Doğu’da Mizah
Kategori: Tarih
Çeviren: Ali Berktay
ISBN: 978-975-08-0048-6
YKY'de İlk Baskı Tarihi: 12.2000
Hazırlayan: Irène Fenoglio, François Georgeon
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Sayfa Sayısı | : 249 |
Boyut | : 16.5 x 24 cm |
Doğu’da Mizah, Magrib’den Mısır’a, Doğu Akdeniz’e ve Balkanlar’a kadar geniş bir coğrafi mekânı kapsıyor ve esas olarak bu toplumların çok büyük badirelerden geçtiği son iki yüzyılı dikkate alıyor. Farklı ülkelerden ve çeşitli disiplinlerden araştırmacılar, tarihçiler, sosyologlar, antropologlar, dilbilimciler Müslüman ve Akdenizli toplumlarda mizahın gelişme biçimini; dinin ağırlığı, otoriter siyasi eğilimler, etnik-dinsel çoğulculuk, kadının konumu, toplumsal değerler gibi çeşitli açılardan aydınlatıyorlar. Bu incelemeler mizahın Magrib ve Yakındoğu’da tarih içinde nasıl kökleşmiş olduğunu gösteriyor. İlk izleri IX. yüzyıla kadar uzanan Cuha, bugün Cezayir’den İstanbul’a kadar kolektif bellekte canlılığını korumaktadır. Binbir Gece Masalları döneminde izleyicilerini eğlendiren meddahlar, XX. yüzyılın mizah manzarası içinde de kendilerine yer bulmaktadır. Kuşkusuz bazı gelenekler zayıflamış ya da kaybolmuştur. Ortaçağ coğrafyasında çok yaygın olan ve yüzyıl başında hâlâ yaşayan, ama bugün neredeyse kaybolmuş durumdaki Karagöz gibi; ama onun kuşaklara damgasını vurmuş, taşlayıcı, iğneleyici ruhunun zihniyetlerde hiç iz bırakmadığı söylenebilir mi?
Komiğin Üretimi
Hikâye anlatıcısının katkısını ve bu arada komiğin üretimini anlamak için, Arapça metni, bilinen ya da varsayılan kaynaklarıyla karşılaştırmaktan başka yapılabilecek bir şey yoktur. Bu külliyat içinde daha pek çok masalda da olduğu gibi, “Uyanık Uykucunun Öyküsü” ayrı parça ve bölümlerin yan yana getirilmesinden oluştuğu için, çeşitli kökenlerden gelen üç farklı kısma ayrıştırılabilir:
1. Halife Harun Reşid’in Ebu’l-Hasan’a oynadığı oyun; öykünün “Uyanık Uykucu” adı da bu farstan türemiş ve büyük olasılıkla bir Hint masalından esinlenilmiştir.
2. Ölü numarası yapan Ebu’l-Hasan’ın rövanşı. Bu, Edeb edebiyatı tarafından yaygınlaştırılmış ve Ebu Dulame’ye mal edilen bir kaba güldürünün geliştirilmiş halidir. Halife es-Saffah, el-Mansur ve el-Mehdi’nin soytarısı olan siyah şair Ebu Dulame H. 161 ya da 170’de (777 veya 786-787) ölmüştür.
3. Öyküyü Binbir Gece geleneği içine oturtan ve şöyle özetlenebilecek bir giriş: Zengin bir tüccar olan babası ölünce, Ebu’l-Hasan kendisine kalan mirası ikiye böler. Ziyafetlerde kısa sürede servetinin yarısını tüketince, işret dostlarından yardım ister ama onlar kendisini tanımazlıktan gelirler. Onların bu nankörlüğünden derin biçimde yaralanan Ebu’l-Hasan artık ziyafetlerine her seferinde sadece bir tek kişiyi davet etmeye karar verir; üstelik bu kişi Bağdat’a yabancı birisi olacak ve sadece bir gece konuk edilecektir.
Bu masal girişinde, Binbir Gece’ye özgü kişiliklerden biri, tüccar oğlu ve sık sık yinelenen bir durum; sahte dostların kurbanı olan kahramanla karşılaşıyoruz. Yine de hikâye anlatıcısı servetinin yarısını saklamayı düşünen Ebu’l-Hasan’a, pek sık rastlanmayan bir bilgelik atfetmiş oluyor. Klasik şemada kahramanın mutlak mahvoluşuna göre bu farklılık, kuşkusuz anlatı gereklerinden kaynaklanıyor: Öykünün devam edebilmesi için kahramanın ev sahibi rolünü sürdürmesine yetecek kadar maddi olanağı kalması gerekiyor.
Nitekim masalın birinci bölümü Ebu’l-Hasan’ın tüccar kılığına girmiş Halife Harun Reşid’i akşam yemeğine davet etmesiyle başlıyor. Bu bölüm –büyük olasılıkla belli değişiklikler geçirerek– Budizmle ilişkili bir masaldan esinlenmişe benziyor. Tripataka’daki 3, III. yüzyıla ait Çin versiyonundan bildiğimiz bu masal şu şekilde özetlenebilir:
“Kral Tch’a-wei, dünyadaki en mutlu insanın hiç tartışmasız hükümdar olduğunu ileri süren bir kundura tamircisini sarhoş eder ve sarayına taşıtır. Kunduracı uyandığında onu kral olduğuna inandırırlar. İktidarı kullanırken karşılaştığı güçlüklerin dışında, içi gerçek kimliği hakkında da kuşkularla doludur. İkinci bir kez sarhoş edilir, yeniden kundura tamircisi olur ve rüya gördüğünü düşünür. Kralın amacı, insanın bilincine varamadığı ruh göçünün gerçekliğine kullarını ikna etmektir. Ve bakanlarına şöyle der: “Kendi normal yaşamından farklı şeyler gördüğü ve duyduğu için bu adam, tek ve aynı bedene sahip olmayı sürdürmesine rağmen, artık neyin ne olduğunu bilemiyor: Bir de farklı varoluşlar içinde eski bedeninizi terkedip yeni bir bedene girdiğinizde ne hale geleceğinizi düşünün”. (E. Chavannes, 1962, I, 343).
Arap masalında da saraya yabancı bir kişinin, kendisine hükümdar rolü oynatmak için, uyutulması motifi kullanılmıştır ama, Hintli ve Arap anlatıcıların niyetlerinin taban tabana zıt olduğu açıktır. Hintli, masalı eğitmek için anlatırken, diğeri, Hint öyküsünü komik bir sapma içine sokarak, eğlendirmeyi amaçlamaktadır. Aşağıdaki özette de kolayca görülebileceği gibi, oldukça genişletilmiş Arapça masal sadece eğlendirmeye yönelik pek çok durum içermektedir:
“Ebu’l-Hasan bir gün Musullu bir tüccarı akşam yemeğine davet etmiş, ama bu tüccar her zaman yaptığı gibi kılık değiştirerek dolaşan Halife Harun Reşid’den başkası değilmiş. Bol bol şarap içilmiş ve hoş bir gece geçirmişler. Ebu’l-Hasan, kendisinin neşeli bir yaşam sürmesini engellemek isteyen mahalle imamına ve dört şeyhine bir ceza vermek kudretine sahip olsa dünyanın en mutlu insanı olacağını konuğuna itiraf etmiş. Halife ev sahibinin kadehine uyku verici bir madde atarak onu uyutmuş ve sarayına taşıtmış. Uyandığında önce çok şaşıran Ebu’l-Hasan yavaş yavaş gerçekten Halife olduğuna inanmaya başlamış. Derhal imamı ve dört yamağını cezalandırmış. Divan toplantısından sonra güzel cariyelerle alem yapmış. Bu cariyelerden biri, Harun Reşid’in emriyle ona içinde banotu bulunan bir kadeh içirmiş. Ebu’l-Hasan’ı evine taşımışlar, ama sabah uyandığında kendisini hala Halife sanmaktaymış ve annesi onu bu inancından vazgeçirmeyi başaramamış. Tımarhaneye götürülmüş ve ancak cinlerin kurbanı olduğunu itiraf edince serbest bırakılmış. Normal yaşamına dönmüş ve yeniden Bağdat köprüsü üstüne yerleşmiş ve bir kez daha tüccar kılığındaki Harun Reşid’le karşılaşmış, ama onu görürgörmez hatırlamış. Harun Reşid o kadar ısrar etmiş ki, Ebu’l-Hasan ev sahipliği görevini yerine getirmemezlik edememiş. Gece sona ererken, Halife yine aynı yönteme başvurarak onu ikinci kez halifelik sarayına taşıtmış. Ebu’l-Hasan uyandığında yine şaşkınlık içinde kalmış, rüya görmediğinden emin olmak için etrafındaki cariyelere kendisini ısırmalarını söylemiş. Gülmekten ölecek hale gelen Halife kimliğini açıklamış ve Ebu’l-Hasan’ı kendisine sırdaş yapmış”.
“Uyanık Uykucu” öyküsü yüksek edebiyata da girmiştir; öykü el-İshakî’nin (XVII. yüzyıl yazarı) Kitabü’l-letaif’inde (H. 1296/1879, 96-100) karşımıza çıkar. Daha özlü olan ve önemli değişiklikler içeren edebiyat metni masal metninden farklı bir biçimde yazılmıştır. Ama ne olursa olsun, iki versiyonun karşılaştırılması Binbir Gece metnindeki güldürünün özgünlüğünü daha iyi anlamamızı sağlamaktadır. el-İshakî’nin öyküsü de güldürücü olmakla birlikte, orada dinsel iz daha canlıdır: Ebu’l-Hasan en baştan itibaren cinlerin kurbanı olduğuna inanır ve öykü baştan sona bunu ısrarlı bir şekilde hatırlatır. Bu durum karşısında kahraman birçok kez Allah’a sığınır ve öykünün sonunda onu kötü ruhlara karşı son kurtuluş çaresi olarak Kuran’dan ayetler okurken görürüz. Oysa hikâye anlatıcısının ağzında öykü asla böyle bir ciddiyete bürünmez: Tam tersine gerçek bir farsa dönüşür. Masalda, Ebu’l-Hasan’ın şeytanın elinde oyuncak olduğu düşüncesi öykünün çok daha geç bir aşamasında gündeme gelir ve kahramanın duadan başka uğraşları vardır. Ayrıca, edebiyat metninde komik sahneler yine de belli bir ağırbaşlılığı korurken, masalda bu sahneler geliştirilir. Örneğin eğlendirici bir olay yinelenebilir ve kimi zaman da güldürücü etki basamak basamak yükseltme yöntemiyle güçlendirilir. Örnek olarak, Ebu’l-Hasan’ın ikinci kez halife sarayında uyandığı ve rüya mı gördüğünü, uyanık mı olduğunu anlamak için cariyelere kendisini ısırmalarını emrettiği sahneyi vereceğiz. el-İshakî’nin metninde bu bölüm şöyle geçer:
“Yakınında bulunan bir köleye dönmüş ve ona demiş ki: ‘Uyuyor muyum uyanık mıyım anlamam için kulağımı ısır!’ Köle ona şu cevabı vermiş: ‘Ey müminlerin emiri ben senin kulağını ısırmaya nasıl cesaret ederim?’ ‘Ne emrediyorsam onu yap, yoksa boynunu vurdururum”. Köle onun kulağını öyle kuvvetli ısırmış ki dişleri birbirine kavuşmuş. Ebu’l-Hasan korkunç bir çığlık atmış”.4 (age., 100).
Masalda sahne daha da geliştirilmiştir: Ebu’l-Hasan önce parmağının ısırılmasını emreder ve daha sonra kulağında yinelenen aynı işlem, mizahtan yoksun olmayan bir buluş sayesinde, Binbir Gece metninde apayrı bir vurgu kazanır:
“Cariyelerden birine dönmüş ve ona sormuş: ‘Ama ben kimim?’ Cariye cevap vermiş: “Müminlerin emiri’. O demiş ki: ‘Yalan söylüyorsun, Allahın belası! Eğer ben müminlerin emiriysem ısır bakayım parmağımı!’ Cariye yanına yaklaşmış ve parmağını var gücüyle ısırmış. ‘Yeter’ diye buyurmuş. Sonra başharemağasına seslenmiş: ‘Kimim ben?’ Beriki cevap vermiş: ‘Müminlerin emiri’. Ebu’l-Hasan’ın aklı karışmış, ağzı açık kalmış ve [sonunda] haremağasını rahat bırakmış. O zaman küçük bir köleye yaklaşmış ve ona buyurmuş: ‘Kulağımı ısır!’ Ebu’l-Hasan ona doğru eğilmiş ve kulağını kölenin ağzına sokmuş. Bu köle oldukça küçükmüş ve henüz aklı başında değilmiş. Dişlerini kulağa öyle kuvvetli saplamış ki kulak kopacak gibi olmuş ve Arapça da bilmediği için Ebu’l-Hasan’ın her “yeter” deyişinde, o “daha kuvvetli ısır” anlıyor ve çenesini daha sıkı bastırıyor ve kulağı dişleriyle ısırıyormuş”. (Beyrut baskısı, 1957, II, 224).
Böylelikle komik unsur masalda sonsuza dek sürdürülebilir bir görünüm almaktadır ve zaten “Uyanık Uykucu” öyküsünde bir ikinci bölümün varlığı da bunun ek bir kanıtıdır, çünkü anlatı pekala Harun Reşid kendini tanıttıktan ve geleneksel ihsan dağıtma rolünü yerine getirdikten sonra sona erebilirdi. Ama hayal gücü kuvvetli bir anlatıcı başka bir biçimde karar kılmış ve Ebu Dulame’ye mal edilen nüktelerden biriyle süsleyerek, Ebu’l-Hasan’ın serüvenlerini devam ettirmiştir. Bu bölüm çeşitli edebiyat yapıtlarında yer almaktadır ve biz burada bilinen en eski versiyonu, Kitabü’l-Agânî’dekini (X. yüzyıl) naklediyoruz:
“Ebu Dulame ağlayarak el-Mehdi’nin kapısını çalmış. El-Mehdi ona sormuş: ‘Senin neyin var?’ Cevap vermiş: ‘Ümmü Dulame öldü’ ve kendi yazdığı şu dizeleri okumuş:
Biz bir çift Arap tavuğuyduk çöllerde
Hoştu, rahattı yaşamımız, doluydu eğlence
Ama kaderin cilvesi yalnız bıraktı beni
Ve bu başıma gelen en zalim işti.
El-Mehdi ona giysiler, kokular ve altın paralar verdirmiş ve Ebu Dulame çıkmış. Ümmü Dulame ise el-Hayzuran’ın kapısını çalmış ve kocasının öldüğünü anlatmış. O da Ümmü Dulame’ye ihsanlarda bulunmuş ve kadın gitmiş. El-Mehdi ile el-Hayzuran karşılaştıklarında kendilerine oynanan oyunu anlamışlar, gülmeye başlamışlar ve bu işe şaşıp kalmışlar”. (el-İsfahani, tarihsiz, X, 125).
René Basset, bu öykünün edeb edebiyatı içinde üç başka yerde daha anlatıldığını saptamıştır (R. Basset, 1901, 82); bunlar da Kitabü’l Agani’deki versiyondan pek farklı değildirler. Ibn Hallikan’ın Vefeyâtü’l-A’ yân’ında (XIII. yüzyıl) dizeler kesilmiş ve kendilerine oynanan oyun hakkında el-Mehdi ile el-Hayzuran arasında geçen iki repliklik bir tartışma eklenmiştir (Ibn Hallikan, tarihsiz, II, 326).
el-Şirvanî’nin Nefhatü’l-Yemen’inde de (XIX. yüzyıl) aynı değişikliklere rastlanmaktadır (el-Şirvani, 1811, 192-193). el-Kalyubi’nin bu anlatıyı başka bir öykü içine katan Kitabü’n-nevadir’deki metnine gelince (XVII. yüzyıl), dizeler korunmuş, ancak hükümdarla karısının isimleri değiştirilmiştir: el-Mehdi, er-Reşid ve el-Hayzuran, Zübeyde olur (el-Kalyubi, H. 1287/1870, 104-106).
Yüksek edebiyatla Elf leyle ve leyle’nin ait olduğu “orta edebiyat”5 arasında aşılmaz engeller bulunmadığı bilinmektedir; nitekim masalımız da bu anekdotu alır ve ona edeb alanında kalsa asla geçiremeyeceği bir metamorfoz yaşatır. Gerçekten de klasik nesir edebiyatı asla bir kurmaca alanı değildir ve amacı eğitmektir; kuşkusuz bunu eğlendirerek yapar ama amaç herşeyden önce eğitmektir. Demek ki cidd ile hezl (ciddi ve hicivli) arasındaki belli bir dengeye dayanır; bu da yüksek edebiyatta komik unsurun denetimsiz bir şekilde geliştirilmesini engeller.
Masal ise aynı kısıtlamalara boyun eğmek zorunda değildir ve farsa dönüşebilir. Birinci bölümle uyumun sağlanması için gerekli olan isim değişiklikleri dışında (el-Mehdi, Harun Reşid; el-Hayzuran, Zübeyde; Ebu Dulame, Ebu’l-Hasan ve Ümmü Dulame, Nüzhetü’l-Fuad olur), anlatıcının işi yukarıdaki anekdotu şişirmekle sınırlı kalmaz, (Ebu Dulame el-Mehdi’yi karısının öldüğüne ikna eder ve Ümmü Dulame da el-Hayzuran’a kocasının vefatını haber verir), aynı zamanda daha önce hiç duyulmamış bir bölüm yaratır. Edeb anekdotunda Halife ve gözdesi (ya da karısı) kendilerine bir oyun oynandığını hemen –ya da kısa bir sürede– anlarlar. Masalcı ise tam tersine onları içinden çıkılmaz bir karışıklık içine sürükler; her biri kendisine yapılan ziyarete inanmakta ve doğruyu anlattığını düşünmekte, ama karşısındakinin kendisiyle alay ettiğine inanmaktadır. Buradan da çok komik bir polemik doğar; küfürler ve iddialaşmalar birbirine karışır. Harun Reşid ve Zübeyde, Ebu’l-Hasan ile karısından hangisinin gerçekte vefat ettiğini anlamak amacıyla, sırayla, Masrur ve yaşlı bir hizmetçi kadını gönderince, düğüm iyice çözülemez hale gelir. Kurnaz Ebu’l-Hasan bu ziyaretlerin sebebini hemen anlar. Onun için, Masrur geldiğinde karısı, yaşlı hizmetçi geldiğinde ise Ebu’l-Hasan ölü taklidi yapar. Gerçeği keşfedebilmek için, Halife’nin kararıyla sonunda hep birlikte Ebu’l-Hasan’ın evine giderler ve hem soytarıyı hem karısını ölü gibi yatmış görünce iyice kafaları karışır. Harun Reşid yeni bir soru sorar: Peki hangisi daha önce öldü? Şu işe bakın ki bu sorunun cevabı, aslında hiç cevap veremeyecek durumda olan ölüden gelir. Çünkü Halife bu sorusuna cevap verecek olana 1.000 dinar ödül vaat eder. O zaman Ebu’l-Hasan ödülü almak için dirilir ve ilk mefta olanın kendisi olduğunu açıklar. Aynen metinde kullanılan sözcüklerle, gülmekten öldürdüğü Harun Reşid sözünden geri dönmez ve soytarısını bir kez daha cömert bir şekilde ödüllendirir.
En iyi antolojilere girmeye layık bu bölümü, birçok yöntem kullanarak gerçek bir fars yaratmayı bilmiş yaratıcı bir hikâye anlatıcısına borçlu olduğumuz açıktır: Durum komedisi, yanılmacalar (quiproque), kelime oyunları bu yöntemler arasında sayılabilir. Ama bizce asıl deha ürünü olan özellik, bu ikinci bölümün birincinin basit bir devamı olmamasıdır: Gerçekten de her iki bölüm de bir “kandıran/kandırılan” ilişkisine göre işlemekte, üstelik durumlar hiyerarşisi bir bölümden diğerine alt-üst olduğu için bu ilişki daha da çarpıcı bir hal almaktadır. Önce Ebu’l-Hasan Halife’nin enayisidir; sonra Halife farsın şaklabanı olur ve komik unsur doruk noktasına ikinci bölümde çıktığı için, soytarının intikamı muhteşem olur.