Küçük Vahşi
ISBN: 978-975-08-2238-4
YKY'de İlk Baskı Tarihi: 04.2012
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Sayfa Sayısı | : 200 |
Boyut | : 13.5 x 21 cm |
Gustav Eiffel 38 yaşında, Paris’te yaşayan, Finlandiyalı güzel bir kadınla evli, büyük bir işyeri sahibidir. Günün birinde, aniden, yetişkin biri olduğunu, bir zamanki küçük Gustave’dan kendisinde artık eser kalmadığını hissederek dehşete düşer. Dahası, yetişkinlerin monoton, ölgün, yalancı dünyasında yaşadığı kafasına dank eder. Küçükken kendisine Küçük Vahşi dediklerini hatırlayıp hayatın ve neşenin damarlarında aktığı, her zaman sürprizler peşinde koşan, delişmen, dikkatsiz, hayalperest çocuğun, yani Küçük Vahşi’nin bir zamanlar sürdüğü hayata dönmeye karar verir.
Nice’te uçaktan indikten sonra bir araba kiraladım. Çocukluğumla randevum vardı. Babamın sesini duymam, taksideki yanlışlık, Crusoe’lar Derneği’nin toplantısından bir hafta evvel gizli belgeyi bulmam, bütün bu tesadüfler bu yolculuğu yapmam için hayal gücümü fazlasıyla zorluyordu. Kaderin bu işaretlerinin Küçük Vahşi’nin beni sürüklemek istediği yola serpilmiş küçük beyaz taşlar olduğuna inanmak hoşuma gidiyordu ve karmaşık bir şekilde oraya ulaşmak ZORUNDA olduğumu hissediyordum. Son kararsızlığım ise aynı sabah başımda birden çok beyaz saç olduğunu fark ettiğimde kaybolmuştu. Bu son ihtar beni kamçılamıştı. Ayarlı hayatımla bağları kopartmanın tam zamanıydı. Beni ailemin şimdi ebedi istirahatte olduğu mezarlıkta bir mermer parçasının altına yatırmalarından önce YAŞAMAK istiyordum.
Kafesinde ıslık çalan Lily’nin yanında direksiyona yerleşirken kendi kendimi tanıyamıyordum. Bu gerçekten Mösyö Alexandre Eiffel miydi, 13 yaşındayken alınmış bir randevuya gitmek için bütün Fransa’yı kateden? Yeminimizi kim hatırlıyordu hâlâ? Bu seyahat, beni heyecanlandırabilmesi için yeterince saçmaydı. EIFFEL ANAHTARLARI’nın akılcı patronu olmaktan bıkmıştım.
Karım yolculuğumun gerçek sebebini bilmiyordu. Benimle alay etmesinden korkarak, içgüdüsel bir şekilde, ona yalan söylemiştim. Elke’nin insana kendini kötü hissettiren bir kara mizah kabiliyeti ve zevki vardı.
Crusoe’lar Derneği, neredeyse vahşi ve pek tanınmamış bir Akdeniz adası olan Pommier’de, Robinson Crusoe’nun macerasını yaşamaya kararlı beş kurnazı bir araya getirmişti.
Bu kara parçası adını, cennete layık bir bitki örtüsünün ortasında, eskiden beri iklime ve denizden gelen rüzgârlara dayanan toprağa tutunmuş bir elma ağacından –pommier– alıyordu. Okulun kütüphanesinde bulduğumuz bir coğrafya kitabı adacıkta 1886’dan beri kimsenin oturmadığını söylüyordu. O sene, çevresindeki bitkilerin bugün hâlâ kuzeye doğru yükseldiği deniz feneri kullanıma kapatıldı. Bir gün yemekhanenin penceresinden çıplak gözle ufku seyrederken tesadüfen görmüştük onu. Mistral Koleji tam güneye bakan derin bir koya hakimdi.
Hiçbir Crusoe’nun aklına o büyük yalnız adamın izlerinden beş kişi yürümenin uygunsuz olabileceği gelmemişti. Olağanüstü olacağa benzeyen kaçışımızı uzun uzun planlamıştık. Gemimiz –yeniden suya indirilmiş eski bir kayık– bizlere denizle boğuşabilecek boyutlarda gibi geliyordu. Ekibin ihtiyacı olan yiyecekler kantin deposundan ustaca alınmış ve kolej bahçıvanından yine büyük beceriyle araklanmış aletlerle beraber kayığa stoklanmıştı. Ama son dakikada alçak bir Crusoe hayal dostlarını baş idareci Mösyö Arther’e satmıştı.
Hainin kimliğini belirleyememiştim o zaman. Gammazlık bir Crusoe’lar Derneği üyesine yakışmaz. Ama şimdi söyleyebilirim ki bu küçük serseri önde gelen politikacılardan biri oldu; yani riyakârlığı yeni değil. M. neden böyle davrandı? Hâlâ bilmiyorum.
Küçük Vahşi ve üç sadık dostu disiplin kuruluna verilmiş, şiddetle azarlanmış ve okuldan uzaklaştırılmışlardı. M. paçasını kurtarmıştı. Birbirimizden ayrılmadan önce dört kişi son bir kez toplanmıştık. Gizli buluşma yerimizde 2000 yılında buluşacağımıza dair söz vermiştik. Planımızı böylece hiç kimse engelleyemeyecekti. Sonra hepimiz kalemimizi kanımıza batırarak belgeyi imzalamıştık.
Mistral Koleji yolunda ilerlerken Mandragore’a doğru bir uzanmak istedim. Okula yirmi kilometre kadar uzaklıktaydı. Erken gelmiştim ve orayı yirmi beş senedir görmemiştim. Daha önce her fırsat bulduğumda, –Alexandre Eiffel bu evin O’nu Küçük Vahşi’den ayıran mesafeyi fazla açıkça hissettireceğinden korkarmış gibi– bundan kaçmıştı. Ayrıca ailemin hatıralarıyla karşılaşmaktan da hep korkmuştum. Ama şimdi Lily beni hafıza kaybımdan kurtarmaya başladığına göre, bu şokun ve de etkisinin beni tamamen uyandıracak kadar da şiddetli olmasını istiyordum. Annemle babamın yaşadığı zamana, ölümün var olmadığı bu devre uzanan yola girdim. Güney Fransa etrafımda huzur tablosu sunuyordu. Yaz gelmeye çalışıyordu, davetsizce. Sağımda ileride ağaçsız yılanlı kayalık vardı; solda, orman yangını izleri yeni bir bitki örtüsüyle silinmişti. Tepenin üzerinde doğa yeniden canlanıyordu.
Gövdesi soyulmuş, dalları sağa sola yayılmış, bol yapraklı yaşlı bitkilerle dolu bir yolun ucunda, hâlâ ayakta, metal kirişli korsesinin içinde dimdik, nostalji dolu Mandragore gözüktü. Tanrım, hatıralarımdaki görüntüsüne kıyasla ne kadar da küçücüktü! Göğsümde Küçük Vahşi’nin kalbi atmaya başladı. Henüz aşikâr olmayan ama çok çabuk yüzeye çıkacak mutlulukla karışmış bir fenalık hissediyordum.