Sokrates
ISSN: 977–1300–2880–111-112
Sayı : 111 - 112 Dönem : Güz - Kış 2023
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Nazile Kalaycı ve Hakan Yücefer’in hazırladığı Sokrates Özel Sayısı, tarihsel “Sokrates problemi”ni, Sokrates’in felsefesini ve felsefe yöntemini, Sokrates’in felsefe tarihi boyunca alımlanışını araştıran ve tartışan özgün makaleler, çeviri metinler ve modern Sokrates okumalarıyla, felsefe tarihinin en ilginç siması Sokrates’le ilgili Türkçe felsefe literatüründeki önemli bir eksikliğin giderilmesine katkı sağlayacak, kapsamlı ve kuşatıcı bir dosya.
“Sokrates’in geride yazılı eserler bırakmamış bir filozof olması ‘tarihsel Sokrates’e ulaşmayı zorlaştırmıştır muhakkak, fakat böylelikle Sokrates her çağda felsefe meraklılarını sınamaya devam edebilmiş, onun tarafından başlatılan diyalog günümüze kadar ‘canlı bir şekilde sürebilmiştir. Sonuç ise oldukça zengin Sokrates portreleridir. Elbette bu durumun tek nedeni Sokrates’in yazmayışı değildir; Sokrates düşüncelerinden dolayı ölüme gönderilirken geçmişine ihanet etmediği, yaşamı boyunca inşa etmiş olduğu kimliğini bütün etkiler ve sarsıntılar karşısında korumayı başardığı, hatta felsefe ile polis arasındaki paradoksal ilişkinin canlı temsili olduğu için de her dönemde büyük bir saygıyla anılmayı hak etmiştir.”
cogito’ya buradan abone olabilirsiniz.
Cogito’dan
Sokrates felsefe tarihinin en ilginç simasıdır; bizim bugün anladığımız haliyle felsefenin onunla başladığını, hiç değilse onun sayesinde büyük bir atılım yaptığını söylemek yanlış olmayacaktır. Ne var ki bu yargıya filozofun yazdıklarından yola çıkarak varmış değiliz; zira düşüncelerini yazarak değil konuşarak ifade eden, yazmak yerine bir topluluk önünde diyalog biçiminde yürütülen tartışmalar yapmayı seçen bir filozofla karşı karşıyayız. Durum buysa, Sokrates’i düşünce tarihinin çok önemli bir dönemecine yerleştiren geleneksel kavrayışa koşulsuz güvenimizin gerekçesi nedir? Felsefe tarihinin gündemini daima meşgul eden ama asla çözülemeyen “Sokrates problemi” de bu soruyla ilgilidir. Buradaki mesele geride yazılı eserler bırakmayan bir filozofu kurgulamanın zorluğu, hatta neredeyse imkânsızlığıdır.
Kimdir Sokrates? Kaynaklarda onun İÖ 470/469 yılında Atina’nın Alopeke bölgesinde taş yontucu bir baba ile ebe bir annenin, Sophroniskos ile Phainarete’nin çocuğu olarak dünyaya geldiği, Ksantippe’yle evliliğinden Lamprokles, Sophroniskos ve Meneksenos adlarında üç oğlan çocuğa sahip olduğu, İÖ 432’de Potidaia, İÖ 424’te Delion ve İÖ 422’de Amphipolis çarpışmalarında büyük cesaret gösterdiği, felsefi tartışmaların yönünü insanla ilgili meselelere, nelik sorgulamalarına çevirdiği, kentin tanrılarına inanmama ve gençleri yoldan çıkarma suçlamalarıyla İÖ 399 yılında ölüme mahkum edildiği söylenir. Ne var ki bu söylenenler de dahil olmak üzere onun hakkında ileri sürülen hiçbir bilgi kesin değildir. Baba adının “ölçülü” (sophrôn), anne adının “erdem-doğurtan” (phainomai–aretê) anlamlarına gelmesi bile ya hoş bir tesadüf ya da sağlam bir kurgu olsa gerektir. Sokrates hakkında hep vurgulanan bedensel çirkinlik dahi onun düşüncelerindeki felsefi özün canlı performansı gibidir. Basık burunlu, patlak gözlü, sarkık dudaklı, koca göbekli, tıknaz biridir Sokrates; ne var ki insandan ziyade Dionysos’un eşlikçisi satirlere benzetilen bu pseudo-Grek eşkâliyle, üstelik beden güzelliğinin çok önemsendiği, kalos’un hem güzel hem de erdemli diye anlaşıldığı bir yerde cazibe merkezi haline gelmeyi başarmış, güzel bir bedene sahip olmayan birinin de erdemli olabileceğini göstermiştir. Yalın ayakları ve uzun saçları yüzünden düşman Spartalılara benzetilen Sokrates’in pseudo-Atinalı görünüşüne rağmen Atina uğruna ölmeyi göze almasında ya da yeme içme ve cinsel anıştırmalardan hoşlanıyor görünmesine rağmen yetingenlikten asla taviz vermeyen tavrında aynı tuhaflık iş başındadır. Sanki gerçek/hakikat (alethês) ile sahte (pseudês) ve görünüş (doksa) arasındaki mesafe Sokrates’te ete kemiğe bürünmüştür. Bu haliyle sadece kendi yaşadığı dönemde tuhaf bir kişi olmakla kalmamış, görünüş, gösteri ve gösterilenin hükmü altında yaşayan günümüz kültürünün de tam bir antitezi olmuştur.
Sokrates’e dair bilgimiz ikinci eldendir; doğrudan ya da dolaylı tanıklıklara dayanır. Bu nedenle biz bugün “gerçek Sokrates”e değil, her biri teorik olarak mümkün pek çok Sokrates yorumuna sahibiz. Sokrates’in yazmayışı “gerçek Sokrates”e ulaşmayı engellemiş olsa da onun bu tavrı felsefenin gelişmesine, zenginleşmesine yaramıştır; zira Sokrates’in yerleştiği konum sayesinde hem dönemindeki öğrencileri hem de sonraki takipçileri kendi düşüncelerini yaratıcı bir şekilde geliştirebilecekleri bir zemine sahip olabilmişlerdir. İddialı gibi görünse de savunulabilir bir görüştür bu. Sokrates’in ölümünden sonra pek çok öğrencisi onun düşüncelerini aktarmaya başlamış, bugün “Sokratik Okullar” başlığı altında toparlanan pek çok ekol de böyle doğmuştur. Oldukça farklı, hatta bazen karşıt denebilecek görüşleri savunan bu okullar aynı kaynaktan, Sokrates’ten doğmuştur. O dönemde Sokrates’ten esinlenen –fakat çoğu günümüze ulaşamayan– çok fazla diyalog da yazılmış, Aristoteles Sokrates’i ele alan bu yazın türünü logoi sokratikoi olarak adlandırmıştır. Fakat Sokrates’in yaşamına tanıklık eden üç kişinin onun tanıtılması açısından özellikle önemli olduğunu söylemeliyiz: Aristophanes, Ksenophon ve Platon. Biri şair, biri tarihçi, biri filozof olan bu üç büyük karakterin Sokrates’i anlatmış olması oldukça önemlidir. Böylece sözlü gelenekte devrim niteliğinde değişiklikler gerçekleştirmiş olan birinin unutulması engellenebilmiştir. Ne var ki dönemin üç dehası Sokrates hakkındaki anlatılarına bizzat kendileri de türlü bakımlardan sızmış, Aristophanes, Ksenophon ve Platon’un nerede bittiği, Sokrates’in nerede başladığı konusu hep muğlak kalmıştır. Sokrates’in geride yazılı eserler bırakmamış bir filozof olması “tarihsel Sokrates”e ulaşmayı zorlaştırmıştır muhakkak, fakat böylelikle Sokrates her çağda felsefe meraklılarını sınamaya devam edebilmiş, onun tarafından başlatılan diyalog günümüze kadar ‘canlı’ bir şekilde sürebilmiştir. Sonuç ise oldukça zengin Sokrates portreleridir. Elbette bu durumun tek nedeni Sokrates’in yazmayışı değildir; Sokrates düşüncelerinden dolayı ölüme gönderilirken geçmişine ihanet etmediği, yaşamı boyunca inşa etmiş olduğu kimliğini bütün etkiler ve sarsıntılar karşısında korumayı başardığı, hatta felsefe ile polis arasındaki paradoksal ilişkinin canlı temsili olduğu için de her dönemde büyük bir saygıyla anılmayı hak etmiştir.
***
Türkçede Sokrates’le şu ya da bu bakımdan ilgili olan kitaplara göz gezdirdiğimizde tuhaf bir manzarayla karşılaşıyoruz. Azımsanmayacak bir çeviri faaliyeti olduğu hemen göze çarpıyor. Platon’un “Sokratik” denen diyalogları bazen başka dillerden bazen doğrudan Yunancadan defalarca kez çevrilmiş ve tekrar tekrar çevrilmekte. Aristophanes’in oyunlarına, Ksenophon ’un Sokrates’e ilişkin metinlerine kolayca ulaşmak da mümkün. Aynı şekilde, Sokrates’e ilişkin eski ya da görece yeni ikincil literatür en azından tartışmaların ana hatlarını görmemize izin verecek ölçüde çevrilmiş durumda. Ama hepsi bu değil. Sokrates’in yaşam biçimi, soruşturma yöntemi, farklı alanlarda bu yöntemin nasıl uygulanabileceği vb. hakkında telif ya da çeviri pek çok popüler kitap olduğu gibi Sokrates üzerine yine telif ya da çeviri romanlar, en az iki (çeviri olmayan) tiyatro oyunu, pek çok çocuk kitabı var. Durum böyle olunca çevirilerin ve popüler kitapların yanı sıra Sokrates üzerine felsefe kitaplarıyla da karşılaşacağımız beklentisine kapılabiliriz. Oysa Sokrates üzerine popüler düzeyde ya da çeviri olmayan, bağımsız ve kitap ölçeğinde neredeyse hiçbir çalışma yok. Cogito için bir “Sokrates” sayısı hazırlarken çeviri kitaplarla telif metinler arasındaki bu dengesizliği saptayarak işe başladık ve Sokrates’le ilgili felsefe çalışmalarındaki eksikliğin giderilmesine katkı sağlayacak bir sayı ortaya çıksın istedik. Bu yüzden sayıda çevirilerden ziyade özgün yazılara, giriş niteliğinde metinlerden ziyade araştırmacı, tartışmacı makalelere yer vermeye çalıştık, ama önemli bulduğumuz çevirileri dosyaya dahil etmekten ya da yazıların oluşturduğu bütünün olabildiğince kuşatıcı olmasına özen göstermekten vazgeçmedik.
Sokrates sayısı ülkemizin önde gelen filozoflarından biri olan İoanna Kuçuradi’nin Sokrates’in felsefi araştırma yöntemiyle kendi insan hakları çalışmalarını ilişkilendirdiği bir yazıyla başlıyor. Kuçuradi önce Menon diyaloğundan yola çıkarak Sokratik yöntemin belli başlı özelliklerini saptıyor; Sokrates’in tartışmanın sonunda karşısındaki kişiyi içine düşürdüğü açmazın çözümsüz bir bilmeceden ibaret olmadığını, açmaz sayesinde bilgisizliğimiz konusunda farkındalık kazandığımızı, felsefi bir problemle yüzleştiğimizi vurguluyor. Ardından, insan hakları alanındaki uzun yıllara yayılan çalışmalarını Sokratik araştırma yönteminin uygulanışına bir örnek olarak yeniden değerlendiriyor. Kuçuradi, insan haklarının ne olduğu sorusunu sorarken bir bakıma Menon’da erdemin ne olduğunu soran Sokrates’in (ya da etik kitaplarında aynı soruyu soran Aristoteles’in) izinden gidiyor. Kuçuradi’nin orijinali İngilizce olan bu makalesi sayıda M. Furkan Soltekin’in çevirisiyle yer alıyor.
Ardından on dokuzuncu yüzyıl Alman teolog ve filozofu, aynı zamanda büyük Platon çevirmeni Friedrich Schleiermacher’in “Sokrates’in Bir Filozof Olarak Değeri Üzerine” başlıklı meşhur konferansının çevirisini sunuyoruz. Pek çok Sokrates yorumcusunun “Sokrates probleminin” kaynağına yerleştirdiği 1815 tarihli bu konferansta, Schleiermacher, Ksenophon’un Sokrates’iyle Platon’un Sokrates’ini net biçimde birbirinden ayırıyor ve açıkça Platon’un Sokrates’inden yana bir yorum sunuyor. Schleiermacher’e göre, Ksenophon’da bulduğumuz Sokrates yavan ve sıkıcı bir erdem timsaline indirgenmiş, felsefi açıdan ilginç olmaktan uzak bir karaktere dönüştürülmüştür. “Ksenophon’un özümseyemediği ve sessizce geçiştirdiği meseleler” ise felsefi derinlikleriyle ancak Platon’da karşımıza çıkacaklar. Peki nedir Platon’un Sokrates’inin “bir filozof olarak değeri”? Diyalektik, fizik ve etiğin birlikteliğini sezmiş olmak; felsefenin parçalı bütünlüğünün, Schleiermacher’in “bilgi idesi” dediği şeyin habercisi olmak. Schleiermacher’in bu son derece önemli ama bir o kadar da karmaşık metnini okumayı kolaylaştırmak için, dosyamızda konferans metninin hemen ardından Schleiermacher uzmanı Andreas Arndt’ın konferansın arka planını, bağlamını, Schleiermacher düşüncesiyle ilişkilerini ele alan bir çalışmasına da yer veriyoruz.
Hem Platon’un Savunma’sını hem Aristophanes’in çeşitli oyunlarını titizlikle dilimize çevirmiş olan Erman Gören’in yazısı Sokrates’i “Aristophanes’in gözünden” görmemizi sağlıyor. Bilindiği gibi, Sokrates’e ilişkin bugüne ulaşmış büyük tanıklıkların en eskisi (henüz Sokrates hayattayken yazılmış olanı) Aristophanes’e ait. Ancak Aristophanes’in Bulutlar’da sunduğu Sokrates portresinin tarihsel bir kişiyi mi resmettiği, yoksa genel olarak dönemin entelektüellerini hedef alan bir karikatür mü olduğu bugün hâlâ yorumcular arasında tartışmalı bir konu. Erman Gören, bir yandan Aristophanes’in metinlerini başka metinlerle ilişki içinde düşünüyor, klasik Attika komedyasında karşımıza çıkan diğer Sokrates imgelerine bakmayı ihmal etmiyor, Platon’un Savunma’sında sözü edilen suçlamalarla Bulutlar’ın Sokrates’ini karşılaştırıyor, “kendini bilme” teması üzerinden Bulutlar’la Kharmides diyaloğu arasında bir ilişki kuruyor; diğer yandan filolojik bir özenle anahtar sözcüklerin izini sürüyor, sözcük tercihlerine ve sözcükler arası ilişkilere odaklanarak Aristophanes’in bir “mütegafil” olarak Sokrates’i nasıl resmettiğini adım adım açığa çıkarıyor. Ama yazıyı okurken Aristophanes’in Sokrates portresini keşfetmekle kalmıyoruz, Gören’in Aristophanes portresini de keşfediyoruz: sanılanın aksine Platon’a “düşman” olmayan, “aynı menzile farklı yoldan yürüyen bir ülküdaş” sayılabilecek bir Aristophanes bu.
Sokrates’in Savunması dendiğinde aklımıza hemen Platon’un meşhur savunma metni gelir. Ama Sokrates’in bir başka öğrencisi ve takipçisi olan Ksenophon’un da bir Savunma’sı var. Yine Sokrates’i jüri önünde konuşturan, ama bu kez Sokrates’in savunmanın öncesindeki konuşmalarına da değinen, Platon’unkinden çok daha kısa, yer yer aynı konuları (örneğin kehanet öyküsünü) Platon’dan farklı biçimde aktaran, Platon’un metninin gölgesinde kalmış bu diğer savunmayı Melike Molacı’nın özenli çevirisiyle sunuyoruz. Ksenophon’un metnini Leo Strauss’un bu metne ilişkin yorumu izliyor. Leo Strauss yer yer Ksenophon’un dediklerini harfiyen yineleyecek kadar yakından okuyor Savunma’yı, ama bir yandan da Savunma ile Sokrates’ten Anılar’ın (Memorabilia) ilgili pasajları arasında ayrıntılı bir karşılaştırmaya girişiyor. Strauss’a göre, Ksenophon’un Savunma’sının amacı Sokrates’in mahkemede bu denli kendinden emin, bu denli cüretkâr davranmış olmasını anlaşılır ve meşru hale getirmektir.
Sonraki iki yazı André Laks ve Glenn Most’un 2016’da Fransızca ve İngilizce olarak yayınlanmış erken dönem Yunan filozofları derlemesinin yeniden canlandırdığı bir tartışmaya ayrılmış durumda: Sokrates’in sofistlerle ilişkisi. Laks ve Most Sokrates’in kendine özgü yanları olduğunu kabul etmekle birlikte onu sofistler arasında sayıyorlar ve bir bakıma Platon’un tanıklığını reddederek ya da en azından paranteze alarak Sokrates’i derlemelerinin sofistlerle ilgili bölümüne dahil ediyorlar. Ömer Aygün “Platon’suz Sokrates” başlıklı yazısında işte bu yüzden Laks ve Most’un sunduğu sofist Sokrates portresinin “açıkça Platon karşıtı” olduğunu söylüyor ve tam da Platon’un Sokrates’inin gücünü açığa çıkarmak için bu Platon’dan “arındırılmış” Sokrates figürüne odaklanıyor. Aygün bir yandan Laks ve Most’un derlemesinin Platon karşıtı olarak düşünülebilecek çeşitli yönlerini tartışıyor, diğer yandan derlemenin Sokrates kısmında kullanılan tanıklıkları Platon’un metinleriyle ayrıntılı biçimde karşılaştırarak Platon dışı kaynaklarda Sokrates hakkında söylenenlerin Platon’un Sokrates’inin sönük birer kopyası gibi olduğu ve çoğu zaman Platon’un metinlerinde zaten şu ya da bu şekilde içerildiği sonucuna varıyor. Güncel Oğulcan Ülgen’in titiz çevirisiyle sunduğumuz, Noburu Notomi’nin yazısı ise Sokrates’le sofistler arasındaki ilişkiyi tam tersi yönde bir stratejiyle ele alıyor ve Sokrates’in aslında sofist hareketin bir parçası olduğunu, ama Sokrates’in yargılanmasının ardından öğrencisi Platon’un sofistlerle filozoflar arasında keskin bir karşıtlık kurarak hocasını bir filozof modeli gibi sunduğunu, zamanla bu Platoncu yorumun baskın hale geldiğini ve Sokrates’in sofistlerle ilişkisinin üzerinin örtüldüğünü iddia ediyor. Notomi yazısının sonunda Antiphon ile Sokrates arasında son derece ilginç bir karşılaştırma yaparak düşüncelerinden ötürü ölüme mahkûm edilen ilk Atinalı sofistin Sokrates değil Antiphon olduğunu belirtiyor.
Sokrates sayısı Platon diyaloglarında karşımıza çıktığı haliyle Sokrates’e ilişkin dört yazıyla devam ediyor. Hakan Yücefer Platon’un erken dönem diyaloglarında karşımıza çıkan iki farklı Sokrates imgesine odaklanıyor ve yaşam filozofu Sokrates ile çürütme yönteminin uygulayıcısı Sokrates, etikçi Sokrates ile diyalektikçi Sokrates arasındaki gerilimli ilişkiyi irdeliyor. Filozof olmak belli bir yaşam biçimini benimsemek midir, yoksa felsefi önermelerin yöntemli biçimde sınanması mıdır? Yücefer’in yazısı önce bizi bu soruyu sormaya zorlayan felsefi ve metinsel gerilimleri ele alıyor, ardından Pierre Hadot ve Gregory Vlastos’un Sokrates okumalarını karşılaştırıyor, bu iki büyük Sokrates yorumunun Sokrates ikilemini nasıl yeniden ürettiğini gösteriyor, son olarak da bu iki Sokrates’i, filozofun bu iki yönünü uzlaştırmanın mümkün olup olmadığını tartışıyor. Enver Utku Batur’un güzel çevirisiyle dosyada yer alan, Richard Kraut’un “Sorgulanmış Hayat” başlıklı yazısı Sokrates’in “Sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez” sözünden yola çıkıyor ve bu sözün Platon’un Savunma’sı bağlamında nasıl karşımıza çıktığını inceledikten sonra Sokratik diyalogları bu söz ışığında “sorgulanmamış hayatların bir dökümü” olarak okuyor. Kraut’a göre, Sokrates hayatlarımızı sürekli sorgulamamız gerektiğini düşünüyor, çünkü bunu yapmazsak kendimizi tam da Sokratik diyaloglarda karşılaştığımız karakterlerle (Euthyphron ya da Kriton, Kharmides ya da Kritias’la…) aynı durumda bulmamız, yani hayatımızın yönünü ve anlamını rastlantının ellerine teslim etmemiz son derece olası, hatta belki de kaçınılmaz olacaktır. Refik Güremen, “Sokratesçi Bir Tanım Nedir?” başlıklı yazısında Sokrates’in Sokratik denen diyaloglarda hep “X nedir?” türünden tanımlara yönelik sorular sorduğunu, ama hiçbir diyalogda “bir tanım nedir?” sorusunu doğrudan tartışmadığını belirtiyor. Güremen yazısında işte bu açıkça sorulmamış sorunun peşine düşüyor ve Sokrates’in önerilen tanımları reddetme gerekçelerinden yola çıkarak bir önermeyi reddedilemez bir tanım haline getirecek semantik, mantıksal ve metafizik kriterleri tartışıyor. Son olarak, Phaidon diyaloğunu Türkçeye kazandırmış olan Nazile Kalaycı bu diyalogda aktarıldığı haliyle Sokrates’in son sözlerine ilişkin kapsamlı bir araştırma sunuyor okurlara. “Kriton” diyor Sokrates ölüm döşeğinde, “Asklepios’a bir horoz borcumuz var; ödeyin bunu, sakın ihmal etmeyin!” Bu sözlerden ne anlamalıyız? Kalaycı yazısında son sözlerde ima edilen borcu Sokrates, Sokrates’in ailesi, Platon, Kriton, Simmias, Kebes ya da ölümü esnasında Sokrates’in yanında bulunan diğerleriyle ilişkili olarak, dünyevi ya da uhrevi anlamları bakımından, “ihmalkârlık”, “ölüm korkusu”, “karşıtlar hastalığı”, “mizoloji”, “ruha özen gösterme” temaları çerçevesinde tartışırken bir yandan Sokrates’in son sözlerinin anlamını çözmek için Platon okurları tarafından önerilmiş yorumların zenginliğini, karmaşıklığını, çeşitliliğini gözler önüne seren ayrıntılı bir harita çıkarıyor, bir yandan da “hastalığı ya da kırılganlığı insanın varlık koşulu diye belirleyerek” son sözlere ilişkin kendi felsefi yorumunu ortaya koyuyor.
Platon’un Sokrates’inin ardından Aristoteles’in Sokrates’ine geçiyoruz. Hikmet Ünlü “Formları Ayırmayan Sokrates” başlıklı yazısında Aristoteles’in Metafizik’te Sokrates’le Platon arasındaki ilişkiye nasıl yaklaştığını, iki filozof arasındaki görüş farklılıklarını nasıl kavradığını inceliyor. Aristoteles’e göre, Platon ile Sokrates arasındaki fark formları ayırıp ayırmamayla ilgilidir; formları ayırmayan kişi Sokrates’tir. Peki ama formları ayırmak ya da ayırmamak, tümeli tekillerden ayrı düşünmek ya da düşünmemek ne demektir? Bir şeyin “ayrı başına” olması ya da olmaması ne demektir? Hikmet Ünlü bu soruları yanıtlayabilmek için önce Aristoteles açısından “ayrı başına” olmanın hangi anlamlara geldiğini soruşturuyor, bu soruşturma sırasında da okuru “varolan” ve “bir”, “varolan”, “varoluş” ve “mevcudiyet” kavramları arasındaki ilişkileri tekrar düşünmeye davet eden önemli saptamalarda bulunuyor. Ardından Aristoteles’in Platon eleştirisini ele alan Ünlü son olarak Metafizik’in Sokrates’e ilişkin üç kilit pasajını yorumluyor ve hem Sokrates’e hem Platon’a hakkını teslim eden genel bir değerlendirmeyle yazısını bitiriyor.
Sokrates hakkında –Aristophanes, Ksenophon, Platon ve Aristoteles dışında– bir diğer önemli kaynak hiç kuşkusuz Stoacılardır. Bu konuda biri çeviri olmak üzere iki yazıya yer verdik. Melike Molacı’nın çevirisi ve açıklama notuyla “Sokrates’ten Mektuplar” başlığı altında sunduğumuz, Sokrates’in ağzından yazılmış sekiz sahte mektup uzmanlara göre İS birinci yüzyıl sonu ya da ikinci yüzyıl başına ait. İlki para karşılığında Sokrates’in eğitiminden faydalanmak isteyen bir hükümdara, diğerleri Sokrates’in öğrencilerine ve dostlarına yazılmış görünen bu mektuplarda karşımıza çıkan yetingen, cesur, erdemli, dindar Sokrates figürü belki tarihsel Sokrates’i bize güvenilir biçimde yansıtmıyor ama Kiniklerin ve Stoacıların Sokrates’i nasıl gördükleri konusunda değerli bir kaynak sunuyor. Melike Molacı’nın “Zenon’un Sokratesler Korosu” başlıklı yazısı ise Stoacı gelenek içinde tek bir Sokrates olmadığı, bir Sokratesler çoğulluğu, “Sokratesler korosu” olduğu saptamasından yola çıkıyor ve bu koronun üyesi olabilecek adayları tek tek gözden geçirip tartışıyor: Kinik Sokrates, Ksenophoncu Sokrates, Pythagorasçı-Platoncu Sokrates, Arkesilaosçu kuşkucu Sokrates, aporetik ve ironik, fizikçi, mantıkçı, etikçi Sokrates… Molacı, bu adayların bir kısmını eleyip bir kısmını koroya dahil ederken aynı zamanda Stoacıların Sokrates’le kurduğu ilişkinin çok yönlülüğünü gözler önüne seriyor.
Sokrates sayısını hazırlarken öncelikle eski kaynaklara ve tanıklıklara yönelmiş olsak da modern Sokrates okumalarını büsbütün dışarıda tutmak istemedik. Sayının sonunda yer alan üç yazı on dokuzuncu yüzyılın, yirminci yüzyılın Sokrateslerinin neye benzeyebileceği konusunda bize kısmen de olsa bir fikir veren incelemelerden oluşuyor. Kerem Eksen, “İtiraf ediyorum: Sokrates bana o kadar yakın ki onunla neredeyse her zaman savaş halindeyim” diyen Nietzsche’nin Sokrates’le ilişkisinin karmaşıklığını ustaca ele aldığı yazısında, önce Tragedyanın Doğuşu’nda Sokrates’in akılcı bilgeliğinin nasıl Yunanların trajik, içgüdüsel bilgeliğinin karşısına yerleştirildiğini irdeliyor, ardından Putların Alacakaranlığı’nda, Sokrates’i bir dekadan olarak sunan “Sokrates Meselesi” başlıklı bölüme yöneliyor, Nietzsche’nin son dönemine ait bu metinle Tragedyanın Doğuşu arasındaki süreklilik ve kopuşları tartışıyor. Son olarak da Nietzsche’nin Sokrates hakkında olumlu şeyler söyler gibi göründüğü pasajları gözden geçirerek Nietzsche’nin Sokrates portresindeki (ya da portrelerindeki) olumlu ve olumsuz yanları bir arada düşünmeyi sağlayacak ilginç bir okuma önerisi getiriyor. Devrim Sezer’in güncel politik tartışmalar açısından da dikkate değer yazısıyla birlikte Nietzsche’nin Sokrateslerinden Hannah Arendt’in Sokrateslerine geçiyoruz ve Arendt’in üç farklı metninde üç farklı Sokrates olduğunu öğreniyoruz. Devrim Sezer aynı filozofun metinlerinde Sokrates’in böyle üç farklı kılıkta karşımıza çıkmasını Arendt’in Sokrates okumalarını problematik bağlamlarına yerleştirerek açıklıyor: Arendt, politika ve felsefe, ahlak ve politika, düşünme ve yargıda bulunma hakkında konuşurken her seferinde belki aynı Sokrates’e yöneliyor, ama bunu yaparken tartıştığı konuya bağlı olarak farklı soruların peşine düşüyor ve Sokrates’in farklı yönlerini öne çıkarıyor. Son olarak, Emre Şan “Praglı Sokrates” olarak da anılan Çek filozof Patočka’nın Sokrates’e, Platon’a ve genel olarak Antik Yunan polis’ine bakışını ele alıyor. Patočka ve Sokrates arasında yaşamöyküsel bir yakınlık var her şeyden önce: Patočka’nın maruz kaldığı politik baskı, Sokrates’in yargılanması; her iki filozofun da yetmiş yaşında ölmesi. Bu yakınlıktan yola çıkan Emre Şan bir yandan Patočka’nın politika, felsefe ve tarihin eşzamanlı doğuşunu nasıl Yunan polis’iyle ilişkilendirdiğini gösteriyor, diğer yandan Sokratesçi kendine özen gösterme, ruhuna bakma temalarının Çek filozof için hangi bakımdan güncelliklerini koruduklarına işaret ediyor. Bu yazının Patočka’nın kısa süre önce Türkçeye çevrilmiş olan Sorunsallıkta Yaşamak ve Platon ve Avrupa kitapları için bir giriş ve okuma rehberi niteliği taşıdığını da belirtelim.
Cogito’nun filozoflara ayrılan sayılarında sıkça yapıldığı gibi biz de bu sayıyı bir zamandiziniyle başlatmayı tasarlamıştık. Sokrates yazılı bir eser bırakmadığı için bu zamandizini bölümünün çok da hacimli olmayacağını, Sokrates’in yaşamına, politik ve kültürel ortama ilişkin birkaç önemli tarihin anımsatılmasının yeteceğini düşünüyorduk. Ama Sokrates’in kuraldışılığı öngörülerimizin ötesinde bir sonuç doğurdu, Sokrates’in yaşamöyküsü Sokrates figürünün alımlanış öyküsüne karıştı. Sokrates’i tanımış, onun öğrencisi olmuş kişilerin tanıklıkları kadar Sokrates’e ilişkin geç döneme ait anekdotların, yorumların, eleştiri ya da övgülerin de Sokrates’le ilişkimizi anlamada belirleyici olduğu ortaya çıktı. Böylece Melike Molacı’nın yoğun bir çalışmayla hazırladığı, Sokrates’in doğum tarihi olan İÖ 470/469 yılından başlayan “açık uçlu” zamandizini İS 2018’e kadar geldi. Molacı’nın özenle seçtiği görseller ve (Diogenes Laertios’tan Jacques Rancière’e uzanan) metin kesitleri zamandizinini daha da zenginleştirdi. Elbette Sokrates’in alımlanış tarihine ilişkin herhangi bir dökümün tüketici olması mümkün değil. Ama Molacı’nın zamandizini yer, zaman ve kültürel bağlam değiştikçe Sokrates’e ilişkin duyarlılıkların da nasıl değiştiğini çarpıcı biçimde gözler önüne sermeyi başarıyor. Sayfaları karıştırırken her büyük filozofun, her yazarın, her çağın kendi Sokrates’ini nasıl yarattığını hissediyorsunuz. Bu nedenle zamandizinini sayının başına değil sonuna yerleştirmeye karar verdik. Cogito’nun Sokrates sayısı için bundan güzel son söz olamazdı.
***
Bu sayı için makale yazma ve çeviri yapma davetimizi kabul eden tüm yazarlara ve çevirmenlere, hazırlık sürecini dostane bir şekilde yöneten Cogito’nun editörü Şeyda Öztürk’e teşekkür ederiz. Sayı için bir makale yazmaktan çok daha fazlasını yapan Melike Molacı’ya ve sayıya çok değerli bir katkıda bulunan İoanna Kuçuradi’ye ayrıca teşekkür ederiz.
Menon dialoğunda Menon, Sokrates’e “ἆρα διδακτὸν ἡ ἀρετή; ἢ οὐ διδακτὸν ἀλλ’ ἀσκητόν; ἢ οὔτε ἀσκητὸν οὔτε μαθητόν, ἀλλὰ φύσει παραγίγνεται τοῖς ἀνθρώποις ἢ ἄλλῳ τινὶ τρόπῳ” (Menon, 70 a 5-8) [“... erdem öğretilir mi, ya da yapa yapa mı edinilir? Yoksa ne yapa yapa, ne de öğretilerek edinilir, doğal olarak veya başka bir şekilde mi insanlarda bulunur”] diye sorduğunda, Sokrates, kimi ironik yorumlardan sonra ona şu soruyla cevap verir: “ὃ δὲ μὴ οἶδα τί ἐστι, πῶς ἂν ὁποῖόν γέ τι εἰδείην; ἢ δοκεῖ σοὶ οἷόν τε εἶναι, ὅστις Μένωνα μὴ γιγνώσκει τὸ παράπαν ὅστις ἐστί, τοῦτον εἰδέναι εἴτε καλὸς εἴτε πλούσιος εἴτε καὶ γενναῖóς ἐστιν, εἴτε καὶ τἀναντία τούτων; δοκεῖ σοι οἷòν τ’ εἶναι;” (Menon, 71 b 4-8) [“Ne olduğunu bilmediğim bir şeyin, nasıl bir şey olduğunu nasıl bilebilirim? Menon’un kim olduğunu bilmeyen, onun güzel mi, zengin mi, soylu mu, yoksa bunların tam tersi mi olduğunu nasıl bilebilir?”].
Sokrates’in zamanından bu yana pek de çok şey —insanî, çok insanî pek çok şey— değişmemiştir. Ama geçen 2450 yıl boyunca, felsefenin bu hocaların hocasının çağdaşlarına ve bize inatla öğretmeye çalıştığı şeyi yeterince öğrenemedik. Bu iddiama günümüzden çarpıcı bir örnek, süregiden insan hakları tartışmalarıdır.
Bu nedenle, onun araştırma metoduna ve eğitim metoduna —Platon’un dialoglarında ‘dialektik’ olarak adlandırılan bu metotlara— odaklanmak uygun olur: “τί ἐστι.../...’nın ne olduğunun” bilgisine götüren bir felsefî araştırma metodu olarak dialektiğe ve bir felsefî eğitim metodu olarak, kişilerin, araştırma nesnelerinin “τί ἐστι...”/ne olduğunu bilmelerini mümkün kılan bir πορεία/yürüyüş ve τέχνη/ustalık olarak dialektiğe. Bu araştırılan nesneyle ilgili herhangi bir başka soru, ancak bu temel üzerinde bilgisel olarak temellendirilebilir bir şekilde yanıtlanabilir.
*
Yaygın olmasına rağmen yanlış olan, birçok elkitabında bulduğumuz, Sokratik ironiyi bir anlama biçimi vardır. Bu anlama biçimine göre Sokrates şöyle diyormuş: “Tek bildiğim şey hiçbir şey bilmediğimdir”. Bu, felsefî araştırmanın başlangıç noktasına —felsefî eğitim ile felsefî araştırmanın sık sık birleştiği noktaya— ilişkin Sokrates’in görüşünün bir yanlış anlaşılmasıdır. Bu nokta, Platon’un dialoglarında ἀπορία/çıkmaz olarak adlandırılan şeydir.
Felsefî eğitim ile felsefî araştırmanın bu kesişme noktası, kişinin gayet doğal bir şekilde bildiğini sandığı bir şeyi birdenbire bilmediğinin farkına varmasından oluşur. Bu beklenmedik farkındalık bir tür şoktur. Sokrates tarafından erdem “tanımları” konusunda ἀπορία/çıkmaza sokulan Menon’un başına gelen de budur. İsyanını şu şekilde ifade eder: “ἀληθῶς γὰρ ἔγωγε καὶ τὴν ψυχὴν καὶ τὸ στόμα ναρκῶ, καὶ οὐκ ἔχω ὅτι ἀποκρίνωμαί σοι. Καίτοι μυριάκις γε περὶ ἀρετῆς παμπόλλους λόγους εἴρηκα καὶ πρὸς πολλούς, καὶ πάνυ εὖ, ὥς γε ἐμαυτῷ ἐδόκουν. Νῦν δὲ οὐδ’ ὅ τι ἐστὶ τὸ παράπαν ἔχω εἰπεῖν. Καί μοι δοκεῖς εὖ βουλεύεσθαι οὐκ ἐκπλέων ἐνθένδε οὐδ’ ἀποδημῶν. Εἰ γὰρ ξένος ἐν ἄλλῃ πόλει τοιαῦτα ποιοῖς τάχ’ ἂν ὡς γόης ἀπαχθείης” (Menon, 80 b 1-8) [Gerçekten bedenim de, ruhum da uyuştu ve sana cevap veremiyorum. Bense şimdiye kadar kaç defa kalabalığın karşısında erdeme ilişkin bir sürü konuşma yaptım, hem de bana göre çok iyi konuşma. Ama bugün onun ne olduğunu söylemek bile elimden gelmiyor. Buradan ayrılıp denizden de karadan da başka yerlere gitmemekle çok iyi yapıyorsun. Seni, bu halinle, yabancı olarak başka bir şehirde sihirbaz sanıp yakalarlar]. Burada Menon’un erdemin ne olduğu hakkındaki bilgisizliğinin nasıl farkına vardığını ve bu farkındalıktan nasıl rahatsız olduğunu görüyoruz, oysa “μυριάκις γε περὶ ἀρετῆς παμπόλλους λόγους εἴρηκ[ε] καὶ πρὸς πολλούς καὶ πάνυ εὖ ὥς γε ἐαυτῷ ἐδόκ[ει]” [kalabalığın karşısında kaç kere erdem konusunda konuşma yapmış, hem de kendi kanaatine göre çok iyi konuşma].
Sokrates, Menon’u bu farkındalığa, onun erdemin ne olduğu konusunda verdiği cevapları sorgulayarak, διαλεκτικὴ τέχνη/dialektik ustalığıyla ulaştırmıştır. Kişi, ancak bu farkındalığa eriştikten sonra araştırmaya —özellikle νοητά/düşünülür şeyleri araştırmaya—başlayabilir, yani διαλεκτικὴ πορεία/dialektik yürüyüşte yol alabilir.
Devamı cogito bu sayıda
Büyük ve sıra dışı dehalar hakkında farklı kişiler tarafından değişik zamanların ruhlarına göre oldukça farklı hatta neredeyse zıt yargılar verilmiş olması, onların değeri hakkında er ya da geç uzlaşılmamış olması, sıradan bir olaydır. Fakat böylesi kişiler hakkında kendi içinde bariz şekilde çelişik olan yargıların bir ve aynı zamanda verilmiş olması, bu yargıların da genel geçer kabul görmesi o kadar da normal değildir, aslında oldukça tuhaftır. Ne var ki Sokrates’in başına gelen tam da bu; eğer bu konuda tümüyle yanılmıyorsam, bu olağanüstü kişiye dair çizilmiş portre ile ona neredeyse oybirliğiyle atfedilmiş tarihsel önem birbirine hiç uymamaktadır. Zira Yunan felsefesi tarihinde Sokrates’le yeni bir dönemin başlatılması, Sokrates’in o halkın felsefe adı altında toparlanan deneyimlerine yeni bir ruh ve karakter üflediğini, böylece onun ellerinde felsefenin yeni bir biçim kazandığını, hiç değilse bu felsefenin Sokrates tarafından önemli ölçüde genişletildiğini açıkça varsayar. Ne var ki bu yazarların kendi başına Sokrates’i sunuş biçimleri sorgulandığında, böyle bir etkiyi temellendirebilecek hiçbir gerekçe elde edilememektedir. Onlardan, Sokrates’in o dönemde Yunan felsefesinin büyük bir bölümünü oluşturan doğa araştırmalarıyla hiç ilgilenmediğini, hatta başkalarını da o alandan uzak tuttuğunu, dahası oldukça derinlemesine ele aldığı ahlâk alanında bile düşüncelerini bilimsel bir kalıba sokmaya çalışmadığını ve bu alan için –insan bilgisinin diğer dallarında da olduğu gibi– sağlam bir ilke ileri sürmediğini öğreniriz. Güya ondaki düşünsel muhteviyat derin kavrayıştan çok dinle ilgilidir; uğraşıları ise dünyayı bilmeye çalışan bir kişinin girişimlerinden ziyade, halkı, daha çok da gençleri düzeltmeye yönelen iyi bir yurttaşın çabalarıdır. Kısaca Sokrates sağlam bir sağduyu üstadı, bu sağduyuya bağlı sarsılmaz bir doğruluğa ve mutedil bir insanseverliğe sahip dürüst bir karakter olarak resmedilmiştir; elbette bunlar hafif bir coşku üflenerek bir araya getirilmiştir. Ne var ki bu sayılanlar bir kişiyi tarihte parlatmaya asla yetmeyecek güzel özelliklerdir; özel durumlar kesintiye uğratmasa, imrendirecek dinginlikte bir hayat sürmeye yeter sadece. Bu durumda da Sokrates’in yaygın şöhretini ve pek çok kuşağın ona gösterdiği neredeyse emsalsiz saygıyı Sokrates’in kendisinden çok bu özel durumların hesabına yazmak gerekir. Ama yüksek derecede kültürlenmiş bir halkın felsefi uğraşlarına mükemmel ve kalıcı etkiler bırakabilecek en son şey bu özelliklerdir. Bunu Sokrates’e bağlanan öğreti ve görüşlere baktığımızda da görürüz. Bütün felsefi çabalara rağmen, bu görüş ve öğretilere bilimsel bir biçim kazandırmak mümkün değildir; onlar, daha çok, insanların kalbini iyiye doğru yönlendirmeye yarayan düşünceler olarak kalır –ne var ki düşünüp taşınmaya adanmış her sağlıklı aklın kendiliğinden varacağı yerdir zaten burası. O halde söz konusu özellikler felsefenin ilerlemesini ya da dönüşmesini nasıl sağlamış olabilir? Sokrates’e dair bilinenlere tutunup, onun felsefeyi gökyüzünden yeryüzüne, pazar yerlerine ve insanların evlerine indirdiğini; başka bir ifadeyle, araştırma nesnesi olarak doğa yerine ahlâki yaşamı geçirdiğini söyleyelim: Bu durumda, bu etki, asla bir fayda sağlamamıştır. Çünkü ahlâki ya da doğal olanı tek yanlı bir şekilde ele almak felsefe değildir; felsefe, her iki araştırmayı bir arada ve birbirleriyle etkileşimleri içinde yürütmektir. Dahası Sokrates’in etkisini böyle belirlemek, tarihe de uygun değildir. Temelleri Sokrates’ten çok önce Pythagorasçıların öğretilerinde atılmış olan etik, Sokrates’ten sonraki Yunan felsefe sistemlerinde de ancak fiziğin yanında kendine yer bulmuştur. Platon’da, Aristoteles’te, Stoacılarda, yani belli bir öneme sahip bütün esaslı Sokratik okullarda doğa araştırmaları yeniden canlanmış, yalnızca felsefe tarihinde önemsiz görülmüş olan Sokratik okullar etik konuları münhasıran ele almıştır. Sözü edilen bu okulların görüşlerine genel olarak bakıldığında ya da onların felsefi düşüncelerinin esaslarına göz atıldığında, az önce betimlediğimiz özelliklere ve zihniyete sahip bir Sokrates’ten kaynaklanmış olabilecek hiçbir şey bulunamaz onlarda; bulunacak olan, hayata dair genel bir uygulama şeklinde belirmiş şeydir. Bu durumda da önceki Sokratiklerin bile felsefelerine kaynaklık eden düşünceyi, böyle resmedilen bir Sokrates’ten ziyade başka bir yerden türetmiş oldukları görüşü daha uygun olacaktır; düşünüş biçimi hocasına benzemeyen Aristippos pek çok ortaklığa sahip olduğu Protagoras’tan daha kolay türetilmekle kalmayacak, Eukleides de diyalektik yönelimi yüzünden Elealılarla çok daha kolay ilişkilendirilebilecektir. En nihayetinde, bize bu şekilde resmedilen Sokrates’ten kinizmden başka bir felsefe çıkamayacağını söylemek zorunlu hale gelir. Gerçi bu da düşüncelerinde hâlâ eski öğretmeni Gorgias’la ilişkilendirilebilecek pek çok unsur barındıran Antisthenes’inki gibi değil de Diogenes’inki gibi bir kinizm olacaktır; bırakın bilimi bir öğreti bile oluşturmayan, şu bütünüyle saf ve kendine özgü yaşam biçiminden, şu “çılgın Sokrates”in yaşam biçiminden söz ediyoruz. Oysa Diogenes’e uygun düşecek sıfat olsa olsa “karikatürize edilmiş Sokrates”tir. Çünkü bu kopyada orijinalin özelliklerinden başka bir şey bulamıyoruz: ihtiyaçları azaltarak tanrısal kendine yeterliliğe yaklaşma, kuru bilgiden kaçınma, insanların aptallıklarını göstermek adına tanrının hizmetinde kanaatkâr bir yaşam sürme. Ne var ki bütün bunların felsefeyle çok az ilgili olduğu, dahası bunlarla felsefe alanında çok az iş yapılabileceği açıktır.
Devamı cogito bu sayıda
Bu yazıda ilk olarak Sokrates’in bir filozof olarak değerini Schleiermacher’in nasıl belirlediği ele alınacak; sonra, bu girişimin Schleiermacherci yanını göstermek adına onun ‘hermeneutik’, ‘eleştirel’ ve ‘sistematik’ varsayımları değerlendirilecektir.
Schleiermacher söz konusu konferanstan önce Antik Felsefe Tarihi Üzerine Dersler’de (1812) Sokrates’i ikinci dönemin başına koyan klasik şemaya uymuştur. Bu şemaya göre Antik felsefede yapı bakımından birbirinden farklı iki dönem vardır ve Sokrates yeni dönemin başında yer almaktadır. Bu dönemlendirmede sofistler muğlak bir alanda kalsalar da Schleiermacher Sokrates’in kendinden sonraki felsefeye rastlantısal olmayan bir yön verdiği konusunda kararlıdır. Sokrates’in etkisi Platon, Aristoteles, Yeni-Platoncular ve Stoacılar üzerinden sürmüş, felsefe de eski zamanlardaki gibi dağınık alanlarda yürütülen ve içgüdüsel uygulanan bir yetenek olmaktan uzaklaşarak “salt spekülatif bir ruhun düşünmenin bütün alanlarına bilinçli bir şekilde yayılması” olarak biçimlenmiştir. Bu dönemlendirmeye göre Sokrates sistematik ve spekülatif bir filozof olmaktadır. Ne var ki Sokrates’ten yola çıkarak bu görüşü temellendirmenin çok kolay olmadığını Schleiermacher de bilir. Onun bu konudaki dayanağı sonraları Aristoteles olacaktır. Ama Dersler’de meseleyi şöyle belirlemektedir: Sokratik okulların sistematiklik ve bilimsellik gibi özelliklerinin Sokrates’te de bulunduğunu kanıtlamak zordur, ama onu bir dönemin başına koyan “dolaysız tarihsel kesinlik” de mevcuttur; bu ikisi arasındaki çelişkiyi, sistematik ruhun Sokrates’te gücül olarak bulunduğunu varsayarak bertaraf etmek mümkündür. Schleiermacher’in Dersler’de söylemeyip 1815’teki Konferans’a ilave ettiği konular tam da bu güçlüğü gidermeye yönelir. Burada söz konusu olan tarihsel bir ekleme ya da farklı bir tanıklık değil, bizzat kendisinin yöntemsel araçlarıdır; Schleiermacher’in hermeneutik yöntemiyle bağlantılı olarak sunulmuş tarihsel-eleştirel sisteminden söz ediyoruz. Konferans, metinlerin gerçekliğiyle ilgilenen “filolojik eleştiri”lerin, olguları ilişkilerden yola çıkarak belirleyen “tarihsel eleştiri”lerin ve eserlerin gerçek değerini ortaya koymaya çalışan “öğretisel eleştiri”lerin bir toplamıdır – konuşmanın başlığı bile Sokrates’teki öğretinin gerçek değerini ortaya çıkarma niyetini bildirmektedir. Ne var ki ortada filolojik bir güçlük vardır: Sokrates az çok güvenilebilir metinler yazmamış, agorada, ziyafet ve toplantılarda sohbetler yürütmüştür. O halde bu sohbetlerin alımlanışından yola çıkmak, bakış açısı farklılığından muzdarip olan bu algılardaki sürekliliği takip etmek ve Sokrates’in öğretisini bu şekilde belirlemek gerekir. Şimdi ilişkilerden hareket ederek olguları belirleme girişimine ve bu girişimin nereye vardığına göz atalım.
Devamı cogito bu sayıda
Und was Aristophanes angeht, jenen verklärenden, komple mentären Geist, um dessentwillen man dem ganzen Griechentum verzeiht, daß es da war, gesetzt, daß man in aller Tiefe begriffen hat, was da alles der Verzeihung, der Verklärung bedarf – so wüßte ich nichts, was mich über Platos Verborgenheit und Sphinx-Natur mehr hat träumen lassen als jenes glücklich erhaltene petit fait: daß man unter dem Kopfkissen seines Sterbelagers keine »Bibel« vorfand, nichts Ägyptisches, Pythagoreisches, Platonisches – sondern den Aristophanes. Wie hätte auch ein Plato das Leben ausgehalten – ein griechisches Leben, zu dem er Nein sagte – ohne einen Aristophanes!
Ve Aristophanes’e, onun o dönüşe dönüşe yüceleşen, kemale erdiren ruhuna gelince, nitekim onun sayesinde bütün bir Yunan Dünyası’nın mevcudiyetini bağışlayabiliriz, tabii birinin neyin bağışlanması gerektiğini ve dönüşe dönüşe yüceleştiğini derinlemesine fark ettiğini varsayarak. Başka hiçbir şey bilmiyorum ki şen şakrak bir şekilde bu petit fait’yi muhafaza etmekten ziyade, Platon’un o gizli kapaklılığının ve o Sphinksvari doğasının bir rüyetini bana gösterebilsin; onun ölüm döşeğindeki yastığının altında ne Kitabı Mukaddes’i ne Mısırlı ne Pythagorasçı ne de Platoncu bir şeyleri bulmuş olmalılar, Aristophanes’ten başka ne ola ki. Bir Platon nasıl olurdu da bir Aristophanes olmaksızın tahammül edebilirdi hayatına, o hayır dediği Yunan hayatına!
Friedrich Nietzsche, Jenseits von Gut und Böse
[İyilik ve Kötülüğün Ötesinde], § 28.
Giriş
Tek bir satır yazmamış ve belirli açılardan oldukça esrarengiz biri olan Sokrates’in Klasik Atina toplumunda yarattığı infialin hikâyesi, sadece kendisinden sonraki istisnasız bütün düşünürlerin değil, aynı zamanda ucundan kıyısından felsefeyle karşılaşmış sıradan insanların hemen hepsinin zihinlerine kazınmıştır. Sokrates’e dair bilgilerimiz tarihi vesikalara değil, ikinci el kaynaklara dayanıyor ve bu metinlerin önemli bir kısmı halen derinlemesine tartışma konusu edilmeye devam ediyor. Gerek Platon’un gerek Ksenophon’un aktardığı dramatik anlatılar, dolayısıyla onun yaşlı bir adam olarak idam edilmesinin güzel sanatlara dahi konu olan görüntüsü, modern insanın çoğunluğu için, masum bir düşünce insanının katledilmesinin yürek dağlayıcı sahnelerinden birini resmediyor. Bu resmin arkasında, Klasik Yunan’ın en çarpıcı figürlerinden biri olan Sokrates’in temsil ettiği şahsiyetin özellikle “Aydınlanma” düşüncesi sonrası “Akıl Çağı”nın timsali olarak kabul edilegelmiş olması da bulunuyor. Ondan bahseden antik kaynaklar sayesinde, Sokrates’in tarihi olarak yaşadığından şüphe etmek pek mümkün görünmüyor. Ancak çevresine bulanmış bütün o hayranlık dolu edebi hamasetten arındırılınca, bu tarihi şahsiyetin hakikaten kim olduğu meselesi öyle kolaylıkla halının altına süpürülebilecek durumda değildir. Kendisinden bahseden yazarların tasvir ettiği farklı Sokratesler, bir yandan tarihi Sokrates’i ete kemiğe bürünmüş vaziyette görmemize yardım ederken, öte yandan konuya dair hakikatleri perdeleyen körleştirici bir nitelik taşıyor. Dolayısıyla her bir müellifin ona dair sunduğu özgün veri, bir açıdan okura tarihi Sokrates’in yapbozunu tamamlama imkânı verirken, başka bir açıdan yapbozun resmini bir nebze daha karmaşıklaştırma riski taşıyor.
Sokrates’in tarihi kimliğine dair bildiklerimizin büyük çoğunluğu Platon’un ve Ksenophon’un eserlerine dayanıyor. Ancak kimliği ve kendine has eylemleriyle modern algıda bir dönemi kapatan, yanı sıra yeni bir felsefe yapma ve yaşama biçimi öneren tutumuyla düşünce tarihinin en keskin dönemeçlerinden birinde duran Sokrates’in, Klasik Atina toplumunda yarattığı yankılar Platon ve Ksenophon’un eserlerinden daha geriye dayanmaktadır. Klasik Çağ’ın Attika komedyaları, Platon’un diyaloglarındaki ağırbaşlı bilgeliğiyle ya da Ksenophon’un eserlerindeki dindar vakarıyla ön plana çıkan yaşlı adamdan başka bir tablo sunuyor. Bu tabloya Sokrates’in kimliği konusunda oldukça tartışmalı bir mefhum ve onun sıfat biçiminin –eirōneia ve eirōn– rehberliğinde bir bakış yönelteceğiz. Bu mefhumun içlemi ile kaplamını, nihayetinde ise Sokrates’in bu erken görüntüsüyle olan irtibatını ele alacağız.
Devamı cogito bu sayıda
Mahkemeye çağrıldığında Sokrates’in savunması ve yaşamının sonu ile ilgili ne düşündüğünü hatırlamak bence önemlidir. Başkaları da bunun hakkında çokça yazdı ve hepsi de onun cüretkar konuşma şeklini fark etti; bu da Sokrates’in sahiden böyle konuştuğunun kanıtıdır. Ancak açıkça belirtmedikleri bir şey vardı; Sokrates, ölümün yaşamdan daha arzulanır olduğuna inanıyordu. Bu yüzden onlar Sokrates’in cüretkar tavrını anlamsız buldular. Ancak, Hipponikos’un oğlu Hermogenes Sokrates’in arkadaşıydı ve ona göre, konuşmasında açıkça görülen ihtişamı niyetine uygundu. Mesela, Sokrates’in duruşmadan başka pek çok konuda daha fazla konuştuğunu gördüğünde ona şunu sordu: “Sokrates, savunman hakkında da düşünmen gerekmiyor mu?” [Sokrates] ise ilkin şöyle dedi: “Tüm yaşamım boyunca savunmam için hazırlanmadığımı mı düşünüyorsun?” Sonra Hermogenes şöyle sordu: “Nasıl hazırlandın?” Sokrates bu soruyu “Yaşamım boyunca hiç haksızlık yapmayarak; bunun en iyi savunma hazırlığı olduğunu düşünüyorum” diye yanıtladı. Sonra [Hermogenes] tekrar sordu: “Süslü bir konuşmanın Atina mahkemelerini büyülediğini ve bu mahkemelerin çoğu zaman masumları ölüme mahkum ederken merhamet uyandırıcı savunmalarından ya da büyüleyici konuşmalarından ötürü suçluları özgür bıraktığını görmüyor musun?” “Zeus aşkına, elbette görüyorum!” dedi. Sokrates, “dahası, savunmam üzerine iki kez derinlemesine düşünmeye çalıştım fakat daimon’um buna karşı çıktı” diye karşılık verdi. Hermogenes “Bu oldukça şaşırtıcı bir ifade” dediğinde, Sokrates, “Tanrının bile ölümün benim için daha iyi olacağını düşünmesini şaşırtıcı mı buluyorsun? Herhangi birinin benden daha iyi bir yaşam sürdüğünü kabul etmeyeceğimi görmüyor musun? Çünkü fark ettim ki, yaşamım boyunca dindar ve adil bir şekilde yaşadım - ki bu en tatminkâr şeydir; bu yüzden kendime hep derin bir saygı duydum ve gördüm ki, arkadaşlarım da beni bu yüzden övdüler. Ancak şimdi daha da yaşlanırsam, biliyorum ki yaşlılık beni kaçınılmazcasına yönlendirecek: gözlerim daha az görecek, kulaklarım daha az duyacak, daha yavaş öğreneceğim ve öğrendiğimi daha çabuk unutacağım. Eğer düşkünlüğümü fark eder ve bundan yakınırsam, yaşamdan nasıl keyif alabilirim?” diyerek bir kez daha konuştu. “Belki de” dedi, “Tanrı tüm iyiliğiyle, yalnızca doğru zamanda değil en kolay şekilde de yaşamdan ayrılmama izin veriyordur. Eğer bugün mahkum edilirsem, beni suçlayanlar için ölümüm en kolay yoldan gerçekleşmiş olacak, arkadaşlarımaysa zahmet vermeyecek ve onları derin bir üzüntüye de boğmayacak. Zira arkadaşlarının zihinlerinde utanç verici ya da rahatsız edici hatıralar bırakmamış biri, sağlıklı bir beden ve nazik bir ruhla öldüğünde nasıl olur da özlenmez? “Kendimi aklamak için her yolu denemem gerektiğini düşündüğümüz o zamanda, savunmam üzerinde çalışmamı engellerken” diyerek devam etti Sokrates, “Tanrılar haklıydı. Çünkü açıktır ki, şu anda yaşamımı sonlandırmak yerine bunu seçmiş olsaydım, hastalığın ve yaşlılığın getirdiği ızdıraplar içinde ölmeye hazırlanıyor olacaktım ki [yaşlılık], bütün zorlukların hücum ettiği ve herhangi bir keyif tarafından teskin edilemeyen şeydir.” “Tanrı şahidim olsun ki Hermogenes” dedi, “Bunu ben de istemezdim; ama şayet tanrıların ve insanların bana yakıştırdığı ve benim de kendimde gördüğüm tüm bu güzellikleri anlatmak jüriyi rahatsız edecekse, o halde ben de kölece bir yaşama devam etmek için yalvarmaktansa ölümü yeğlerim ve böylece, ölümden daha aşağı olan bir yaşamı seçmemiş olurum.” [Hermogenes’e göre] davacıları Sokrates’i devletin inandığı tanrıları tanımamakla ve onların yerine yeni tanrılar koyarak gençleri yoldan çıkarmakla suçladıktan sonra jüri önüne çıkan [Sokrates] şöyle dedi: [11] “Beyler, Meletos’un suçlamasında beni şaşırtan ilk şey, devletin inandığı tanrıları tanımadığımı nasıl söyleyebildiğidir. Çünkü etrafımda olan herkes, ortak şölenlerde ya da halka açık sunaklarda adadığım kurbanları görmüştür, şayet isteseydi Meletos’un kendisi de görebilirdi. Yeni tanrılar getirme suçlamasına gelince, sadece ne yapmam gerektiğini bana işaret ederek gösteren ilahi bir sesin var olduğunu söylemekle nasıl suçlu olabilirim? Nitekim, kehanetlerini kuşların ötüşlerinden ve insanların söyleyişlerinden çıkaranların tahminleri, seslere dayanır. Gök gürültüsünün seslendiğinden ya da en büyük kehanet yerinin o olduğundan kim kuşku duyar? Pythia bile kutsal tahtında oturup tanrının mesajlarını iletirken sesi kullanmıyor muydu? Ama bunun da ötesinde tanrının geleceği bildiği ve istediği kimseye önceden bildirdiği, herkesin söylediği ve inandığı bir şeyse, benim öne sürdüğüm de budur. Ancak onlar kuş fallarını, söyleyişleri, işaretleri ve kehanetleri kâhince uyarılar olarak adlandırırken ben önsezilerimi bu daimon’a atfediyorum ve bence bu şekilde, tanrıların gücünü kuşlara atfedenlerden daha gerçekçi ve daha dindarca konuşmuş oluyorum. Tanrıyla ilgili yalan söylemedim ve bunun kanıtı da şudur: Pek çok arkadaşıma tanrının nasihatlerini ilettim ve hatalı olduğum henüz görülmedi.”
Devamı cogito bu sayıda
Yapıtın hedefi Sokrates’in savunması ve yaşamının sonu hakkında derinlemesine düşünüp taşınmış olduğunu ortaya koyarak jüriye karşı savunmasında Sokrates’in megalegoria’sının (“cüretkar konuşmasının”) anlaşılır olduğunu göstermektir – düşünüp taşınma megalegoria ile sonuçlanmıştır. Bu düşünüp taşınma –bir düşünüp taşınma şeklinde olmasa da– Memorabilia’nın son bölümünde de ortaya konmuştur, ama orada bundan Sokrates’in suçlu bulunmasının onun daimonion’una ilişkin iddiasını çürütmediğini göstermek ya da daimonion’unu meşrulaştırmak amacıyla söz edilir, burada ise amaç Sokrates’in megalegoria’sını meşrulaştırmaktır.
Önce Sokrates’in megalegoria’sını ele alalım. Doğru bir değerlendirme yapabilmek için, Sokrates’in suçlamayı çürütmesiyle Memorabilia’nın ilk iki bölümünde Ksenophon’un kendi adına sunduğu çürütmeyi karşılaştırmak gerekir. Bu karşılaştırmayı yaparken Ksenophon’un Sokrates’in Savunması’nı yazmadan önce Memorabilia’yı yazdığını biliyormuşum gibi konuşacağım. Bu bilgiye sahip değilim, ama böylesi daha kolay olduğu için işaret ettiğim şekilde kendimi ifade edeceğim.
Ksenophon Memorabilia’da yapmış olduğu gibi Sokrates’in Savunması’nda da suçlama metnini bütün olarak alıntılar, ama bu kez Memorabilia’daki gibi suçlamanın iki bölümden (dinsizlik suçlamasından ve yoldan çıkarma suçlamasından) meydana geldiğini açıkça belirtmez; bununla bağlantılı olarak, Savunma’nın Sokrates’i dinsizlik suçlamasını çürütürken zaten kendi karakterinden söz eder, oysa Ksenophon bunu ancak yoldan çıkarma suçlamasını çürütürken yapmıştır.
Sokrates’in kurban kesmesi ve daimonion’u söz konusu olduğu sürece Savunma ’nın Sokrates’inin dinsizlik suçlamasına verdiği karşılık Ksenophon’un bu suçlamayı çürütmesiyle örtüşür. Ama Ksenophon Sokrates ’in hem evde hem şehrin ortak sunaklarında kestiği kurbanlardan söz ederken Sokrates sadece ortak bayramlarda ve halka açık sunaklardaki kurbanlarından söz eder, evde bütünüyle gözlerden uzak adadığı kurbanlar konusunda sessiz kalır, böylece söz konusu özel dini ibadeti ancak herkes onu görebilecek durumdayken yerine getirip getirmediği konusunda jürinin kuşku duymasına yol açar. Ksenophon’un uzun uzadıya üzerinde durduğu bir konuda, bütün şeylerin doğasını araştırmayıp daima insana özgü şeylerle ilgilendiği konusunda da sessiz kalır. Daimonion’a gelince, onu bir tanrının seslenmesi, işitilecek bir şey olarak betimler, daimonion’u işitmeye dayalı başka türden kehanetlerle karşılaştırır ve diğer insanların da işitmeye dayalı kehanetlere başvurduğunu gösterir. Akıl yürütmesinin ortasında, herhangi birinin gök gürültülerinin ses olduğu ya da çok büyük bir kehanet olduğu konusunda kuşkuya kapılıp kapılmayacağına ilişkin retorik bir soru sorar. Daimonion’una ilişkin açıklamasını tıpkı Ksenophon’un yaptığı gibi, “dostlarına” aktardığı tanrısal nasihatin asla yanlış çıkmadığını söyleyerek sonuca bağlar (ama Ksenophon dostlar yerine “yoldaşlardan” söz eder). Bu noktada jürinin bağırış çağırışlarıyla sözü kesilir ve belki de bu yüzden Ksenophon’un sözünü ettiği bir olgudan, bazen tanıdıklarını halka açık kahinlere gönderdiğinden söz etmesi engellenmiş olur.
Devamı cogito bu sayıda
Platon, Phaidros, 230a.Platon’suz bir Sokrates neye benzer? Bu Platon’suz Sokrates bize Sokrates hakkında ne öğretir? Ve tabii bunlar bize Platon hakkında ne söyler?
Bu makalede bu soruları tartışmak için, André Laks ve Glenn Most’un yakın zamanda yayınlanmış erken dönem Yunan filozofları derlemesini değerlendirmek istiyorum. Bunun nedeni, derlemede açıkça Platon karşıtı bir Sokrates portresi çizilmesi, bu yüzden Platon’suz bir Sokrates’in neye benzediğini görmek için başvurabileceğimiz mükemmel bir kaynak, üstelik yeni yayınlandı sayılır ve istisnasız bir şekilde övgüyle karşılandı: Platon’dan “arındırılmış” bir Sokrates figürünün ne kadar farklı, Platon’unkinden ne kadar daha sağlıklı olduğunu, Platon’un Sokrates’i nasıl çarpıttığını görmemizi bu Platon karşıtı kaynak sağlamayacaksa hangi kaynak sağlayacak?
Makalede (I) önce Laks ve Most’un derlemesindeki Sokrates figürünün özellikle Platon karşıtı bir Sokrates olduğunu, derlemenin adeta Platon’un “damarına bastığını” göstereceğim. (II) Arkasından Laks ve Most’un derlemesinde bu Platon’dan “arındırılmış” Sokrates’in doğabilimci, sofist ve vatandaş olarak imajlarıyla ilgili belgeleri tarayacağım. Bu taramadan hareketle savunacağım sonuç şu olacak: derlemedeki Platon dışı Sokrates imajları, Platon’daki Sokrates imajlarıyla çelişmekten ziyade genelde onların kısmi, silik veya ikiboyutlu suretlerini andırır, çelişki durumunda Platon’daki Sokrates imajlarından daha az güvenilir göründükleri için de aslında Platon’un Sokrates’lerini çürütmekten ziyade desteklerler. Aristophanes’in Bulutlar’ının editörü Kenneth Dover’ın dediği gibi “Platon haricindeki Sokrates betimlemeleri Platon’unkileri zayıflatmaktan o kadar uzaktır ki dolaylı olarak onlara güç katarlar.” Yakışıksız bir benzetmeyle anlatacak olursam, bir banka soygununda bir görgü tanığının olay yerinden palyaço maskeli dört hırsızın üstü açık siyah bir Mercedes’le ara sokaklardan uzaklaştığını söylemesine karşı çıkmak için başka bir tanık ifadesinde Mercedes’in üstünün kesinlikle açık olmadığında ısrar ederse bu itiraz ilk görgü tanığını en az yanlışladığı kadar doğrular. Platon’un Sokrates’ine yönelik itirazlar ve alternatif tanıklıklar her zaman değilse de yer yer, hatta sıklıkla buna benziyor. (III) Makalemin son bölümünde, Laks ve Most’un derlemesindeki Platon karşıtı Sokrates imajının derlemedeki Platon dışı belgelerce yeterince desteklenmediği sonucunu çıkaracağım. Bu dar kapsamlı iddiam olacak. Daha geniş çaplı olaraksa Platon dışı Sokrates imajlarının yalnızca Laks ve Most’un derlemelerinde değil, genel olarak da Platon’un Sokrates imajlarını yıpratayım derken çoğunlukla pekiştirdiği iddiasını temellendirmek için felsefe etkinliği, felsefe tarihi, felsefe kurumları ve hoca-öğrenci ilişkisi hakkındaki kendi dogmatik varsayımlarımızı Sokrates’e, Platon’a, Platon-Sokrates ilişkisine ve ayrıca Akademeia’ya ve Aristoteles’e yansıtmak yerine o varsayımları sorgulamamız gerektiğini savunarak makalemi tamamlayacağım.I. Laks ve Most’un Derlemesinin Platon KarşıtlığıSon yıllarda Antik Felsefe tarihçiliğinin en büyük olaylarından biri kuşkusuz André Laks ve Glenn Most’un yaygın olarak “Sokrates Öncesi” veya “Presokratik” diye nitelendirilen dönemdeki filozoflarla ilgili belli başlı alıntı ve tanıklıkları toplayan derlemesinin Fransızca tek cilt ve İngilizce dokuz küçük cilt halinde yayınlanmasıydı. Derlemenin Platon karşıtı tutumu daha ilk bakışta ve ilk karıştırışta göze çarpıyor. Öncelikle Laks ve Most derlemelerini Diels-Kranz’ın klasik çalışmasındaki gibi “Presokratikler”, “Presokratik filozoflar” veya “Sokrates öncesi felsefe” gibi Sokrates-merkezci bir sıfatla başlıklandırmayı ve bölümlendirmeyi bilinçli bir şekilde reddetmişler. İkinci olarak Laks ve Most derlemelerinde Sokrates’i “nev-i şahsına münhasır bir ‘sofist’” diye nitelendirmiş ve derlemenin “Sofistler” bölümünde Prodikos’la Gorgias arasına yerleştirmişler. Üçüncü olarak Diels’ten farklı olarak filozoflarla ilgili aktarımları “Kişilik”, “Öğreti” ve “Alımlama” altbaşlıkları altında sınıflandırmış, bu sınıflandırma şeklini hem Sokrates’e uygulamış, yani Platon’a göre ayrıştırılamaz olan “kişiliği” ile “öğretisini” birbirinden ayırmış, hem de Sokrates için bir “Alımlama” bölümü koymayı reddederek bu açıdan Sokrates için bir istisna yapmışlar. Laks ve Most’un derlemesinin bu üç niteliği özellikle Platon’un Sokrates’ine karşı gibi görünüyor, hatta doğrudan Platon’a karşı gibi görünüyor, çünkü Sokrates’i (yöntemini, düşüncelerini, davasını ve ölümünü) milatlaştıran, onu felsefi bir çığır sayan, sofistlerle binbir türlü gerilime sokan ve kişiliğiyle öğretisini içiçe geçiren kişi Platon’dan başkası değildir. Bu derleme Platon’a mezarında takla attırmıyorsa ne takla attırır, bilemiyorum.Devamı cogito bu sayıda
İÖ beşinci yüzyılın ortalarından İÖ dördüncü yüzyıla kadar Atina’nın kültürel iklimini oluşturan sofistler İÖ 399’a kadar felsefi bir sorun olarak görülmemişlerdi. O yıl bahar başında Atinalı bir yurttaş ve tanınmış bir entelektüel olan Sokrates tanrılara saygısızlıktan mahkemeye çağrılmış ve “sofist” diye adlandırılan tehlikeli bir entelektüel olarak ölüme mahkûm edilmişti. Gelgelelim bugün bizler Sokrates’in sahici bir filozof olduğuna ve hiçbir suretle sofist olmadığına inanıyoruz. Bu modern inancı “geleneksel tarih görüşü” olarak adlandırıyorum. Bu makalede sofistlerin eleştirilmesi gereken sahte filozoflar olup olmadığı meselesini açıklığa kavuşturmak adına Sokrates ile sofistler arasındaki ilişkiyi yeniden değerlendireceğim. Esas iddiam Platon onu öteki sofistlerden ayırmadan önce Sokrates’in sofistik harekete ait olduğudur. Sokrates ile Platon’un çağdaşlarına yönelik yeniden oluşturacağımız bu görüş, Sokrates’in yanı sıra sofistlere yönelik kavrayışımızı da dönüştürecektir.
Önce geleneksel tarih görüşünü iki bakımdan inceleyelim. İlk olarak, sofist diye adlandırılan entelektüeller Sokrates’in davasından önce de Yunanistan’da etkindiler. Başta (Sokrates’ten bir kuşak eski) Abderalı Protagoras olmak üzere Keoslu Prodikos, Elisli Hippias, Khalkedonlu Thrasymakhos ve Leontinoilu Gorgias gibi düşünürler genellikle sofistler arasında sayılırlardı. Her ne kadar Protagoras’ın kendi adını taşıyan diyalogda kendisini “ilk sofist” olarak takdim etmesi tarihsel doğruluğu açısından şüphe uyandırsa da –zira bazılarına göre bu Platon’un kurgusal anlatısıdır–, İÖ geç beşinci yüzyılda insanların “sofist” kelimesini öncelikli olarak Platon’un diyaloglarında resmettiği entelektüellere atıfta bulunmak için kullandığından emin olabiliriz. İkinci olarak, Sokrates sofistlik gerekçesiyle –yani geleneksel tanrılara inanmadığı ve gençleri yozlaştırdığı gerekçesiyle– idam edilen ilk ve tek “sofist” olduğundan, onun İÖ 399’da görülen davası insanların sofistlere yönelik tavırlarını ve kavrayışlarını ciddi ölçüde değiştirmiş gibi görünmektedir. Davadan sonra insanlar iki soruyla yüzleşmek zorunda kaldılar: “Sokrates bir sofist miydi?” ve “Sofistler idam edilmeli midir?” Sokrates’in davasının sofist ile filozof arasındaki karışıklığı hemen o anda çözmediğini ve davadan sonra “sofist” teriminin, ister İsokrates ile Alkidamas’ta olduğu gibi olumlu bir biçimde kullanılmış olsun ister İÖ dördüncü yüzyılda Platon ile Aristoteles’te olduğu gibi olumsuz bir biçimde kullanılmış olsun, gerçekten tartışmalı hale geldiğini göstereceğim. “Sofist” isminin ve mefhumunun nasıl olup da bir sorunsala dönüştüğü önemli bir meseledir.
Dolayısıyla bu makalede sıklıkla birbirlerinden bağımsız ele alınan şu iki soruyu soracağım: “Sofist nedir?” ve “Sokrates kimdir?” Bu iki soru birbirine derinlemesine bağlıdır; genellikle ayrı ayrı ele alınsalar da bu sorulara verilen cevaplar aynı madalyonun iki yüzü gibidir. Bir yandan Sokrates’e ve Platon’a dair çalışmalar yürüten akademisyenler Sokrates’i sofistlerle ilişkilendirmeye karşı güçlü bir direniş göstermiş, onları, biri olumlu ötekiler olumsuz olacak biçimde birbirlerinden ayırarak karşılaştırmıştır. Diğer yandan retorik tarihçileri, Platon’un diyaloglarında retoriğin en sert eleştirmeni olması nedeniyle Sokrates’i sofistler arasına yerleştirmekten çekinmiştir. Her iki taraf da iki sorudan birini farklı gerekçelerle dışarda bırakmaya meyletmiştir. Bu nedenle iki soruyu tek bir cevap elde etmek için birleştirmeliyiz; bu sayede geleneksel görüşü sorgulamaya da bir fırsat sağlamış oluruz.
Bu iki soruya yönelik paradigmatik bir değerlendirmeyi W.K.C. Guthrie’nin 1962-1981 yılları arasında altı cilt olarak yayınlanan Yunan Felsefe Tarihi’nde (A History of Greek Philosophy) buluruz. Guthrie aslında her iki soruyu 1969’da Beşinci Yüzyıl Aydınlanması başlıklı üçüncü ciltte ele almış olsa da bu çalışmayı hemen 1971’de iki farklı cilt olarak tekrar yayınladı. “Sofistlerin Dünyası” (The World of the Sophists) başlıklı birinci bölüm Sofistler’e (The Sophists), “Sokrates” başlıklı ikinci bölüm ise Sokrates’e (Socrates) dönüştürüldü. İlk basımda bu iki bölüm genel olarak birbirinden bağımsızdı; birinci bölümde Sokrates’e dair dağınık atıflar bulunurken ikinci bölümde sofistlere pek az değinilmişti. Görünüşe göre bu iki bölüm esas olarak kronolojik nedenlerle bir araya getirilmişti.
Devamı cogito bu sayıda
Italo Calvino, İkiye Bölünen Vikont’ta top güllesiyle ortadan ikiye bölünen Medardo’nun öyküsünü anlatırken şöyle yazıyordu:Diktiler, yerleştirdiler, yoğurdular; kimbilir daha neler yaptılar. Bilinen, ertesi gün dayımın tek gözünü, yarım ağzını açtığı, burun deliğini şişirip soluk aldığı. [...] Artık yaşıyordu ve ikiye bölünmüştü. (Calvino 2000: 17)İnsan Sokrates’le ilgili popüler kitaplara göz gezdirirken onun da Medardo’nunkine benzer bir yazgıdan pay aldığı izlenimine kapılıyor. Sokrates’i yaşatmaya ya da canlandırmaya çalışan kitaplar sanki ancak sert cerrahi müdahalelerle, kesip biçerek, Sokrates’i ortadan ikiye bölerek, sonra da yara izlerini saklamaya çalışarak amaçlarına ulaşabiliyorlar.
Ne demek istediğimi iki yakın tarihli Sokrates okumasını karşılaştırarak göstermeye çalışayım. Önceleri psikanalizle sonra hipnozla yoğun biçimde ilgilenmiş olan Fransız filozof François Roustang, Sokrates’le ilgili kitabının başlarında konunun uzmanlarını öteden beri meşgul eden kaynak problemini tartışırken şunları söylüyor:Bu büyük yazarların tanıklığıyla kıyaslanamayacak olsa da Platon’un Şölen’inde Alkibiades’in sunduğu tanıklık kuşkusuz kendi içinde en değerlisidir, çünkü bizi Sokrates’in çağdaşlarında uyandırdığı rahatsızlıkla karşı karşıya getirir. Alkibiades kendince ama aslında diğerleri gibi “onun bu dünyadan göçüp gittiğini görmekten zevk alacağını” (216c) söylemekle kalmaz, bunun sebebini de açıklar: Sokrates’in huzurunda bulunup da kendine özen göstermemek, yani Alkibiades’in durumunda yaşam biçimini değiştirmek zorunda kalmamak imkansızdır. Öyleyse Atinalıları irkilten şey Sokrates’in onları tartışmaya çağırması değildir, ortalıkta söz dalaşı konusunda onun kadar yetenekli başkaları zaten vardır. Rahatsızlığın nedeni Sokrates’in sözlerinin dinleyicilere dokunması ve onların varoluştaki konumlarını sarsmasıdır. (Roustang 2011: 11, italikler yazara ait)Roustang’ın Sokrates’inin üç belirgin özelliği var: 1) rahatsızlık uyandıran, istenmeyen, hatta ölümü arzulanan biri olmak; 2) insanları sarsmak, dönüştürmek, yaşam biçimlerini, varoluşlarını değiştirmeye zorlamak; 3) bunu tartışarak, akıl yürüterek, çürütme yöntemini uygulayarak değil, sözleriyle ve mevcudiyetiyle “dinleyicilere dokunarak” yapmak. “Sokratik yöntem” denen şeyden haberi bile yokmuş gibi görünen, söz dalaşını (!) başkalarına bırakıp insanların yaşamıyla ilgilenmeyi seçen, diyalektikçi değil büyücü, şaman bir Sokrates bu.
Şimdi de madalyonun diğer yüzünü, Sokrates’in öteki yarısını görmek için, popüler retorik ve felsefe kitapları yazan bir hukukçunun, Ward Farnsworth’ün Sokrates hakkında neler dediğine bakalım:
Sokratik yöntem, ahlaki bir sorguyu tüm insanlara hizmet eden bir teşebbüse çevirir. Onu uygulamak için felsefi bir düşünce sistemine bağlı kalmak, özel bir tekniğin ustası olmak ya da teknik terimlere hakim olmak gerekmez. Sağduyuya sahip olmak ve ortak bir dil kullanmak yeterlidir. Yöntem hukukta, siyasette ve gerekçeli hükme ihtiyaç duyulan diğer bütün konularda faydalıdır. [...] Kısacası bu yöntem Sokrates’in en değerli mirası, Sokrates de Batı düşünce tarihinin belki de en bilinen kişisidir. (Farnsworth 2023: 11)
Burada Sokrates baştan sona yönteme dönüşmüş durumda. Roustang’ın söz dalaşı dediği şey şimdi “Sokrates’in en değerli mirası” olarak sunuluyor. Ama Sokratik yöntemin bu şekilde öne çıkarılmasıyla birlikte, yaşamlarımızı sorgulayan, “varoluştaki konumumuzu sarsan” öteki Sokrates’ten de vazgeçiliyor. Yöntem Sokrates tarafından ahlaki bir sorgulama çerçevesinde kullanılmış olabilir, bunu Farnsworth de kabul ediyor, ama Sokratik yöntemi herhangi bir felsefi yaklaşımı benimsemeksizin hukukta, siyasette, eğitimde, psikolojide, hatta iş hayatında kullanmak mümkün. Asıl amaç düşünme alışkanlıklarımızı değiştirmek; eleştirel bakmayı, düşüncelerimizi savunurken fanatizme düşmemeyi öğrenmek ve bunu belli bir alanda değil gerekçelendirmeye ihtiyaç duyulan her alanda yapmak.
Devamı cogito bu sayıda
“Sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez” (Sokrates’in Savunması 38a5–6). Sokrates’in belki de bir filozof tarafından söylenmiş en kışkırtıcı sözlerden biri olan bu tanıdık ifadesi onun felsefesinin ve yaşam biçiminin özünü yansıtır. Sokrates kendisini –daha doğrusu Platon onu– sorgulanmış bir hayatın vücut bulmuş hali olarak sunar. Böyle bir hayatın bizden ne talep ettiğini görmek için Platon’un yazdıklarında karşımıza çıktığı haliyle Sokrates’in nasıl bir örnek teşkil ettiğine bakmalıyız. Bu talep bize ilham verebilir veya bizi ürkütebilir –Sokrates’in çağdaşları üzerinde bıraktığı etkiler de tam olarak bunlardır. Sokrates, sorgulanmamış hayatın pek çok yaşam tarzı arasından bir tanesi olduğunu ve çok istiyorsak onu da seçebileceğimizi söyleseydi, idealinin büyüleyiciliği ve asaleti azalırdı. Diğer taraftan, Sokrates’in, hepimizin onun yaşadığı gibi yaşamamız konusundaki ısrarında saçma bir talepkârlık, hatta belki de aşağılayıcı bir sertlik var gibi görünüyor. Herhangi bir toplumda en fazla birkaç kişi Sokrates’in yaptığı gibi tüm gününü etik tartışmalarla geçirebilir. Geri kalan herkes gerçekten değersiz hayatlar mı yaşıyor? İnsanlığın bu kadar büyük bir kısmının davranış biçimini eleştirmek için Sokrates’in sağlam gerekçeleri var mıdır? Üstelik her halükârda yalnızca birkaç kişi kendini böyle bir hayata adıyorsa ve bu kişiler çağdaşlarının hayatları üzerinde Sokrates’inki kadar az etkiye sahiplerse, sorgulanmış bir hayatın ne değeri olabilir? Peki sorgulanmış bir hayat, onu yaşayabilen biri için tam olarak neden iyidir? Hepimiz bunu başarabilecek olsak bile, neden herhangi birimiz bunu denesin ki?
Günümüz akademilerinde çalışan ahlak felsefecilerinin ancak çok küçük bir kısmı Sokrates’in bu hükmünü onaylayacaktır. Onlara göre bizden talep edilmesi gereken şeyler, başkalarına (cinayet, saldırı, hırsızlık gibi) korkunç şekillerde zarar vermekten kaçınmamız; en azından birkaç kişiye fayda sağlamak için bir şekilde (tam olarak ne kadar ileri gitmemiz gerektiği tartışma konusudur) çaba göstermemiz; dürüst, adil, nazik, hoşgörülü olmamız; ahlaki açıdan doğru olanı ahlaki olmayan amaçlara ulaşmak için bir strateji olarak değil doğru olduğu için yapmamızdır. Sokrates’in hemşerileriyle yaptığı türden etik tartışmaların değerli bir uğraş olduğunu söyleyeceklerdir (ne de olsa bu uğraş bu felsefecilerin geçimlerini sağlamak için yaptıkları işe benzemektedir); ancak herkesin Sokrates’in kapıldığı türden soyut etik soruşturmalara girişmesinin ne gerekli ne de arzu edilir bir şey olduğunu da ekleyeceklerdir. Elbette, diyeceklerdir, sorgulanmış bir hayat sürmek iyi bir insan olmak için gerekli bir özellik değildir. Onlara göre kişi, sağduyu sahibi herkes için aşikâr olan yollarla, yani erken yaşlardan itibaren ahlaki açıdan neyin doğru olduğunu tanıyacak ve doğru olanı doğru olduğu için yapmayı isteyecek şekilde eğitilerek iyi bir insan olur. “Gerekli”, “doğru”, “iyi”, “adil”, “dürüst” gibi kelimelerin kullanımında ve uygulanmasında ustalaşmak gerekir. Ancak bunu yapmak için, Sokrates’in zannettiği gibi, kendimize ve birbirimize “cesaret nedir?”, “adalet nedir?”, “dost olmak nedir?” gibi sorular sorarak ahlak felsefesinin soyut ve zor alanına girmemize gerek yoktur. Bunun yerine ihtiyacımız olan şey, ahlaki açıdan neyin doğru olduğunu tanımamızı ve ahlaki açıdan doğru olanı içten gelerek yapmayı istememizi sağlayacak sosyal ve duygusal becerileri edinmektir. Bu düşünce tarzına göre, Sokrates, iyi bir insan olmanın tamamen ya da kısmen iyi bir ahlak filozofu olmaktan geçtiğini varsaymakla düpedüz hata etmiştir.
Ancak herkes Sokrates’in sorgulanmış hayat çağrısının bu kadar kolay reddedilebileceği konusunda hemfikir değildir. Modern dönemin büyük bir bölümü boyunca, kendini sorgulama çağrısı Sokrates’e insan varoluşunun büyük ahlaki paradigmaları olarak kabul edilen İsa ve diğer dini liderlere yakın bir yer kazandırmıştır. Geç on dokuzuncu yüzyılda Platon’un başlıca çevirmeni olan Benjamin Jowett, Oxford’daki öğrencilerine şöyle demiştir: “En derinden ilgilendiğimiz iki yaşamöyküsü (aynı derecede olmasa da) İsa ve Sokrates’inkilerdir.” Bu tür karşılaştırmalar yirminci yüzyılda da devam etmiştir: Sokrates, varoluşçu yazar Karl Jaspers (1962) tarafından (Buda, Konfüçyüs ve İsa’yla birlikte) “paradigmatik birey” olarak ele alınmıştır. Ancak yirmi birinci yüzyılın bu erken döneminde, akademik ahlak felsefesi Sokrates’le (Aristoteles, Hume, Kant, Nietzsche ve Sidgwick’le olduğu gibi) hesaplaşmaya çalışmıyor, aksine onu es geçiyor.
Devamı cogito bu sayıda
Düşüncesini tanım bulmaya bilinçli ve belirgin bir şekilde yönelten ilk filozof Sokrates olduğu halde, Sokrates’in “Bir tanım nedir?” sorusunu tartıştığı bir diyalog yoktur. Sokrates sorduğu tanım sorularına muhataplarının verdiği yanıtları her seferinde eleştirip reddeder, yani “çürütür” ve Sokratesçi diyaloglar tipik olarak bir çıkmaz (aporia) ile sonlanır. Yani Sokrates yanlış olduğunu düşündüğü tanımları kabul etmektense tanım arayışlarını bir başarısızlıkla sona erdirmeyi tercih eder. Böyle bakıldığında aslında Sokrates bir tanım ile ne kast ettiğini yani neye kabul edilebilir bir tanım demeye hazır olduğunu biliyor gibidir. Buna mukabil, bir tanımı tanımlamaya çalıştığı hiçbir diyaloğun bulunmamasının ötesinde, mevcut diyalogların hiçbir yerinde bir tanımdan ne beklediğini açık seçik ve eksiksiz izah ediyor da değildir. O halde Sokratesçi bir tanım nedir? Sokrates’in iyi yani isabetli bir tanımdan beklediği nedir? Sokrates için iyi bir tanımın kriterleri nelerdir?
Bu soruya yanıt vermenin yollarından biri Sokrates’in kendisine önerilen tanımlarda hangi yönleri eleştirdiğini belirlemek ve bunları birbirinden ayırmak olabilir. Sokrates, kendisine önerilen tanımları tipik olarak reddeder ancak bunu her seferinde aynı sebeple yapmaz. Bu farklı sebepleri birbirinden ayırt edebilirsek, Sokratesçi bir tanımın kriterlerini ortaya çıkarabiliriz. Bu yazının geri kalanında yapmaya çalışacağım şey budur.
Sokrates’in kendisine önerilen (ya da bazen kendisinin önerdiği) tanımları reddetme sebeplerini ayrıştırdığımızda, Sokrates’e göre isabetli bir tanımın bir semantik, bir mantıksal ve bir metafizik kriteri olduğu ortaya çıkıyor. Diyalogları bu gözle okuduğumuzda anlaşılıyor ki Sokrates bu kriterleri aynı anda karşılamayan önerileri reddediyor.I. Semantik Kriter
Sokrates’in muhataplarının tartışmanın daha başında genel olarak en çok zorlandıkları şey bir tanım sorusunun neyi sorduğunu anlamaktır. Bu durum, Aristoteles’in Sokrates hakkındaki tespitini doğruluyor diyebiliriz; çünkü Sokrates’in muhatapları belli ki Sokrates’in sorduğu soru tipine aşina değildir ve isabetli bir tanım verebilmek şöyle dursun, çoğu zaman, sorunun neyi bilmek istediğini anlamakta zorlanmaktadırlar. Sokrates her seferinde önce bu engeli aşmak, örneğin Menon’a “Erdem nedir?” sorusunun neyi sorduğunu izah etmek zorunda kalır. Temel olarak sorun şudur: Sokrates, Menon’a erdemin ne olduğunu soruyordur ama Menon nelerin erdem olduğunu söyleyerek cevap verir, yani erdem örnekleri sıralar. Ya da Sokrates, Euthyphron’a dindarca davranmanın (ya da dindarlığın) ne olduğunu soruyordur, ama Euthyphron’un ilk cevapları dindarca eylem örnekleri vermek olur. Sokrates’in bu türden cevaplara karşılığı da standarttır: örnek vermek bir tanım vermek değildir. Bir tanım vermek yerine tanımlanmaya çalışılan şey için bir grup örnek sıralama hatasıyla diyaloglarda çok karşılaşılır. Yalnızca Menon diyaloğundan bir tanesine bakalım: Sokrates Menon’a erdemin ne olduğunu sorar; Menon bu soruyu cevaplamanın zor olmadığını hiç tereddütsüz söyleyerek bir erkek için, bir kadın için, bir çocuk için, vs. erdemin ne olduğunu sıralar (71e-72b). Bunların hepsi çeşitli eylem tipleridir. Menon’a göre çok sayıda ve farklı farklı erdemli eylem tipi vardır. Sokrates’in cevabı ünlüdür. Menon’un sıraladığı eylem tiplerinin erdemli olduğu ve farklı erdemleri örneklediği belki doğrudur ama Sokrates’in sorduğu bu değildir:
Devamı cogito bu sayıda
... Görevli hazırladığı zehri bir kadeh içinde getirdi. Sokrates sordu: “Dostum, bu konuları sen bilirsin, ne yapmam gerekiyor benim?” Adam, “Sadece zehri iç, bacakların ağırlaşıncaya kadar dolaş, sonra da uzanıp yat; zehir kendi işini görecektir,” diye cevapladı... Sokrates’e kadehi uzattı. Sokrates çok huzurlu bir şekilde ve hiç tereddüt etmeksizin kadehi eline aldı... Ne yüzünün rengi ne de ifadesi değişti... kadehi dudaklarına götürdü, keyifli bir şekilde bir çırpıda sonuna kadar içti. İçimizden pek çoğu o âna kadar kendini tutabilmiş ve ağlamamayı başarmıştı. Ama onun zehri içtiğini, içip bitirdiğini gördüğümüzde artık dayanamadık. Ben de kendimi tutamadım; gözyaşlarım sel gibi akmaya başladı, yüzümü kapatarak için için ağladım... Kriton gözyaşlarını daha fazla tutamadığı için benden bile önce ayağa fırlayıp uzaklaşmıştı oradan. Çoktandır gözyaşlarına engel olmaya çalışan Apollodoros ise acısından hıçkırarak ağlamaya başlamıştı... Kendisiyse etrafta dolaştı, bacaklarının ağırlaştığını söyledikten sonra adamın dediğini yaparak sırtüstü uzandı... adam arada sırada ona dokunuyor, ayaklarını ve bacaklarını kontrol ediyordu. Sonra kuvvetli bir şekilde ayağını çimdikledi ve hissedip hissetmediğini sordu. Sokrates, “Hayır,” dedi. Bundan sonra da baldırlarına dokundu ve hep biraz daha yukarıya doğru çıkarak bize onun nasıl soğuduğunu ve katılaştığını gösterdi... soğukluk kalbine ulaştığında onun aramızdan ayrılmış olacağını söyledi. Bu esnada soğukluk karın bölgesi civarındaydı. Yüzünü açtı –örtülmüştü çünkü– ve son sözlerini söyledi: “Kriton,” dedi, “Asklepios’a bir horoz borcumuz var; ödeyin bunu, sakın ihmal etmeyin!” (117a8-118a8).
Sokrates’in ölmeden az önce üzerine örtülmüş bezden kafasını çıkartarak söylediği bu sözler pek çok çalışmaya konu oldu: “Ey Kriton, Asklepios’a bir horoz borcumuz var; ödeyin bunu, sakın ihmal etmeyin!” (Ὦ Κρίτων, ἔφη, τῷ Ἀσκληπιῷ ὀφείλομεν ἀλεκτρυόνα· ἀλλὰ ἀπόδοτε καὶ μὴ ἀμελήσητε). Zehrin Sokrates’in bedenine işleyişi orada bulunanlara adeta bir anatomi dersindeymiş gibi teknik ve klinik terimlerle anlatılırken, ondan artık bir cesetmiş gibi üçüncü tekil şahıs olarak söz edilmeye başlanmışken dilinden dökülen bu sözlerle ne demek istemiştir Sokrates? Son sözler onun ağzından öyle kritik bir anda çıkmıştır ki, kimsenin “ne demek istiyorsun Sokrates?” demeye zamanı dahi olmamıştır. Açıkçası bir filozofa dair olağanüstü bir kapanış sahnesidir bu. Sokrates yaşam ile ölüm, geçmiş ile gelecek arasında söylediği bu sözlerle ironi mi yapmıştır, yoksa onun söylediklerini kelimesi kelimesine mi anlamak gerekir? Asklepios sağlık tanrısıdır; onun tapınağında şifa bulanlar, bir horoz ya da keçiyi, boynuna hastanın ve hastalığın isminin yazılı olduğu bir tablet asarak tanrı için kurban etmektedir. O halde son sözleri anlamak için felsefeyle ölüm ve yaşam, hastalık ve sağlık arasındaki özel bağı düşünmek gerektiği konusunda daha en baştan bir yönlendirmeye sahibiz. Peki kim, hangi hastalıktan kurtulmuştur? Tanrıya ödenmesi gereken borç bedenle mi ruhla mı, geçmişle mi gelecekle mi ilgilidir? Yoksa bizzat yaşamın kendisi midir hastalık ve ölmek üzere olan Sokrates bu yaşam hastalığından mı kurtulmaktadır? Peki Sokrates’in son sözlerindeki anlam diyaloğun yüzeylerinde mi yoksa derinlerinde mi araştırılmalıdır? Belki de aşırı ciddiyeti gerektiren bir olay karşısındaki üzüntüyü dağıtmak için bir şaka yapmış, dostlarını olumsuz duyguların etkisinden kurtarmak istemiştir. Şu da olabilir: Kehanetvari sözleri seven Sokrates, takipçilerine uğraşmaları için bir bilmece bırakmış, onları bu yolla felsefe yapmaya teşvik etmiştir.
Devamı cogito bu sayıda
Aristoteles’in kimi eserlerinde Sokrates’in görüşlerinin Platon’un görüşlerinden farkları üzerinde durulur. Aristoteles’e göre bu iki filozof arasında hem pratik felsefe hem de ilk felsefeye (πρώτη φιλοσοφία) ilişkin çeşitli görüş ayrılıkları söz konusudur. Bu yazıda ikincisine odaklanıp şu soruyu soracağız: Aristoteles’in Sokrates ve Platon üzerine söylediklerini kabul edecek olursak bu bize Sokrates’in ilk felsefeye dair görüşleri hakkında ne anlatırdı? Bu soruyu yanıtlamak adına Metafizik’te yer alan üç pasajı ele alıp araştırmacıların bu pasajlar üzerine yorumlarını inceleyeceğiz.
Kısaca özetlenirse Aristoteles’e göre Platon formları ayırır, Sokrates ayırmaz. Peki “formları ayırmak” ne anlama gelir? Başkaca söylenirse, formların “ayrı başına” olması ile ne kastedilir? Bu soruları yine Aristoteles metinlerine dayanarak yanıtlamak mümkün; zira Metafizik’in orta kitaplarında “ayrı başınalık” ile ne kastedildiğine dair önemli ipuçları bulunur. Biz de buradan hareketle Aristoteles’in Sokrates ile Platon arasında varolduğunu iddia ettiği görüş ayrılığını daha açık bir şekilde ortaya koymaya çalışacağız.
Bu yazıda önce Aristoteles’in bir felsefe tarihçisi olarak ne kadar güvenilir olduğu üzerinde durulacak, sonra Metafizik’te sıkça rastladığımız “ayrı başınalık” kavramı incelenecek, en sonunda ise Platon’un formlara “ayrı başınalık” atfetmesinin, Sokrates’in ise atfetmemesinin ne anlamlara gelebileceği üzerine düşünülecektir.Bir Felsefe Tarihçisi Olarak Aristoteles
Sokrates gibi tek bir satır bile yazmamış bir filozof üzerine düşünmenin çeşitli güçlükler barındırması doğal. Ne var ki zihnimizdeki Sokrates imgesini oluşturan diyalogların yazarı olan Platon’un görüşlerini Sokrates’in kendi görüşlerinden ayırmak daha da güç. Üstelik bunu “ilk felsefe” bağlamında yapmaya çalışmak işimizi biraz daha zorlaştırmakta. Tüm bu güçlüklere rağmen elimizin altında Aristoteles’in bu konuda sarf ettiği bazı sözler bulunuyor. Aristoteles Platon’un öğrencisi ve hatta yaklaşık yirmi sene boyunca onunla yakından çalışmış biri. Ayrıca Aristoteles’in bize ulaşmamış kimi Platon diyaloglarına aşina olması mümkün ve kendisi Platon felsefesini Platon’un yazılı eserleri ve sözlü dersleri arasındaki farklardan bahsedebilecek kadar yakından tanıyor. Benzer bir durum Aristoteles’in Sokrates ile ilişkisi için de kısmen geçerli; bizim özellikle Platon ve Ksenophon eserleri sayesinde tanıdığımız Sokrates figürünün aksine Aristoteles’in vakıf olduğu ve bizim olmadığımız hem yazılı hem de sözlü birçok kaynak mevcut. Nitekim Aristoteles Sokrates’in düşüncelerini yalnızca Platon’dan değil Akademia’da Sokrates’i görmüş, onunla tanışmış birçok farklı filozoftan da dinleme şansına sahip.
Tüm bunlar göz önüne alındığında Aristoteles’in Sokrates ve Platon üzerine söylediklerine kulak verilmesi gerektiği düşünülebilir. Öte yandan bazı araştırmacılar Aristoteles’in bu iki filozof hakkındaki yorumlarına şüpheyle yaklaşmaktan geri durmamıştır. Hatta Aristoteles’in Sokrates üzerine görüşlerinin özellikle sorunlu olabileceği varsayılmıştır çünkü Aristoteles Sokrates’i hiç görmemiş, onunla tanışmamış, hiçbir zaman onun konuşmalarını dinleme şansına sahip olmamıştır. Sokrates’in ölümünden on beş yıl sonra Stagira’da doğmuş olan Aristoteles’in Atina’ya gelip Akademia’ya katılması ise yine bir o kadar sonradır.
Kuşkusuz Aristoteles’in Sokrates hakkında yazdıklarının eksik, hatalı ya da hepten yanlış olması mümkün; hatta bunun benzerini söz gelimi Hegel’in ya da Heidegger’in felsefe tarihi okumaları için de söyleyebiliriz çünkü büyük filozoflar kendilerinden öncekileri hep kendi bakış açılarından ve kendi terimleriyle anlamaya çalışmışlardır. Buna rağmen çoğu yorumcu gibi ben de Aristoteles’in bu bağlamda söylediklerine hepten kulak tıkamanın doğru olmayacağını düşünüyorum. Elbette bu Aristoteles’in Sokrates’i ya da Platon’u eksiksiz bir biçimde aktarmayı başardığını göstermez. Yine de şu soruya yanıt aranabilir: eğer Aristoteles’in Sokrates ve Platon üzerine söylediklerini kabul edecek olursak, bu bize ne anlatırdı? Başkaca söylenirse, Aristoteles’in felsefe tarihi okuması ister kısmen ister büyük ölçüde hatalı olsun, yine de şunu sorabiliriz: Aristoteles bize Sokrates hakkında tam olarak ne söylemektedir? Başta da ifade edildiği üzere elimizdeki Aristoteles metinlerine göre Sokrates ile Platon arasında hem pratik felsefe hem de ilk felsefe bağlamında çeşitli görüş ayrılıkları söz konusudur. Bu pasajlarda Aristoteles bazen berikine karşı ötekini, bazen ötekine karşı berikini savunmuştur. Bizim burada inceleyeceğimiz daha dar bağlamda (yani ilk felsefe bağlamında) ise Aristoteles Sokrates’i Platon’a karşı savunmaktadır. Zira Platon formları ayırmış ve dolayısıyla büyük bir hata yapmıştır. Peki Aristoteles’in burada kastettiği nedir? Formları ayırmak ya da ayırmamak ne anlama gelir? Bu soruları yanıtlamak adına bir sonraki bölümde Aristoteles’te “ayrı başınalık” kavramının çeşitli anlamları ve bu anlamların çeşitli yorumları incelenecektir.
Devamı cogito bu sayıda
Sokrates’ten Mektuplar (Socratis quae feruntur epistolae) olarak bilinen el yazması, otuz beş mektuptan oluşan ve Sokrates ve Sokratesçilerin Mektupları (Socratis et Socraticorum Epistolae) olarak adlandırılan koleksiyonun bir bölümüdür. Koleksiyondaki mektuplar iki bölüme ayrılır: Sokrates’e atfedilen ilk yedi mektup Sokrates’ten Mektuplar olarak adlandırılır, geriye kalanlar ise Sokrates’in öğrencilerine ve yakın dostlarına (Antisthenes, Aristippos, Aiskhines, Simon, Ksenophon, Simmias, Kebes, Phaidon, Phaidros, Platon, Philippos, Speusippos, Ksenokrates ve Dionysios) atfedilir. Sokrates ve Sokratesçilerin Mektupları 1270 yılına tarihlendirilen Codex Vaticanus Graecus’un 64 nolu el yazmasında bulunur. El yazması ilk kez 1637 yılında Leo Allatius tarafından Socratis, Antisthenis et aliorum Socraticorum epistolae başlığıyla yayınlanmıştır. Allatius mektupların Latince çevirisinin de bulunduğu metninde filolojik ve tarihsel bir yönteme dayandığı iddiasıyla mektupların sahihliğini kanıtlamaya çalışmıştır. Öte yandan 1815 yılında Johann Konrad Orelli bu otuz beş mektubu da içeren Socratis et Socraticorum, Pythagorae et Pythagoreorum quae feruntur epistolae’de mektupları detaylı olarak inceleyerek sahih olmadıklarını ileri sürmüş ve Sokrates’e atfedilen mektupların farklı yazarlara ait olduğu iddiasının yanı sıra Sokratesçilere ait mektupların da muhtelif tarihlerde yazıldığını belirtmiştir. Rudolf Hercher ise 1873 tarihli Epistolographi Graeci başlıklı derlemesine pek çok mektubun yanı sıra bu koleksiyonu da dâhil etmiş ve bütün mektupları incelemiştir. Lisa Köhler’in 1928 tarihli Die Briefe des Sokrates und der Sokratiker’inde ise mektuplar Allatius ve Orelli edisyonlarından hareketle Almancaya çevrilip yorumlanmıştır. Yine Abraham J. Malherbe’nin The Cynic Epistles (1977) başlıklı çalışmasında da bu koleksiyon Anarkhasis, Krates, Diogenes ve Herakleitos’a atfedilen ve Kinik öğretiyle ilişkilendirilen mektuplarla birlikte sunulmuştur.
Bu derlemelerin yanı sıra Richard Bentley’in Allatius’un yorumlarına karşı çıktığı Dissertations upon the Epistles of Phalaris, Themistocles, Socrates, Euripides, and upon the Fables of Aesop (1874) başlıklı incelemesinde hem Sokrates’in mektuplarının Kinik-Stoacı geleneğe ait olmadığı ileri sürülmüş hem de mektupların Sokratesçilerle olan ilişkisi tartışılmıştır. Ayrıca Ioannis Sykutris 1933 tarihli Die Briefe des Sokrates und der Sokratiker adlı çalışmasında bu otuz beş mektubu detaylı olarak incelemiş, filolojik ve tarihsel veriler ışığında mektupların yazılma tarihleri, yazarları, muhatapları, konuları ve bağlamları hakkında önemli saptamalarda bulunmuştur.
Sokrates’ten Mektuplar olarak adlandırılan parçaya gelince, bu yedi mektuba ilişkin iki edisyon bulunur. İlki Gabriele Giannantoni’nin Socratis et Socraticorum Reliquiae başlıklı derlemesi iken ikincisi Josef-Friedrich Borkowski’nin Socratis quae feruntur epistolae başlıklı kritik edisyonudur. Borkowski’de bulunan bu yedi mektubun yanı sıra Giannantoni’de muhatabının Platon olduğu iddia edilen bir mektup daha vardır; Codex Vaticanus Graecus’ta yer almayan bu mektup (aşağıda yer alan sekizinci mektup) Epistolographi Graeci’de de (Ep. VII.b, s. 616) bulunur ve Herscher, Codex parisinus græcus (1760) yazmasından hareketle mektubun Platon’a yazıldığını ileri sürer.
Allatius’un iddiasının aksine mektupların hiçbir şey yazmayan Sokrates’e ait olmadığı kesindir; bununla birlikte yazarın kimliği konusunda herhangi bir tahmin bulunmadığı gibi mektupların tek bir kişiye ait olup olmadığı da tartışmalıdır. Bazı uzmanlara göre mektupların birden fazla yazara ait olması muhtemeldir, zira o dönemde Sokrates, başta Stoacılar olmak üzere pek çok okulun örnek aldığı bir şahsiyet olmasının yanında herhangi bir okula aidiyet hissetmeyen insanlar için bile önemlidir. Bununla birlikte birinci, beşinci, altıncı ve yedinci mektuplardan seçilmiş tümceleri çözümleyen Sykutris için mektupların yazarının aynı kişi olması ya da mektupların aynı dönemde yazılmış olması muhtemeldir. Nitekim mektuplarda kullanılan ifadeler ve üslup oldukça benzerdir, bu bakımdan Sokrates’in mektupları Sokratesçiler tarafından yazılan mektuplardan çok farklıdır. Mektuplarda işlenen konuların ve bahsi geçen olayların kaynağı hakkında muhtelif fikirler mevcuttur. Özellikle Platon ve Ksenophon’un eserlerinden hareketle tarihsel olaylar doğrulanmakta, eksik yanlar Cicero ve Plutarkhos’un tanıklıklarıyla tamamlanmaktadır. Borkowski’ye göre bazı tutarsızlıklar olsa da mektupların yazarının ya da yazarlarının Ksenophon’un eserlerine veya bu eserlere ilişkin aktarımlara aşina olması muhtemeldir.
Devamı cogito bu sayıda
İddiamı kuşkulu hale getiren ifadeler Stoacılar Üzerine adlı eserde bulunuyor. Philodemos Zenon’un Devlet’inde geçen sıra dışı görüşleri eleştirerek sözü bu kitaba getirmeden hemen önce şöyle söylüyor: “Sokratesçiler olarak anılmak isterler (Σωκρατικοὶ καλεῖσθαι θέλουσιν).” Bu noktada onların kim olduklarını, niye böyle anılmak istediklerini ve Sokratesçi olmanın ne demek olduğunu sorarak başlayabiliriz; hatta bunu söyleyen Epikourosçu bir filozof olduğu için Sokratesçi olmanın arzulanır bir şey olup olmadığını da merak edebiliriz. Nitekim hiçbir otoriteye itibar etmeyen Epikouros’un ironiyi ve Sokrates’in mizacını eleştirdiğini biliyoruz; yine Epikouros’un dostu ve öğrencisi Lampsakoslu Idomeneus’un Sokrates’i filozof değil de hatip ya da sofist olarak gördüğünü ve bunu bir iş olarak ona atfettiğini öğreniyoruz; ayrıca Plutarkhos hem Platoncu Arkesilaos’un Sokrates’ini eleştiren hem de Kiniklerin yüce örneğini küçümseyen bir Epikourosçudan, Kolotes’ten bahsediyor. Stoacılara düşmanlığıyla bilinen Philodemos da Sokratesçi erdem görüşüne karşı çıktığı sırada Stoacı ve Kinik düşünceyle uyumlu bir Sokrates’ten bahsediyor, Ev İdaresi Üzerine ve Dindarlık Üzerine adlı kitaplarında ise Ksenophon’un “dindar Sokrates”ine saldırıyor. Bu tanıklıklar Sokratesçi olmanın Epikourosçular için ne anlama geldiğini gösteriyor: Sokratesçi olmanın bir övgüden ziyade yergi olarak kullanıldığı ve Aristoteles sonrası dönemde Sokrates’in görüşlerini benimsemeyen en az bir okul olduğu anlaşılıyor. Ancak Epikourosçuların ne düşündüğü, Sokratesçi olmanın ne demek olduğu sorusuna yeterli bir yanıt vermiyor; Epikourosçu stratejinin rakip okulların izinden gittiği “Sokratesler”e saldırmaktan ibaret olduğu görülüyor. Bu Sokratesler arasında Arkesilaos’un hiçbir şeyi bilmediğini söyleyen atası “Platoncu Sokrates”, Antisthenes’in ölçülü ve kararlı kahramanı “Kinik Sokrates”, Ksenophon’dan okuduğumuz yasalara ve geleneklere saygılı “ağırbaşlı Sokrates” ve sonraları Epiktetos’un sıkıca tutunacağı “Stoacı Sokrates” bulunuyor. Tüm bu Sokratesler dikkate alındığında kimin, niye Sokratesçi olarak anılmak istediği ve Sokratesçiliğe kaynak olacak Sokrates’in hangisi olabileceği çetrefilli bir problem haline geliyor. Öyleyse problemin üstesinden gelebilmek için koro seçmelerine başlamamız gerekiyor.
Devamı cogito bu sayıda
Bir filozofun bir başka filozofu ele alışı çoğunlukla iki düşünce dünyasının karşılaşması şeklini alır ve böyle yorumlanır. Çoğu klasik örnekte böylesi bir karşılaşmanın soyut bir zihinsellik seviyesinde cereyan ettiği varsayılır, hatta bu soyutluğun yöntemsel bir ilke olarak tüm karşılaşma sahnesini şekillendirmesi beklenir: Spinoza’nın Descartes’ı, Aristoteles’in Platon’u ya da Schopenhauer’in Kant’ı muhatap aldığı pasajları okuduğumuzda, düşüncelerin onlara kaynaklık eden somut organizmalardan ve bireysel zihinlerden kopuk, bağımsız birer varoluşa sahip olduğunu varsayar, aslolanın düşünme ediminin kendi dinamikleri ve bunlara yön veren ilkeler olduğunu kabul ederiz. Bu nedenle de böylesi karşılaşmalarda filozoflara ait özel isimler, saflıkları itibarıyla ele alınması gereken kapsamlı düşünce kümelerinin kısaltılmış adlarından ötesini ifade etmez.
Nietzsche Sokrates üzerine düşündüğünde ve yazdığında durum bundan neredeyse tamamen farklıdır. Bu kez düşüncelerin buluştuğu soyut bir ortamdan ziyade, insan deneyiminin bütün somutluğuyla hissedildiği bir karşılaşma sahnesi belirir önümüzde: Belli tarihsel koşulların şekillendirdiği bir bireysel organizma olarak Nietzsche, yüzyılların ötesine uzanıp bir başka somut organizmanın sesini duymaya, onun varoluş tarzını, yaşam stratejisini, itki rejimini ve etki alanını düşünmeye, hatta düşünmekle kalmayıp hissetmeye çalışıyordur bir anlamda. Burada Nietzsche tarafından sahnelenen karşılaşma, ister istemez her şeyden önce iki insanın, hatta iki muhtemel dostun ya da düşmanın karşılaşması olarak okunur.
Bu somutluğun bir sebebi elbette Nietzsche’nin kendine has yaklaşımıdır. Sadece Sokrates örneğinde değil, hesaplaşmaya giriştiği çoğu filozofla ilişkisinde Nietzsche benzer bir somut karşılaşma sahnesi kurar. Bunun sebebi basitçe Nietzsche’nin düşünsel düzlemde yıkamadığı muhatapları ad hominem saldırılarla yıpratmak istemesi değildir. Nietzsche’nin amacı, tarih boyunca hep gayri-maddi bir boyutta vuku bulduğu varsayılmış olan düşünce faaliyetinin aslında hangi organik yaşam koşullarında ortaya çıkıp sürdürüldüğünün altını çizmektir. Zira düşünsel saflık Nietzsche için felsefe tarihinin ilk safhalarından itibaren geliştirilip sürdürülmüş ve yüzyıllar içinde giderek derinleşmiş bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Tanrı, ruh, ahlaki değer ya da hakikat gibi hep gayri-maddilik atfedilmiş olan klasik metafiziğe ait nesneler başta olmak üzere, her türlü düşünce nesnesi artık somut organizmaların yaşam koşulları bakımından ele alınmalıdır. Böylelikle, klasik felsefe külliyatında ısrarla filozoflarından koparılmış olan soyut düşünceler, Nietzsche’nin “çekiç darbeleriyle” yeniden somut şartların ürünü organizmalara ve onların somut işleyişe sahip zihinlerine ait kılınır.
Fakat Nietzsche-Sokrates karşılaşmasını gerçek manada özel kılan, buradaki somutluğun sadece Nietzsche’ye özgü tercihlerle açıklanamayacak olmasıdır. Sokrates’in felsefe tarihindeki kendine has konumu da karşılaşmanın doğası üzerinde belirleyicidir ve sadece bu nedenle bile Nietzsche’nin muhatap aldığı filozoflar arasında Sokrates’in özel bir yeri olduğu rahatça söylenebilir. Neti cede Sokrates, kendisini felsefe tarihinin soyut düşünceler sahnesine taşıyan Platon’un kaleminde bile bir düşünce bütününün kısa adına indirgenemez. Tam aksine, Platon külliyatının iyi bilinen birçok ânında Sokrates belirli düşünsel konumlara indirgenemeyecek canlı ve tekil bir karakter olarak belirir. Bu nedenle de daha en baştan Nietzsche’ci tarzda bir karşılaşma sahnesine girmeye hazır, somut bir insandır.
Öte yandan, Sokrates ismini tekil ve somut bir insanın özel ismi olarak rahatlıkla taşıyabilen bu filozof, aynı zamanda “gerçek” felsefi görüşlerine erişmemizin imkânsız olduğu, tarihsel varoluşuyla ilgili olarak bizi her zaman şüphede bırakan, ancak başkalarının kaleminden okuyabildiğimiz bir karakterdir. Felsefe tarihinin bu belki de en somut figürü, aynı zamanda gerçeklikle kurgusallığın sınırlarının bulanıklaştığı bir alanda, belirsizliğin ve bilinemezliğin halesi altında var olur. Bunun sonucunda, Nietzsche gibi bir filozof Sokrates’i ele aldığında bir yandan karşısında beliren somut ve canlı bir insandan, bir yandan da sürekli elden kaçan, yorumu talep eden ve kışkırtan, hatta kısmi ya da bütüncül bir inşayı zorunlu kılan kurgusal bir karakterden söz etmek zorundadır. Gerçeklikle kurgusallığın, belirlilikle belirsizliğin, yaşamsal somutlukla düşünsel soyutluğun kendine has tuhaf bir karışımı olan Sokrates, bir yandan kendi somut varoluşunun gücüyle okurun zihnine nüfuz ederken, bir yandan da değişen felsefi bağlamlarda yeniden inşa edilmesini mümkün kılan bir esnekliğe ve soyutluğa sahiptir.
Devamı cogito bu sayıda
Arendt’in kaleme aldığı üç ayrı metinde Sokrates’in önemli bir yer tuttuğunu biliyoruz: “Felsefe ve Politika” (1954), “Sivil İtaatsizlik” (1972) ve Zihnin Yaşamı’nın “Düşünme” başlıklı ilk bölümü (1976). Yalnızca metinlerin basım tarihlerine bakmak bile Arendt’in Sokrates’le olan düşünsel mesaisinin felsefi kariyerinin tamamına yayıldığını görmek için yeterli. Arendt her seferinde farklı bir problem bağlamında tartışmaya açar Sokrates’i. İlkinde felsefe ile politika arasındaki gerilim, ikincisinde ahlak ile politika arasındaki gerilim, üçüncüsündeyse düşünme ile yargılama arasındaki ilişki tartışmanın ana eksenini oluşturmaktadır. Arendt’in hem tartışmaya açtığı problemler hem de Sokrates hakkındaki yargıları değişir: Politika felsefesine Sokrates’in nasıl bir katkıda bulunduğu sorusuna verilen yanıtın bir metinden diğerine sürekli değiştiğine tanık oluruz. Bu nedenle Arendt’in eserinde farklı Sokrateslerle, daha doğrusu birbiriyle rekabet halinde olan üç farklı Sokrates yorumuyla karşılaştığımızı söylemek mümkün bana kalırsa. Öyleyse yanıtlanması gereken soru şu: Arendt’in politika felsefesinde Sokrates neden üç farklı biçimde görünmektedir? Bu yazıda Arendt’in Sokrates sorununu anlamaya ve bu hermeneutik bilmeceyi yorumlamaya çalışacağım.
Bahsettiğim bu üç metni tüm ayrıntılarıyla ele almayı amaçlıyor değilim. Ne de Arendt’in Sokrates hakkındaki görüşlerinin doğruluğunu veya yanlışlığını belirlemek gibi bir amacım var. Kaldı ki filozofları onların kendilerini anladıkları biçimde anlamayı hedefleyen bir düşünür değil Arendt. Politik düşünce tarihinin köşe taşı isimlerini bugünün deneyimleri ve krizleri ışığında yeni baştan yorumlaması benimsediği bu hermeneutik anlayışın bir uzantısıdır. Dolayısıyla Arendt’in görüşlerinin Sokrates’in perspektifini doğru bir şekilde yansıtıp yansıtmadığını saptamak gibi bir hedefim yok. Kuşkusuz, Arendt’in eserlerindeki üç farklı Sokrates’e yakından bakmak, kurucu ve tarihsel bir felsefi figür olarak Sokrates’i ve onun düşünsel perspektifini daha derinlikli olarak kavramamıza da katkıda bulunacaktır. Fakat ben öncelikle, Arendt’in üç farklı Sokrates okumasının arkasında yatan politik kaygıları ve bu kaygıların doğurduğu soruları açıklığa kavuşturmak arzusundayım.
Devamı cogito bu sayıda
Aslında Patočka’ya Praglı Sokrates denmesinin ana nedeni yaşamının sonunda başına gelen trajik bir olaydır. Çek filozof, Ocak 1977’de Çekoslovakya’da yayımlanan 77 Bildirgesi’nin sözcülüğünü yapmıştır. Bildirge Çekoslovakya’da toplumsal yaşamın her alanında süregiden insan hakları ihlallerine dikkat çekmek için kaleme alınmıştır. Öyle ki Plastic People of the Universe adlı bir punk grubunun tutuklanması bardağı taşıran son damla olur. Aralarında sanatçıların, akademisyenlerin, teologların, komünistlerin de olduğu dağınık bir grubun oluşturduğu imzacılar, Çekoslovakya hükümetini Helsinki Konferansı’nda insan hakları alanında verdiği taahhütleri yerine getirmeye çağırır. Katılımcılar belli bir ideoloji ya da görüş altında bir araya gelmedikleri için bildirgenin ana meselesi insan haklarının temel standartlarının kâğıt üzerinde kalması ve yöneticilerin ikiyüzlülüğüdür. Bildirge toplumda yankı uyandırır ve imzacılar gözaltılar, yargılamalar, hapis cezalarının yanı sıra işten çıkartma, sürgün ve siyasi polis ile iş birliğine zorlama gibi baskılara maruz kalırlar. Rejim imzacılara gözdağı vererek onları yıldırmaya ve sindirmeye çalışır.
Patočka, bildirgenin yayınlanmasını takip eden üç ay boyunca siyasi polis tarafından sürekli tehdit edilir. Son olarak 3 Mart 1977’de Batı Almanya Büyükelçiliği’ndeki bir resepsiyona katıldığı gerekçesiyle sorguya alınır. Çek filozof, on saat süren sorgunun ardından hastalanır ve tıpkı Sokrates gibi yetmiş yaşında hayatını kaybeder. Bu olay totaliter rejimlerin en az Sokrates’in Atina’sı kadar kamusal alandaki felsefeye düşman olabileceğini gösterir. Kamusal alan derken hem Atina sokaklarını hem de Prag’daki konferans salonlarını kastediyorum. MÖ 399’da Sokrates’in kamusal alanda söyledikleri yüzünden suçlu bulunup ölüme mahkûm edilmesi gibi, Patočka da kamusal alanda iktidarın zorbalığını sorguladığı için öldürülmüştür. Dolayısıyla sorun Atina’da ve Prag’da felsefenin yasak olması değil, kamusal alanda felsefenin tehdit olarak görülmesidir. Her iki atopos aykırı figür, günümüzde birçoklarının yapmayı tercih edeceği gibi rahatlarını bozan gerilimlerle yaşamayı öğrenmek yerine adil yaşama ilişkin görüşlerini kamusal alana taşımışlardır. Dolayısıyla karşımızda üniversitedeki ofisinden uygun zamanlarda bir şeyler beyan eden, bilgi biriktiren ve sürekli yeni yetenekler edinmeye çalışan modern anlamda bir “aydın” figürü yoktur.
Devamı cogito bu sayıda
Melike Molacı: O Halde Sokrates Ölümlü müdür? Açık Uçlu Bir Sokrates Zamandizini
Geçen Sayıdakiler
Utanca Bakmak
Yazarlar Hakkında