Ritüelden Drama – Kerbelâ – Muharrem – Ta´ziye
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Sayfa Sayısı | : 344 |
Boyut | : 16.5 x 24 cm |
Tekrar Baskı | : 5. Baskı / 02.2022 |
İslâm âleminde, Hz. Muhammed’in amcasının oğlu ve damadı Hz. Alî ile başlayıp onun büyük oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ve onların çocuk ve torunlarıyla devam eden On İki İmâm’a büyük saygı gösterilir, siyasal kavgalar sırasında başlarına gelen acı olaylar için üzüntü duyulur.
Bu saygı ve üzüntü, Şiî Müslümanlarda Muharrem ayının ilk on ya da oniki gününde yas orucuna ve buna bağlı olarak yas törenlerine ve özünde böyle bir amacı olmamakla birlikte, araştırmacıların konuları, sunuluş biçimleri ve varılan sonuç bakımından bir tür halk tiyatrosu niteliği buldukları “ta´ziye” gösterilerine dönüşür.
Metin And’ın ta´ziye gösterilerini Türkiye’de ilk kez ele alan ve tiyatro tarihine yeni bir katkı sayılabilecek olan bu kitabı, konusunun ilginçliği, uygulanan karşılaştırmalı araştırma yöntemiyle vardığı sonuçlar açısından toplumsal tarih, halkbilimi, gösterim sanatları, edebiyat tarihi başta olmak üzere birçok dalda çalışma yapanları ve kültür tarihi meraklılarını çok yakından ilgilendiriyor.
Birçoğu ilk kez görülecek olan yüz yirmi beş fotoğraf, gravür ve minyatür içeren Albüm ise kitabı bütünleyen bir görsel şölen…
Dinlerin, dillerin, kültürlerin ve bunlara ilişkin her türlü sanat dalının kaynaştığı bir bölgede; Arap Yarımadasında, Suriye, Irak, İran, Anadolu, Kafkasya, Orta Asya ve Hindistan ile Kuzey Afrika’da daha doğrusu her Müslümanın yüreğinde bin üçyüz yıldır kanayan derin bir yara vardır: Kerbelâ olayları.
Hz. Muhammed’in soyundan gelenlerle (Ehl-i Beyt) Emevîler (Ümeyye Oğulları) arasındaki siyasal kavganın Kerbelâ’da bir dizi kanlı olayla son bulması, İslâm dünyasındaki ilk köklü farklılaşmanın keskinlik kazanmaya başlaması anlamına da gelir.
Tiyatro tarihimizde, el attığı her konu ve dönem için, ufuk açıcı araştırmalar ortaya koyan Metin And, Kerbelâ olaylarının yıldönümlerinde gerçekleştirilen yas törenlerinden doğan tiyatroya, daha doğrusu “ta´ziye” adıyla genelleşen bu dinsel uygulamalara, açıklanabilir bir coğrafyada, anlaşılabilir kökler oluşturuyor. Bunları daha önce fark ederek araştırma konusuna dönüştüren Batılı ve Doğulu bilim adamlarının yolundan giden And, tarihsel gerçeklerin dinsel geleneklerde yaşatıldığı boyutu, dinsel inançlardan sanata dönüşen uygulamaları, bunlarda gizlenmiş olarak yaşayan tiyatronun evrensel öğelerini büyükten küçüğe teker teker bularak gözler önüne seriyor.
Başta Hz. Alî olmak üzere, onun büyük oğlu İmâm Hasan ve özellikle İmâm Hüseyin ve onların soyundan gelen erkek ve kadınlar bu geleneğin İslâm cephesindeki önemli halkalarında sayılırlar. Eski Anadolu, Arap Yarımadası, Afrika ve İran gelenek ve inançlarından, Diyonisos, Tammuz, Adonis, İris, Siyâvuş için düzenlenen yas törenlerinden “ta´ziye”yi biçimlendiren öğeler bulup çıkarmak ancak böyle çok yönlü bir bakış ve karşılaştırma ile mümkün olabilmektedir. Ritüelden Drama, böyle bir çabanın ürünü.
Konuyla ilgilenmem çok gerilere gider. Önceleri, Muharrem'deki törenlerde daha çok dans öğesi ile ilgilendim. Forum dergisinde "Âşûre Töreninde Dans" başlıklı iki yazı yazdım. Daha sonra bu yoldan ta'ziyeyi keşfettim. Bu, gösterim sanatları üzerinde çalışan biri için önemli bir çalışma alanı oldu. Ritüelin drama dönüşmesi ve İslâm'daki tek dram türü olması, ayrıca bu dramın hem Antik Yunan dramı, hem Ortaçağ dramı, hem de çağdaş dramla ortak yönleri bulunması ilgimi daha yoğunlaştırdı.
Bu konularda ne buluyorsam okuyordum. 1964'te Dışişleri Bakanlığı beni konferanslar vermek üzere altı Yakındoğu ülkesine gönderdi. Bu ülkeler şunlardı: Pakistan (iki kent), Hindistan (iki kent), Afganistan, İran, Irak ve Lübnan. Bağdad'da bulunduğum günlerde Kerbelâ ve Necef'e gitmek istiyordum. Ancak programın sıkışıklığı buna elvermiyordu. Bu turneyi Dışişleri Bakanlığı düzenlediği için uğradığım ülkelerin Türk elçilikleri gelişimi biliyorlardı. Bağdad'da Türk Elçiliği'nin Başkâtibi Galatasaray Lisesi'nden sınıf arkadaşım Şevki Özmen'di. Necef ve Kerbelâ'ya gitmek konusunda bana yardımcı olacaktı, ancak gerçekten vakitsizlik buna engeldi. Arkadaşım beni evine akşam yemeğine çağırdı, bir de sürprizi olduğunu söyledi. Evde eşinin yaptığı yemekleri yiyip sohbet ettikten sonra odaya bir perde kuruldu. Bu perdede amatör film kamerasıyla çekilmiş kısa bir film seyrettik. Filmin başında, arkadaşımın çocuklarının bahçede oynayışı, ondan sonra da görkemli, renkli Muharrem geçit alayı vardı. Çok heyecanlandım ama sevincim kısa sürdü, film hemen bitti. Muharrem ayında bu geçit alaylarına yalnız Müslüman ülkelerin diplomatları çağrılıyordu. Burada da iki kural vardı: Önce fotoğraf, film çekilmeyecekti, sonra kadınlar çarşaf giyeceklerdi. Fotoğraf ve film çekilmesi öyle yasaktı ki bir Amerikalı, fotoğraf çektiği için öldürülmüştü. Arkadaşımın eşi çok cesurdu, bir film kamerasını çarşafının içine saklamış, çarşafın aralığından objektifi çıkarıp seyrettiğim filmi çekmişti. Ancak makineye yeni film takmak olanağı bulunamadığından kısa bir görüntü elde etmiş... Ama ilk kez gördüğüm için, yalnız okuduklarıma dayanan bilgim bu filmle daha somutlaşmıştı.
1975 yılının Haziran ayında İstanbul'da I. Uluslararası Türk Folklor Kongresi düzenlenmişti. Ben de "Mithos ve Ritüel Açısından Muharrem ve Âşûre" başlıklı bildirimin özetini gönderdim, ancak yurtdışında önemli bir toplantıda bulunmam gerektiğinden kongreye katılamadım. Dönüşümde kongredeki bir olayı öğrenmek bende şok etkisi yaptı. Fransa ve Amerika'dan çağrılan Türk folkloru araştırmalarının en önde gelen iki büyük ismi -Pertev Naili Boratav ve İlhan Başgöz- kongre kapısından geri çevrilmişlerdi. Bu, Kültür Bakanlığı'nın her döneminde görülen ilkel, değer bilmez, baskıcı, yasaklayıcı binbir davranışından yalnızca birisidir. Ben de protesto niteliğinde, bildirimin metnini yayın için vermedim.
Ertesi yıl, 1976'da 10. Şiraz Uluslararası Sanat Festivali'nde bir de Ta'ziye Kongresi düzenlenmişti. Kongrenin düzenlenmesinden sorumlu New York Üniversitesi İran Edebiyatı ve Kültürü profesörü Peter Chelkowski, Talât Sait Halman'dan Türkiye'den kongreye bir bildiri sunacak bir isim istemiş, Halman da beni salık vermiş. Türkiye'de ta'ziye olmadığı için ben Türkiye'de Muharrem töre ve törenleriyle makteller üzerine uzun bir bildiri hazırladım. Bu kongre gerek tanıştığım ve dost olduğum konunun uzmanlarıyla fikir alışverişi yapmak, gerek Şiraz ve Şiraz dışında her gün ikişer ta'ziye gösterimini seyretmek bakımından eşi bulunmaz bir fırsattı. Kongrede İran'dan Muhammed Ca'fer Mahcub, Perviz Memnun, Sâdık Hümâyûnî; Fransa'dan Jean Calmard; Hindistan'dan Hüseyin Ali Jaffri; Amerika'dan Peter Chelkowski, William C. Beeman, Samuel R. Peterson, İhsan Yashater, William Hanaway ve başkaları. En önemlisi İran'da Sanat Festivallerinin Genel Müdürü Faruk Gaffarî her yönden çalışmalarıma ışık tuttu. Bu kişilerle kurduğum dostluk bağlarıyla konuyla ilgili önemli bir birikim sahibi oldum. Ayrıca, Şiraz Festivali'nde Muharrem ve ta'ziye üzerine çok sayıda belgesel film seyrettim. Bu filmlerin çoğunu İranlı yönetmenler yapmıştı. İranlılar sinemada çok ustalar, bu günümüzde de geçerli... Bu filmlerden de çok şey öğrendiğim gibi belgesel film için Muharrem ve ta'ziye eşi bulunmaz bir konuydu.
Ertesi yıl, 1977'de 11. Şiraz Festivali'nde kongrenin konusu "Doğmaca Halk Komedyası" idi. Bildirimin konusu ise kışın kovulması üzerine bir ritüeldi, Anadolu'da bugün de oynanan Köse oyunu idi. Bunu Azerbaycan, İran gibi komşu kültürlerdeki çeşitlemeleriyle karşılaştırdım. Ancak İran'a bu gidişimde de gene ta'ziye üzerine inceleme yapmaktan geri durmadım. Bu iki festivalin Muharrem ve ta'ziye üzerine çalışmalarımda önemli bir yeri olduğunu düşünerek yaşadığım iki olayı, Türkiye'yi de ilgilendirmesi bakımından burada anlatmayı uygun buldum.
Her iki olay da Türkiye bakımından çok olumsuzdu. 10. Şiraz Festivali'nde programdaki 17 gösterim içinde sabırsızlıkla bekleneni Konya'dan gelecek Mevlevî semâzenlerinin gösterimiydi. Afişler basılmış, programda yer ve tarihler Türkiye'yi çok onurlandırıcı bir önemle belirlenmişti. Dışarıdan çok sayıda meraklı da en çok bunu görmek istiyordu. Fakat festivalin başlamasından bir gün önce Türkiye'den bir telgraf geldi, bunda gerekçe göstermeden Konya'daki grubun gelemeyeceği bildiriliyordu. Asılmış afişler kaldırıldı, zorlama program değişikliği, biletler ve davetiyelerle ilgili işlemler yapıldı. Özellikle festivalin genel müdürü dostum Faruk Gaffarıî çok üzgündü. Festival boyunca konuştuğum herkes topluluğun neden gelmediğini bana soruyorlardı. Türkiye adına bu sorgulamadan çok utanç duyuyordum.
Sorunun yanıtını bir yıl sonra öğrendim. 11. Şiraz Festivali'ne giderken Tahran'da büyükelçilik yapmış, 1977'de de Dışişleri Kültür İşleri Genel Müdürü olan büyükelçiye bir nezaket ziyaretinde bulundum. Yeri de evime iki dakika mesafedeydi. Bir süre İran üzerine sohbet ettik. Geçen yıl Mevlevıîlerin gelmeyişine konuyu getirdim. Büyükelçi onların gidişini kendisinin engellediğini söyledi. Nedenini sorunca şu olayı anlattı: Bir süre önce İranlılar doğu illerinden bir futbol takımını İran'a davet etmişler. Bu zayıf takımın karşısına İran'ın en güçlü takımını çıkarmışlar ve gol üstüne gol atarak Türk takımını aşağılayan bir tavır ortaya koymuşlar. Bunun tekrar etmemesi için Mevlevıîlerin gidişini engellemiş. Ben şaşırıp kalmıştım. İki örnek arasında hiçbir benzerlik yoktu. Birincisi bir spor karşılaşmasıydı, İran'da böyle semâ eden bir topluluk olmadığı gibi, Konya'daki topluluk dünyaca ün yapmış, tek bir topluluktu. Baktım büyükelçi ile aynı dili konuşamıyoruz, oradan hemen öfkeyle ayrıldım.
11. Şiraz Festivali'ndeki kongrede gösterimler için üç ülke seçilmişti. Bunlardan biri Hindistan'dan bhavai denilen bir halk komedya türü, İran'dan bizim ortaoyunu ve tuluat tiyatrosu benzeri Ru-havzıî denilen tür için İran'ın çeşitli yerlerinden gelecek üç-dört topluluk, bir de Türkiye'den ortaoyunu istiyorlardı. Ben artık Türkiye'de ortaoyununun kalmadığını söylediysem de çok ısrar ettiler. Sonra düşündüm, İstanbul Şehir Tiyatrosu'nun o zamanlar bir ortaoyunu topluluğu vardı. Şehir Tiyatrosu'nda yönetim kurulu üyesi dostum Güngör Dilmen'le konuştum. Topluluğun hazırlanmasını üstlenmeyi kabul etti, kafile başkanı olarak o da gelecekti. Ayrıca hangi oyunların birleştirilmesi, hangisinden nelerin alınacağı, dilden çok görselliğin vurgulanması gibi nelerin yapılacağını not ettirdim.
Şiraz Festivali'nde onca önemli topluluklar varken ortaoyununun, festivalin açılış gösterimi olmasına karar verildi. Ayrıca Şiraz'ın en iyi alanı ortaoyunu gösterimlerine ayrıldı. Gene Şiraz'a bir gün önce bir telgraf geldi. Burada topluluğun tatil günleri olduğunu, gelemeyeceklerini yazmışlardı. Faruk Gaffarıî üzgündü, bana "Türk kardeşlerimiz gene bizi yarı yolda bıraktılar" diyerek yakındı. İşin aslı şöyleydi: Yönetim Kurulu'nun bazı sivri akıllı üyeleri İran'da Şah'ın baskı rejimini protesto etmek için festivale az gün kala ortaoyunu topluluğunun gitmemesini kabul etmişler. Oysa 11 yıldır süren festivale Maurice Béjart'lar, La Mama Topluluğu, Kantor'un topluluğu, Peter Brook, Bob Wilson ve komünist ülkeler katılmış; anlaşılan bunların hiçbiri İran'da Şah'ın baskıcı rejimini bilmiyorlarmış, onu protesto etmek gereğini duymadan gelmişler. Üstelik dört duvar arasında kalan protestoya çocuklar bile güler. Açıkça telgrafa Şah'ın baskıcı rejiminden söz etmeden topluluğun tatilde olduğunun söylenmesi herhalde mesajı kamufle edilmiş protestonun yeni bir türü olmalıydı...
Her İran'a gidişimde oradan sürüyle Farsça ta'ziye metinleri ve ta'ziye üzerine incelemeler getiriyordum. Ancak bunları Farsça bilen birine çevirtmem gerekiyordu. Gerçi bu metinlerin kiminin Avrupa dillerinde çevirilerini okumuştum ancak metinler birbirine göre değişiklikler gösteriyordu. Gerçi ders verdiğim fakültenin Farsça bölümündeki öğretim üyelerinden rica edebilirdim. Ancak çok vakitlerini alacak böyle bir istekte bulunmak istemiyordum. Sonunda kendiliğinden bir fırsat çıktı. Şahin Eskendarıî adında İranlı bir kız, bizim Tiyatro Bölümü'ne yüksek lisans yapmak için başvurdu. Onun danışmanlığını ben aldım. Ondan ta'ziye üzerine bir inceleme yazmasını ayrıca bu kitabın ilgili bölümünde ayrıntılı olarak incelediğim Hurr Ta'ziyesi'nin Farsçasını vererek bunu hem incelemesini hem de Türkçeye çevirmesini istedim. Ancak Şahin Eskendarıî adındaki bu kızın yazı Türkçesi iyi değildi. Ben ona bütün kaynakları sağlayacak, yol gösterecek, tezi yazarken Türkçesine yardım edecektim, buna karşılık o da bana elimdeki Farsça metinlerin Türkçe anlamını ses kaydı için okuyacaktı. Birlikte çalışmamız iki yıl sürdü. Kendisi hem şairdi, hem de Farsçada sesi çok güzeldi. Her metinde önce yarım sayfayı Farsça okuyordu, sonra da Türkçe anlamını. İki yıl sonunda 50 kadar ses kaseti oldu. O zamanlar ta'ziye üzerine büyük bir kitap planlıyordum, sonra vazgeçtim. Bu kitabı yazarken önce bu kasetlerden yararlanmayı düşündüm ancak aradan çok zaman geçtiği için bu manyetik kasetlerin bozulmuş olacaklarını düşünüyordum. Neyse ki ses kaydının yanı sıra notlar da aldığımdan bu kitap için yeterli malzeme elimde vardı.
Ayrıca ta'ziyeyi üniversitedeki deslerime de aldım. Öğrencilerim arasında günümüzün önemli şair ve yazarlarından Murathan Mungan da vardı. Bir gün dersten sonra benimle konuşmak istedi. Ta'ziye onu yakından ilgilendirmişti. Böyle bir oyun yazmak istediğini söyledi, bana bazı sorular yöneltti. Yazdığı metin, onun çok önemli üçüzlemesinin ikinci oyunu olarak Ta'ziye adıyla hem yayımlandı, hem de bir iki tiyatroda sahneye kondu.
1978'de yeni bir fırsat daha çıktı. Tiyatro Bölümü'nde bir öğrencim vardı, Recep Yıldız, kendisi Iğdırlıydı. 1978 yılında Muharrem, Aralık ayına rastlıyordu. Recep Yıldız'la o günlerde Iğdır'a gidip inceleme ve derleme yapacaktık. Ancak Hindistan'da da X. Uluslararası Antropoloji Kongresi toplanıyordu. Benim de bir bildiri ile katılmam istenmiş, ben de kabul etmiştim. Ancak yalnız kongre olsaydı Iğdır için vazgeçerdim... Hindistan'da da kongre tarihi Muharrem'e özellikle Âşûre gününe rastladığı ve Hindistan'da Muharrem törenleri çok zengin ve renkli olduğu için oraya gitmeye karar verdim. Üstelik Şiraz'daki Ta'ziye Kongresi'nde tanıdığım ve dost olduğum Hüseyin Ali Jaffri, Hindistan'daki Şiıîlerin önemli önderlerindendi. Otel yerine beni geniş evinde misafir etmek istiyordu, bunda da ısrarlıydı. Kuşkusuz böyle bir fırsat kaçırılmazdı. Hem gözlem, hem de dostum Jaffri'nin konu üzerine engin bilgisinden yararlanmak çok önemliydi. Bu bakımdan öğrencim Recep Yıldız'a kendisiyle Iğdır'a gelemeyeceğimi, bu gözlemi ve derlemeyi kendisinin yapmasını söyledim, ayrıca yöntem bakımından uyarılarda bulundum. Daha sonra getirdiği malzeme çok iyiydi, bu kitapta onun derlemelerinden ve çektiği fotoğraflardan çok yararlandım. Delhi'de Jaffri'nin evinde çok rahattım, birlikte törenleri izliyor, onun yanında oturarak Muharrem toplantılarında Muharrem konuşmalarını dinliyor, sorularıma yanıt alıyordum. Bana Hindistan'da Muharrem ayı üzerine kitaplar da veriyordu. Fotoğraf da çekmek istiyordum. Âşûre gününde alan çok kalabalıktı, bu kalabalıkta beni yankesicilerden korumak için yanıma iki kişi verdi. Ancak Albüm'e aldığım bir iki resimden yalnız biri iyi oldu, burada alnını bıçakla yaralamış, yarasından kanlar akan yarı çıplak birinin fotoğrafı fena değildi, ötekiler iyi çıkmamıştı.
Bu çalışmaları sürdürürken bir yandan da Türkçe ve İngilizce uzun inceleme yazıları yayımlıyordum. Bunlardan birinin ilginç bir hikâyesi var. Yunanistan'da 1975 yılının Ağustos ayında tragedya üzerine bir kongreye çağrılmıştım. Yunan tragedyası ile ta'ziyeyi karşılaştıran İngilizce uzun bir bildiri hazırlamıştım. Ancak Yunanistan yaz aylarında çok sıcak olduğu için gitmekten vazgeçtim, yalnız bildirimin tam metnini gönderdim. Tanınmış İngiliz tiyatro eleştirmeni Ossia Trilling kongrede bildirimin tamamını okumuş, çok beğenilmiş. Daha sonra Yunanistan'da o zamanlar yayımlanan dolgun, baskısı çok güzel Theatro dergisinden bir mektup aldım. Bildirimin kongrede çoğaltılıp dağıtılmış metnini ele geçirmişler, beğenmişler. Yunancaya çevirmişler, benden hem yayın izni istiyorlar, hem de çok sayıda fotoğraf. Ben de gönderdim, 1977'de derginin 59/60. sayısında Yunanca çıktı. 1979'da Polonya'da yazımın İngilizcesi ve Fransızcası; 1981'de de Meksika'da İspanyolcası yayımlandı. Şiraz'daki Ta'ziye Kongresi'ne sunduğum bildiri de hem İngilizce hem Farsça yayımlandı. Ta'ziye ile Yunan tragedyasını karşılaştırdığım yazının dört dilde yayımlanmasının nedeni bu iki dram türünün şaşırtıcı benzeşmesinin tiyatro dünyasında merak uyandırmasıydı. Ne yazık bu yazının Türkçesi hiçbir zaman yayımlanmadı, ancak bu kitabın "Ta'ziye: Nasıl Bir Tiyatro?" başlıklı bölümünde yazıdaki bilgiler bir ölçüde aktarıldı.
Bu kitabın hazırlığında ta'ziye ve maktel metinlerini okurken insan kendini öyle kaptırıyor ki, sanki Şiîlerle özdeşleşiyor, sanki bir Şiıî gibi düşünmeye başlıyor. Önce Hz. Alî'nin şehîd edilmesi, İmâm Hasan'ın zehirlenmesi, Kerbelâ'da biri dışında çocuk ve yetişkin erkeklerin tümünün öldürülmesi, ondan sonra gelen imâmların çoğunun ve onların çocuklarının da öldürülmesi... İslâm tarihi kanlı bir tarihtir. Bunun uzantısı günümüze kadar gelmiştir. Demokrasiyi seçmiş bir ülkede İslâmıî kesimden bir politikacı bile, "Kanlı mı, kansız mı?" seçeneklerini kamuoyuna duyurabilmektedir. Öte yandan İslâm'ın tek kitabı Kur'ân'ın ruhunda insan sevgisi, hoşgörü, adalet anlayışını buluruz. Oysa 13. yüzyıl, Anadolu hümanist gizemciliğinin çağı olmuştur. Üçü de Horasan çıkışlı olan Yûnus Emre, Mevlânâ Celâleddıîn-i Rûmî ve Hacı Bektaş-ı Velıî insanı sonsuz bir insan sevgisi, sınırsız bir hoşgörü ile kucaklamışlardır. Onları belli bir dinin mensupları değil, insanlığın evrensel öncüleri gibi niteleyebiliriz. Onların öğretisi, günümüze kadar topluma ışık tutmuştur. Üçü de Peygamber'e, Kur'ân ve İslâm'a çok bağlı ulu kişilerdi. Emevîler, Abbasıîler de böyle ışık tutacak ulu önderlere kavuşsaydı, iktidar için bunca kan dökmezlerdi, belki.
Bu kitap, başlangıcı eski yıllara dayanan bir birikimin sonucudur. Başlangıçta bunu çok hacimli bir kitap olarak düşünüyordum. Sonra vazgeçtim. Neden sonra hacmi daha sınırlanmış bu kitabı yazdım. Bu öndeyişte, adları geçen, bana çeşitli bakımlardan yardım eden ve çoğu dostum olan kişilere çok teşekkür ederim. Kitabın yazımı sırasında da fotoğraf işlerinde yardımları için Prof. Dr. Gürbüz Erginer'e, son kitaplarımın hepsinin bilgisayarla yazımını sağlayan Dr. Ayşe Selen'e çok teşekkürler... En önemlisi bu kitabı yayıma hazırlayan, büyük bir titizlikle harf harf metni inceleyip düzelten değerli dostum M. Sabri Koz'a çok şey borçluyum. Onun gibi editörler oldukça araştırmacı yazarların sırtı yere gelmez.
Metin And