışıklıydı. Tebası onu sever, onunla övünürdü.
Bu uzun boylu, akıllı, yakışıklı, adaletli Bolu Beyi, Boluda dünyanın en güzel atlarını yetiştirirdi. Onun yetiştirdiği atların ünü Anadoluyu aşmış ta Hindistandan Firengistana, İrandan Turana ulaşmıştı. Bolu Beyi deyince, akla en güzel, rüzgar gibi, kuş gibi, yıldırım gibi atlar gelirdi.
Dertsiz baş olmaz. Bolu Beyinin de başında büyük bir derdi vardı. Hem de ne dert! Bir dert ki düşman başına. Onun derdi şuydu ki, ta ezelden beri oldum olası Osmanlı Padişahlarıyla araları iyi gitmiyordu.
Osmanlıyla arasının iyi olmaması çok tehlikeli bir işti. Bir gün elinden Beyliğini, otlaklardan atlarını, gövdesinden de kellesini alabilirlerdi. Osmanlının kötü gözle baktığı bir Bey, netse neylese başını beladan kurtaramazdı.
Bolu Beyleri şimdiye kadar Osmanlının çok belasını savmışlardı. Savmışlardı ama ne pahasına.
Osmanlı sarayından kulağına öyle haberler geliyordu ki, Beyi ürpertiyordu. Padişah onun ününü, şanını çekemiyormuş. Üstüne sefere kalkacakmış. O da her gelen haberden sonra büyük armağanlarla Padişahın öfkesini indiriyordu.