Dil Hapishanesi
ISBN: 978-975-08-0381-7
Tekrar Baskı: 4. Baskı / 05.2019
YKY'de İlk Baskı Tarihi: 11.2002
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Orijinal Adı | : The Prisonhouse of Language - A Critical Account of Structuralism and Russian Formalism |
Sayfa Sayısı | : 200 |
Boyut | : 13.5 x 21 cm |
Tekrar Baskı | : 4. Baskı / 05.2019 |
“Dil Hapishanesi”, yeni başlayanlar kadar uzmanlar için de albenisi olan bir kitap. Uzman olmayan okurlar, Rus Biçimciliği ve Paris Yapısalcılığının karmaşık sırlarının akıcı bir şekilde değerlendirildiği bir giriş kitabı okuyacak; konunun uzmanları ise bu kitabı iki nedenden ötürü okumaya değer bulacak: birincisi, Jameson hem Biçimciliğin, hem de Yapısalcılığın hatalı altyapısını bir cerrah kararlılığıyla ortaya koyuyor, ama aynı zamanda, bu altyapının hakkını da veriyor; ikincisi, Jameson’ın ayrıntılı incelemesi, Yapısalcılıkla Marksizm arasındaki karşıtlıkları ve kesişme noktalarını açığa çıkarıyor. Fredric Jameson “Dil Hapishanesi”nde Yapısalcılığa ve Rus Biçimciliğine genel bir bakışla yaklaşmakla kalmıyor, bu iki akımın temel metodolojilerine önemli bir eleştiri de getiriyor.
Düşünce tarihi, onun modellerinin tarihidir. Klasik mekanik bilimi, organizma, doğal ayıklanma, atom çekirdeği ya da elektronik alan, bilgisayar: Bunlar, önce doğal dünyayı anlamamızı düzenlemede kullanılmış, daha sonra da kendilerinden insan gerçekliğini aydınlatmaları istenmiş şeylerden ya da dizgelerden bazılarıdır. Herhangi bir modelin ömrü önceden kestirilebilir bir düzenlilik gösterir. Başlangıçta, yeni kavram, yeni enerji nicelikleri ortaya çıkarır, bir yığın yeni algıya ve buluşa izin verir, yeni bir boyutta yeni sorunların ortaya çıkmasına neden olur, bu da oylumlu bir yeni çalışma ve araştırma ile sonuçlanır. Bütün bu başlangıç aşaması boyunca modelin kendisi sabit kalır, çünkü büyük bölümüyle, yeni bir evren görüşünün elde edilip listelenebileceği bir aracı görevini görür. Modelin tarihinin düşüş yıllarında, modelin yeniden düzenlenmesi, inceleme nesnesiyle yeniden aynı çizgiye getirilmesi için nispeten uzun bir zaman gerekir. O zaman araştırma, modelin yetersizliğinin giderek sürükler gibi olduğu yanlış sorunlar ve ikilemlerden tedirgin olup, pratik olmaktan çok kuramsal olma, yeniden kendi önvarsayımlarına (modelin asıl yapısına) dönme eğilimini gösterir. Örneğin, eter ya da ortak bilinç akla gelir burada. Sonunda model bir yenisiyle değiştirilir. Bu önemli olay, bu kitabın ilgilendiği düşünürlerin bazılarınca bir tür mutasyon (bu da bir modelin tamamen farklı bir inceleme alanına eğretilemeli uygulamasının kusursuz bir örneğini oluşturur) olarak betimlenmektedir. Gerçekten de, böyle bir yer değiştirmenin, her zaman bir tek devrimci deneyim ya da bir tek özgün çalışmanın yayımlanması kadar açıklıkla tarihlendirilemezse bile, mutlak bir kesilmeyi, kopmayı, mutlak bir sonu ve o zamana kadar benzeri görülmemiş bir şeyin başlangıcını belirlediği kesindir. Öyle görünüyor ki, yeni olan, bilinçli olarak da hazırlanamaz, ya da, eski paradigmadan mutlu olmayanların, düşüne taşına, bütün kumaştan yeni bir paradigma çıkarmaları da mümkün değildir. Bir tek kıvılcımla Romantik felsefeyi ve ondokuzuncu yüzyıl bilimsel düşüncesini ateşlemiş olan "prototip olarak organizma" kavramının, yani organik modelin tarihi böyleydi. Organizma kavramının yararı, artsüremlilik ve eşsüremlilik alanlarının onda canlı bir bireşim bulmalarında, ya da henüz birbirinden ayrılmamış olmalarındadır, çünkü gözlemcinin dikkatini eşsüremli yapıya (değişmiş ve evrimleşmiş olan, artık organizmanın kendi yaşamında birbiriyle birlikte varoluşları ile anlaşılacak olan organlar) çeken, artsüremli olandır (organizmadaki tedrici değişikliklerin gözlenmesi). İşlev gibi kavramlar, böylece, iki boyut arasındaki kesişme noktalarında bulunabilir ve tarih, kendi başına bağımsız bir anlayış tarzı olma savını onlarla kazanır. Fakat zamanla organik model tözcü (substantialist) düşünceye fazlaca dayanır. İnceleme nesneleri önceden özerk kendilikler (entity) olarak verilmemişse, yöntembilimsel amaçlarla kurmaca kendilikler icat etme eğilimine girer, toplum ya da kültür konusunda çeşitli organik kuramlarda olduğu gibi. Bu tür tözcü düşüncelere karşı tepkilerden, çeşitli "alan" ya da ilişkisellik (relationality) imajlarından hiçbiri, bugün kendine temel model olarak dilin kendisini alandan daha tam olmamıştır. Bir model olarak dil! Her şeyi dilbilim terimleri yoluyla bir kez daha düşünmek! Şaşırtıcı olan şey, öyle görünüyor ki, bugüne kadar hiç kimsenin bunu yapmayı düşünmemiş olmasıdır yalnızca; çünkü bilincin ve toplumsal yaşamın bütün öğeleri arasında dil, henüz belirlenmeyi bekleyen türden ben-zeri olmayan bir ontolojik önceliğe sahip gibiydi. Yapısalcı girişimi bu şekilde tanımlamanın, onun daha önceki felsefe tarihi sorunsallarını özetlediği, bugün hiç mi hiç ilgilenmek gereğini duymadığımız, Marx-öncesi ve hatta Hegel-öncesi kavramsal ikilemlere ve sahte sorunsallara döndüğünü kabul etmek olduğu söylenerek karşı çıkılacaktır buna. Fakat, bu kitabın daha ileri bölümlerinde göreceğimiz gibi, Yapısalcılığın somut gündelik işinden çok sonul (nihai) çelişkileri bakımından daha doğrudur bu: ilki, yani Yapısalcılığın içeriği -Dil düzeni ve statüsü- yeni bir malzeme toplamı sağlar, eski sorunlar bu toplam çerçevesi içinde yeni ve öngörülmemiş şekillerde yeniden ortaya çıkar. Yani Yapısalcılığı ideolojik nedenlere dayanarak "reddetmek", bugünkü dilbilimsel buluşları felsefi sistemlerimize sokma görevini reddetmek anlamına gelir; bana öyle geliyor ki, Yapısalcılığın gerçek bir eleştirisi bizi onun içinde her şeyini gözden geçirerek ilerleyip öteki yanda bütünüyle farklı ve kuramsal olarak daha doyurucu bir felsefi perspektif içinde ortaya çıkmaya zorunlu kılmaktadır. Yapısalcılığın tam da çıkış noktasının -linguistik modelin üstünlüğü- bizim az sonra ele alacağımız kavramsal ikilemlerle bütünüyle ilişkisiz olduğunu söylemek değildir bu: çünkü böyle bir çıkış noktasının biricikliği, onun daha az keyfi olmasını gerektirmez ve ondan ortaya çıkan düşünce dizgeleri, kendi güç verici temellerinin sonul, kuşkulu ve acılı bir sınavdan geçirilmesinden yeniden muaf olmayacaktır. İster istemez, dünyanın bünyesinden bir tek temel elementi -diyelim suyu ya da ateşi- ayırmaya çalışıp da sonunda suyun ya da ateşin bileşiminin farklı tipten bir şey olduğunu gören Sokrates-öncesi düşüncenin çatışkıları (antinomy) akla geliyor. Hiç kuşkusuz, bugün her şeyin sonunda tarihsel ya da ekonomik ya da cinsel ya da hatta dilbilimsel olduğunu söylediğimizde, o görüngülerin, etiyle kemiğiyle, bu tür bir hammaddeden yapılmış olduğunu değil de, daha çok, o yöntemlerle çözümlemeye duyarlı olduklarını anlatmak isteriz. Ama benzer paradokslar da hemen belirir. Dilbilimsel yöntemlerin, kendisi de temelde dilbilimsel bir yapı olan yazına uygulanmasından daha uygun hiçbir şey olmayacağı düşünülebilir. Ama eski biçembilim, Spitzer'in ve Auerbach'ın biçembilimi, ya da daha yakınlardan J.P. Richard'ınki, yapıtın kendisinin sözel dokusuyla çok daha yakından ilgilenmişti. Sonunda kendimizi, yazın yapıtını bir dilbilimsel dizge olarak görmenin gerçekte bir eğretilemenin uygulaması olduğu gibi bir sonuç karşısında buluruz. Bu tür diyalektik tersine çevirmeler, dizgenin dış sınırlarında da bulunabilir. Örneğin, Greimas'ın bir yapısal anlambilimin çalışma nesnesini bir anlam-etkisi olarak tanımlayışı geliyor aklıma: sanki, bütün anlamları nesnemiz olarak alınca, bunlardan artık anlamlama terimleriyle söz edemezmiş ve içeriklerine bakmaksızın hepsinin biçimsel olarak birbiriyle ortak neleri olduğuna karar vermek üzere, kendimizi şöyle ya da böyle anlamlar bölgesinin dışında bir pozisyon almaya zorunlu durumda bulurmuşuz gibi. Bir içerik olarak anlatım, biçimi olarak izlenimi ister duruma gelir, biz de sonunda, bir algılama yapısını, gözümüzde canlandırmak için, onun "uyandırdığı izlenim" terimleriyle betimlemek zorunluluğuna düşeriz. Dilbilimsel modelin ya da eğretilemenin kullanımı için daha köklü bir doğrulama, başka yerlerde, bilimsel geçerlilik ya da teknolojik ilerleme savlarının ve karşı savlarının dışında aranmalıdır sanırım. Bu da, gerçek anlamında doğanın ortadan kaldırıldığı bir dünya, bildirilerle ve bilgiyle ağzına kadar dolu, karmaşık ürün ağı bir göstergeler dizgesinin tam da prototipi olarak görülebilen bir dünya görünümü sunan, bugün gelişmiş denilen ülkelerin toplumsal yaşamının somut karakterinde yatar. Dolayısıyla bir yöntem olarak dilbilimle, bugünkü kültürümüz olan dizgeleştirilmiş ve bedeninden soyutlanmış karabasan arasında çok büyük bir uygunluk vardır. Elinizdeki incelemenin yeni dilbilim disiplinlerinin toplumbilimsel çözümlemesi olmak gibi bir amacı yok. Hatta söz konusu hareketlerin tarihsel ve olaylara dayanan bir hikâyesini sunmak gibi bir sav da taşımıyor. Biçimciler konusunda böyle bir öykü, İngilizce bilen okurlar için, biçimciliğin yazgısını, dilbilimcilerin ve yazın uzmanlarının Birinci Dünya Savaşı sırasında Petersburg ve Moskova'daki toplantılarındaki köklerinden o 1929 kader yılında ünlü polemikle ortadan kayboluşuna kadar adım adım izleyen Victor Erlich'in Rus Biçimciliği (Lahey, 1955) adlı yetkin kitabında bulunabilir. Bir "kitle hareketi" olarak doğuşu, Lévi-Strauss'un Hüzünlü Dönenceler'inin 1955'te yayımlanışından başlatılabilecek ve (1960'ta Tel Quel'in kuruluşu ve 1962'de Lévi-Strauss'un Yaban Düşünce'sinin yayımlanışı gibi önemli işaret noktalarını izleyerek) 1966-1967 mevsiminde, Lacan'ın daha o zamanda efsaneleşmiş Écrits'si ile Derrida'nın üç büyük metninin bir arada ortaya çıkışıyla bir tür doruğa ulaştığı söylenebilecek Yapısalcılığın karşılaştırılabileceği bir şey yoktur. "Yapısalcılık" terimine gelince, ben onu, eğretilemeye ya da bir dilbilim dizgesi modeline dayalı çalışmanın en titiz ve en sınırlı anlamıyla alıyorum; yani onu kendi dizgelerine mal etmiş olan Jean Piaget'ye ya da Lucien Goldmann'a uygulanamaz; bazı Amerikan toplumbilim okullarının kullanımıyla da herhangi bir ilişkisi yoktur. Bununla birlikte, elinizdeki yapıta, Yury M. Lotman ile onun Tartu Üniversitesi'ndeki çalışma arkadaşlarının geliştirdiği şekliyle Sovyet Yapısalcılığının çok zengin gereçlerinden herhangi bir şey sokmamaya özellikle dikkat ettiğimi de eklemek isterim. Benim, -bu hareketlerin, aynı zamanda temel yöntembilimlerinin bir eleştirisi olarak alınabilecek bir ilk araştırma sunmak yönündeki- planım hiç kuşkusuz, hem taraftarların hem de karşıtların (Yapısalcılık taraftarlarının ve karşıtlarının yani, Biçimciliğin karşıtları hâlâ var mı? taraftarları hâlâ var mı?) saldırısına açıktır. Bununla birlikte bu eleştiri, ne ayrıntılı yargıları ne de burada söz konusu edilen yapıtlar üzerine ister olumlu ister olumsuz herhangi bir düşüncenin dile getirilmesini amaçlamaktadır. Daha çok, entelektüel bütünlükler olarak kabul edilen Biçimciliğin ve Yapısalcılığın, Coleridge'in deyişiyle "mutlak önvarsayımlar"ını açıkça ortaya koymayı öneriyor. Bu mutlak önvarsayımlar ancak o zaman yoruma gerek kalmaksızın anlaşılabilir; bunlar, bütün bu tür mutlak öncüller gibi, ne kabul edilebilecek ne de reddedilebilecek kadar temel şeylerdir. Temelde, eşsüremli düşünmenin doğurduğu perspektifleri ve çarpıtmaları ilgilendiren bulgularım, eşsüremli dizge sonuçları başka herhangi bir yerde, sanırım, buradaki kadar ayrıntılı bir biçimde geliştirilmemiş olsa da, şaşırtıcı gelmeyecektir. İçimden, eleştirimi daha başlangıçta nitelendirmek ve gerçek tarihle artsüremli düşünme arasındaki, okurun daha ilerde göreceği gibi, bazı Yapısalcıların üzerinde inatla durduğu ayrımı benimsemek geçiyor. Bu sayfalarda beni yönlendiren ve kafamı meşgul eden şey, Saussure'cü dilbilimcilerle zamanın ve tarihin kendi gerçeklikleri arasındaki olası ilişkileri aydınlatmak oldu. Böyle bir ilişki, hiçbir yerde, Biçimciliğin ve Yapısalcılığın en akla yakın ve kalıcı başarılarının gerçekleştirildiği yazın çözümlemesi alanında olduğundan daha paradoksal olmamıştır. Şklovski ve Propp'tan Lévi Strauss ve Greimas'a kadar, anlatısal yapıların çözümlemesinden söz ediyorum. Kuşkusuz, paradoks, eşsüremli bir yöntemin, aklın zaman içinde değişimi ve olayları görmek için kullandığı biçimler hakkında böyle zengin ve anlamlı bir görüş doğurmasıdır. Ya bundan da ileriye gidilebilseydi? Biçimciler, akıl yıllarında (ve yalnızca Stalinciliğin baskısı yüzünden değildi bu), insanın alışıldık demeye dili varmadığı türden yazın tarihçilerine dönüştüler, eğer kısmetlerini başka yerde, tarihsel romanda ve filmlerde aramadılarsa. Biçimcilerin mutasyon olarak yazın tarihi imgesi, okurun da göreceği gibi, hem felsefi olarak yetersiz hem de hayal gücü olarak kışkırtıcıdır. Yapısalcılığa gelince, Lévi Strauss gibi bir düşünürün -onun sayesinde, Rousseau'nun doğanın durumu ve toplumsal anlaşma üzerine görünüşte modası geçmiş düşünceleri bir kez daha gündeme geldi; onun sayesinde, boğucu ve yapay bir uygarlığın orta yerinde, kültürün kökenleri üzerinde yeniden kafa yorulmaya başlandı- bizim tarih hakkındaki düşünüşümüzü etkilemediğini kim ileri sürebilir? İlerki sayfalarda Yapısalcılığın herhangi bir sonul ve ayrıcalıklı inceleme alanı varsa eğer, bunun pekâlâ yeni ve sert bir biçimde algılanan fikirler tarihinde bulunabileceğini ileri süreceğim. Kısaca, eşsüremli dizgelerin yeterli herhangi bir kavramsal biçimde geçici görüngüleri ele alamayacağını söylemek, bunlardan, artsüremin kendisindeki daha yüksek bir gizem duygusuyla çıkmadığımızı söylemek değildir. Biz geçiciliği varsayagelmişiz; her şeyin tarihsel olduğu yerde tarih fikrinin kendisinin içi boşalmış gibi görünmektedir. Aslında, belki de dilbilimsel modelin asıl başlangıç değeridir bu: hayranlığımızı zamanın tohumlarıyla yenilemek.
La Jolla Mart 1972