Sıfır Yılı (1945’in Tarihi)
ISBN: 978-975-08-3191-1
Tekrar Baskı: 2. Baskı / 02.2023
YKY'de İlk Baskı Tarihi: 04.2015
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Orijinal Adı | : YEAR ZERO |
Sayfa Sayısı | : 312 |
Boyut | : 16.5 x 24 cm |
Tekrar Baskı | : 2. Baskı / 02.2023 |
İkinci Dünya Savaşı hakkında pek çok kitap yazılmıştır ama dünya genelindeki felaketin hemen sonrasına yakından bakan kitap sayısı azdır.
Yüzlerce görgü tanığının anlatımına ve kişisel hikâyelere dayanan Sıfır Yılı, mihver devletlerinin teslim olmasının ardından Avrupa’daki yedi aylık ve Asya’daki dört aylık süreci inceliyor ve toplama kamplarından kurtarılan Holokost felaketzedelerinin akıbetinden, İsrail devletinin kuruluşuna, Çin’de yeni başlayan iç savaşa ve Japonya’daki Müttefik işgaline kadar uzanan konuları ayrıntılı bir şekilde ele alıyor. Her imhayı bir inşanın izlediği doğruysa, Sıfır Yılı ikisi arasında kalan ve insanların çaresizlik kadar büyük umutla da dolu halde bir enkazla karşı karşıya kaldığı olağanüstü dönemeci ustalıkla sergiliyor.
“Zaferin ve yenilginin, kargaşanın ve aşağılanmanın yaşandığı o belirleyici yılı, devletlerden çok insanlara yoğunlaşan bir yaklaşımla harikulade canlandıran bir çalışma. […] Onca dehşet karşısında, derin kavrayışla verilen müthiş uğraşı görüyoruz. Muhteşem yazılmış enfes bir kitap.”
Fritz Stern
“Sıfır Yılı modern çağın kuruluş ânıdır.
Ian Buruma’nın o âna ilişkin tarihi canlı, sevecen ve ilginç.”
Michael Ignatieff
“Sıfır Yılı savaşı yakıcı bir dille suçlamakla birlikte, bizzat İkinci Dünya Savaşı’nı değil, sonrasında yaşananları, travmayı, intikamı, pişmanlıkları, unutma isteğini ve hatırlama gereğini konu alıyor. […] Ian Buruma en yetkin eseriyle karşımızda.”
Donald Sassoon
“Barındırdığı korkularla, yanılsamalarla ve ortaya çıkacak sorunların kökleriyle birlikte, 20. yüzyılın dönüm yılının iyi araştırılmış, harika kurgulanmış ve zarif bir dille yazılmış görsel bir anlatımı. Her bakımdan ilginç ve hoş bir eser.”
Ian Kershaw
Sevinç
Almanya’daki Müttefik askerleri mağlup Hitler Reich’ının (toplama, çalışma ve savaş esiri kamplarına kapattığı) milyonlarca tutsağı kurtardıklarında, uysal, gereğince minnettar ve kurtarıcılarıyla ellerinden geldiğince işbirliğine girmekten memnun kişiler bulmayı umuyorlardı. Hiç kuşkusuz bazen öyle de oldu. Ancak çoğu kez “kurtuluş saplantısı” olarak bilinen durumla karşı karşıya kaldılar. Bir görgü tanığının biraz bürokratik ifadesi şöyleydi: “Bunun temelinde intikam, açlık ve sevinç vardı, yani yeni kurtarılmış yurtsuzları, davranış ve tutum, ayrıca bakım, beslenme, dezenfeksiyon ve ülkeye iade açısından bir soruna dönüştüren üç keyfiyet.”
Kurtuluş saplantısı yurtsuz kamplarının sakinleriyle sınırlı değildi; yeni kurtarılmış bütün ülkeleri ve hatta bazı bakımlardan mağlup ülkeleri tanımlamak için de kullanılabilirdi.
Açlığın etkilerini fark edemeyecek kadar geç bir tarihte ve müreffeh bir ülkede doğdum. Ama intikamın ve sevincin soluk yansımaları hâlâ vardı. Düşmanla işbirliğine girmiş ya da daha beteri, düşmanın yatağına girmiş kişilerden öç alma, genellikle çok düşük düzeyde sessizce, neredeyse gizli bir yolla sürdü. Belli dükkânlardan bakkaliye ürünleri ya da sigara alınmazdı, çünkü sahiplerinin savaş sırasında “yanlışa” düştüğünü “herkes” bilirdi.
Sevinç ise Hollanda’da yıllık bir törene çevrilerek kurumlaştırıldı: 5 Mayıs Kurtuluş Günü.
Çocukluğumdan kalan anıyla, kilise çanlarının çaldığı ve hafif bahar melteminde kırmızı, beyaz ve mavi bayrakların dalgalandığı 5 Mayıs’ta güneş hep parlayarak doğardı. 5 Aralık’a denk gelen Aziz Nicholas yortusu, ailenin buluşması için daha mühim bir vesile olabilir; ama Kurtuluş Günü yurtseverlik sevincinin büyük gösterisidir veya en azından benim büyüdüğüm 1950’li ve 60’lı yıllarda öyleydi. Hollanda’nın 5 Mayıs 1945’te Alman işgalinden kendi çabasıyla değil de Kanadalı, İngiliz, Amerikalı ve Polonyalı askerler sayesinde kurtulmuş olması nedeniyle, her yıl yaşanan yurtseverlik gururu patlaması biraz tuhaf görünür. Yine de Amerikalılar ve İngilizler gibi, Hollandalıların da özgürlüğün ulusal kimliği tanımladığına inanmaktan hoşlanması nedeniyle, Alman yenilgisinin ulusal bilinçte, 16. ve 17. yüzyıllara yayılan Seksen Yıl Savaşı’nda İspanyol tacını yenmeye ilişkin ortak hafızayla iç içe geçip bulanıklaşması anlamlıdır.
Benim gibi savaştan sadece altı yıl sonra doğmuş biri, Normandiya kumsalında makineli tüfek ateşi arasında yürüyen İskoç gaydacılarının ya da “Marseillaise” marşını okuyan Fransız yurttaşlarının görüntüleriyle karşılaşınca, duygusal gözyaşlarına kolayca boğulur; tabii bu görüntüler hafızamızda yer edindiği için değil, Hollywood filmleri aracılığıyla artık onlara alıştığımız için. Ama 5 Mayıs 1945’ten tam elli yıl sonra, yıldönümü kutlamasında Kanada Ordusu’na bağlı askerlerin Amsterdam’a girişi canlandırıldığında, eski sevincin izlerini azıcık gördüm. Müttefik askerlerinin aslında Amsterdam’a ancak 8 Mayıs’ta girmiş olması artık konu dışı bir şey. İlk haliyle olay herhalde insanlara olağanüstü gelmiş olsa gerek. Orada bulunan bir İngiliz savaş muhabirinin anlatımı şöyleydi: “Bizi öptüler, sıkıca sarılıp ağladılar, kucakladılar, sırtımıza yumruklar indirdiler, çığlıklar attılar ve bağırdılar; yara bere içinde kalıp bitkin düşmemize kadar sürdü bu. Hollandalılar Müttefik araçlarını sonu gelmez bir çiçek yağmuruna tutmak için onların bahçelerini yağmalamışlar.”
Sıkıca tutturulmuş madalyalarıyla ve soluk muharebe kıyafetleriyle elli yıl sonra eski ciplere ve zırhlı araçlara binmiş halde kente bir kez daha giren ihtiyar Kanadalı erkekler, gözleri yaşlı kalabalıkları selamlarken, birer kral oldukları, torunlarının onları dinlemekten bıktığı günleri, savaş kahramanlığının ardından Calgary’ye ya da Winnipeg’e yerleşip dişçi ya da muhasebeci olmalarından önceki sevinç günlerini hatırladılar.
En güzel günlerini yeniden yaşayan bu ihtiyarlardan daha da çarpıcı bulduğum şey, hiç kuşkusuz kendilerine yaraşan tavırla saygın hanımefendiler gibi giyinmiş geçkin Hollandalı kadınların davranışıydı. Bir çılgınlık haline, bir tür yeniyetme esrikliğine kapılmış bu kadınlar bir rock konserindeki kızlar gibi çığlıklar atarak, kollarını ciplerdeki adamlara uzatıyor ve üniformalarına sarılıyordu: “Sağ olun! Sağ olun! Sağ olun!” Kendilerini tutamıyorlardı. Onlar da sevinç saatlerini yeniden yaşıyorlardı. O zamana kadar tanık olduğum en tuhaf erotik sahnelerden biriydi bu.