Çocuk Düşüncesi
ISSN: 977–1300–2880–108
Sayı : 108 Dönem : Kış 2022
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Çocuk düşüncesi dosyası, çocuğu ailede, toplumda, derslikte, özne olma sürecini tamamlamamış, yetişkinliğin iktidarına tabi olan bir nesne konumundan çıkarıp, bir özne ve bir fail, mümkün bir dünyanın, farklı bir aklın ve ilişkilenme biçiminin temsilcisi olarak kabul ederek güçlendirmenin yollarını ve yöntemlerini tartışan yazı ve söyleşilerden oluşuyor.
cogito’ya buradan abone olabilirsiniz.
Cogito’dan
Sarah Hannan’ın “Çocuk Olmak Çocuklar İçin Neden Kötü Bir Şeydir” başlıklı makalesi, bir varoluş ve bilme biçimi olarak çocukluğun “iyi” mi “kötü” mü olduğu (dolayısıyla çocukluğun yaşanmaya değer bir yaşam evresi olup olmadığı) sorusunu, çocukluğa genel olarak atfedilen iyi yanları sorgulayarak ve kötü yanların bu iyiliklere ağır bastığını göstererek yanıtlıyor. Tekil çocuklukların nasıl ve hangi koşullarda yaşandığından bağımsız olarak bütün çocukların tabi olduğu bu kötülük hali, çocukluğa özgü bu kurucu nitelikler –yetişkin-çocuk ilişkisindeki madun konumlanışı ve kırılganlığı– olasılık dahilindeki en iyi toplumda dahi baki kalacağından, yetişkinlere düşen, kendilerinden çok daha kötü durumda olan bu sınıfın çıkarlarını daha çok gözetmek, onlara karşı sorumluluklarının bağlayıcılığını görmek Hannan’a göre.
Seran Demiral’ın “Çocukluk Konumunu Politik Bir Pratik Olarak Düşünmek” başlıklı makalesinin ve “Çocuklardan Taraf Olmak: Çocuk Düşmanlığına Karşı Çocukizm” başlıklı söyleşinin odağında “çocukizm” var. Çocukluk çalışmalarında çocuğun, yetişkinlik perspektifinden ve yetişkinlik emelleri açısından ele alınan bir nesneden, kendi sözü, eyleme kapasitesi ve öznelliği olan hak sahibi bir yurttaş özneye dönüştüğü bir paradigma değişiminin meyvesi çocukizm. Tek bir çocuk olmadığı gibi, tek bir çocukluk da yok ama tekil yaşam koşullarından bağımsız olarak, bütün çocukların maruz kaldığı, yapısal ve iktisadi koşullarda kökenlenen ve kuşaklar boyunca aktarılan bir ayrımcılık ve düşmanlık var. Sesi ve sözü işitilmeyen, failliği teslim edilmeyen çocuğa dair sorumluluğumuzun kapsamını onun yetişkinlerin iktidar alanındaki yaralanabilirliğini, maruz kaldığı ayrımcılığı, şiddeti ve düşmanlığı görünür hale getirip, farklılığı ve ötekiliğini tanıyarak yeniden düşünme, özgür ve çoğulcu bir gelecek çocuklardan taraf olma, onları güçlendirme ödevleriyle genişletiyor çocukizm.
David F. Kennedy “Çocuk ve Postmodern Öznellik” başlıklı makalesinde Freud’un başlattığı çoğulcu öznel ekonomiye geçiş sürecinde öne çıkan ve Batı’nın patriyarkal geleneği tarafından normatif benlik yapısından dışlanan çocuğu, akılla başka türlü bir ilişkinin taşıyıcısı olarak belirliyor. Ötekileştirilen çocuğun öznelliğini kılavuz alan ve bir oluş süreci olarak özne fikrine, “tamamen bilinmeyen, bitmemiş olan dünya ve ötekiyle karşılaşmaya” açık bir yetişkin benliğinin, ancak bütün eğitim kurumlarının yeniden tasavvur edilmesiyle filizlenebileceğini savunuyor Kennedy.
Gert Biesta’nın eleştirel pedagojinin iki modelini –Freire’nin bankacı eğitim eleştirisi ve Rancière’in cahil hoca fikri– tartıştığı “Cahil Hocalara Aldanma” makalesinin ana izleği, bir eşitlik projesi ve bir özgürleşme meselesi olarak eğitimde öğretmenin rolü. Özgürleşme sorununu bilgi ve hakikat meselesinden ayrı olarak ele alan Rancière’e göre özgür olmak eşitlik varsayımı altında kişinin kendi zekâsını kullanması ve böylece bir “siyasi eşitlik projesine” kaydolmasıdır. Özgürleştirici öğretmen, özgürleştirilecek bir nesne konumunda kalmakta direnen öğrenciyi kendi başına düşünmeye ve davranmaya sevk ederek onu özne konumuna yönlendiren öğretmendir.
Mehmet Barış Albayrak’ın “Kapsayıcı Eğitim Felsefesi Üzerine Bir Deneme”si –Caitlin Howlett’in ve David K. Kennedy’nin eleştirilerinin hedefindeki– yeniden üretime odaklı, verimlilik, kârlılık ve işlevselliği ilke edinen neoliberal eğitim yaklaşımlarına karşı, dayanışma ilkesi temelinde ortaklaşarak toplumsallaşmayı hedef edinen kapsayıcı bir eğitim felsefesi modeli öneriyor.
Örgün eğitimde eşitlikçi bir diyalog içinde çocuklara doğru akıl yürütmeyi ve düşünmeyi öğreten bir yöntem olan ve Türkiye’de giderek yaygınlaşan “Çocuklar için Felsefe”nin özgürleştirici bir eğitim açısından önemi, yöntemi uygulayan felsefe öğretmenlerinin eğitim sisteminin kısıt ve imkânlarına dair deneyimlerini ve önerilerini paylaştığı “Eğitimdeki Kısıtları ve İmkânları ‘Çocuklar için Felsefe’yle Düşünmek” başlıklı söyleşide masaya yatırılıyor.
Kevser Yıldırım, daha çok özel okulların uygulama alanında kalan çocuklar için felsefe yaklaşımlarının, çocukları kendi başlarına felsefe öğrenmeye, felsefeye yakınlaşmaya sevk etmenin alternatif yollarından birini Walter Benjamin’in hikâye anlatıcısı kavramı, koleksiyoncu ve flaneur tiplemeleri ve kültür tarihi incelemeleriyle kesiştiriyor “Çocuklarla Felsefe ve ‘Hikâye Anlatıcısı’ Benjamin” başlıklı makalesinde.
Edie ConekinTooze, “Little Rock Olayı: Hannah Arendt’in Çocukluk ve Eğitim Siyaseti” başlıklı makalesinde, Arendt’in ABD’de okullarda ırk ayrımcılığının sonlandırıldığı entegrasyon yıllarında patlak veren Little Rock Olayı üzerine yazdığı makale ve bu makaleye gelen eleştirilere verdiği yanıttan yola çıkarak düşünürün eğitime dair görüşlerindeki sorunlara ve çocukların apolitikleştirilmesi talebindeki çelişkilere odaklanıyor.Şeyda Öztürk
Yeni Perspektifler
Nancy Fraser - Mine Yıldırım: Covid Krizi, İklim Krizi - Yamyam Kapitalizm Krizi
Dosya: Çocuk Düşüncesi
Sarah Hannan: Çocuk Olmak Çocuklar İçin Neden Kötü Bir Şeydir
Seran Demiral: Çocukluk Konumunu Politik Bir Pratik Olarak Düşünmek
Çocukluk sosyolojisi literatüründe de artık aşina olmaya başladığımız, farklı anlamlarda kullanıldığını bildiğimiz “childism” diye bir kavram var, bunu çocukizm olarak Türkçeleştiriyoruz bir süredir. Aynı zamanda “çocukçuluk” olarak da karşımıza çıkıyor. Bu tam olarak ne manaya geliyor? Çocuk sosyolojisi açısından bu kavramı kullanmanın ne gibi artıları eksileri vardır?Aylın Dikmen: Ben önce birazcık childismden bahsederek yani childismin literatürdeki kullanımlarından bahsederek bir miktar bilgi vermeye çalışayım. Oradan gitmeye çalışayım yani. Aslında uzun zamandır, literatüre baktığınızda ya da internet taraması falan yaptığınızda, uzun zamandır kullanılagelen bir kavram olduğunu görmek mümkün. Ama 2000’ler sonrasında terimi daha tanınır hale getiren ve daha çok kullanan birbirinden çok farklı iki kavramsallaştırma var. Onlardan bahsedeceğim ama oraya gelinceye kadar childism kavramı ilk 1975’te çıkıyor karşımıza (ama 1965 falan civarında yani o 65-75 yılları arasında da bir iki yerde kullanılmış). 1975’te psikiyatrist ve eğitim uzmanı olan Chester M. Pierce ile meslektaşı Gail B. Allen “Childism” başlıklı makalelerinde bu kavramı kullanıyorlar. Çok kısaca anlatıyorum sonra belki hani gerekirse açarız ama bu çalışmada kavram, herhangi bir yetişkinin herhangi bir çocuk üzerindeki üstünlüğünün otomatik olarak kabul edilmesi ya da bu üstünlüğü kabul eden varsayımı ifade ediyor ve yetişkinin ihtiyaçlarının, arzularının, umutlarının, korkularının çocuklarınkinden öncelikli görüldüğünü vurguluyor. Elisabeth Young-Bruehl, Pierce ve Allen’a referans veriyor zaten kendi childismini açıklarken. Sonra 1990’larda edebiyat kuramcısı Peter Hunt geliyor. Ama çocuk edebiyatını incelemek için bir yöntem arayışı bağlamında kullanıyor kavramı John Wall’un söylediğine göre. Ve yetişkinlerin çocuklar gibi okumasını öneriyor. Burada çocuklarla yetişkinler arasındaki kişisel, deneyimsel, psikolojik farklılıkları dikkate alarak okuma yapmanın gerekliliğine işaret ediyor. Fakat bu çok eleştiriliyor, çünkü diyorlar ki çocukların tek bir okuma türü yok, çocukların tek bir tepkisi yok. Genellenebilir, tek bir çocukça tepki olmadığına göre çocukça okuma yapmanın da mümkün olmadığı yönünde eleştiriliyor. Ve sonrasında zaten Hunt da bu kavramı kullanmayı bırakıyor.
1999’a geldiğimizde eğitimci Gregory Mannion kendi tezinde “childism” kavramını çocukların katılımı bağlamında kullanıyor ve çok kabaca şunu yapmak istediğini söylüyor: Çocukların temsilini ve vatandaş olarak katılımını kısıtlayan –o gereksiz yere kısıtlayan diyor– güçler var. Nedir bu güçler? Yaşçılık, gelişimcilik, diğer özcülükler. Bunları teşhir etmek yoluyla çocuklara özgürleştirici bir alan yaratmak çabasında olduğunu söylüyor. Ve de burada childismi çocuğu aktif bir fail, vatandaş ve kültürel katılımcı olarak iyileştirme hamlesi olarak tanımlıyor. Ve buradan sonra 2000’lerin başlarında Elisabeth Young-Bruehl ve John Wall’a geliyoruz. Bugün bizim de üzerinde duracağımız bu iki düşünürün kavramsallaştırmaları aşağı yukarı aynı zamana denk geliyor. Ama birbirinden çok farklı yollardan gidiyorlar. Young-Bruehl’e baktığımızda, kendisi bir filozof ve psikiyatrist, çocuklara yönelik ayrımcılığı, önyargıyı ve adaletsizliği ifade etmek için bu childism kavramını kullanıyor; çocuk üzerindeki yetişkin otoritesinin mutlak olduğunu kabul eden bir görüşe işaret ediyor. Ve de bu, yetişkinin çocuktan daha üstün olduğu, mutlak olarak daha üstün olduğu fikrinin de çocuk karşıtı olduğunu savunuyor. Young-Bruehl’in bu kitabı Aksu Hoca tarafından “Çocuk Düşmanlığı” olarak çevriliyor. Dolayısıyla biz de artık Bruehl’in kullandığı anlamda çocuklara karşı yapısal bir önyargıyı ifade etmek anlamında çocuk düşmanlığı kavramını kullanabiliriz bundan sonra. Nitekim Pierce ve Allen da aslında bu anlamda kullanıyorlar childism kavramını. Öte yandan John Wall’a baktığımızda din, felsefe ve çocuk çalışmaları yapıyor, Rutgers Üniversitesi’nde Childism enstitüsünün kurucu direktörü kendisi. Wall’un childism kavramının özünü çok kısaca şöyle söyleyebiliriz belki: Bilimsel, sosyal ve politik yapıları ve normları dönüştürmek ve bu yolla çocukların tarihsel marjinalleşmesine meydan okuma çabası olarak ifade edebiliriz. “Feminizm gibi düşünebiliriz” diyor Wall bunu. Çünkü çocukların kendi deneyimlerinin toplumsal yaşamın her alanına egemen olan o yetişkinciliğe meydan okuyabileceğine ve bunu değiştirebileceğine işaret etmek için kullanılıyor kavramı.
David K. Kennedy: Çocuk ve Postmodern Öznellik
Bu makalede, özgürleşmeyi teşvik etmeye dönük bir eğitimde öğretmenin rolünü nasıl anlayabileceğimiz sorusuna yanıt arıyorum. Bu soruyu ele alırken Almanya ve Kuzey Amerika’da geliştirilen eleştirel pedagoji yaklaşımlarından, Paulo Freire ve Jacques Rancière’in eserlerinden yararlanıyorum. Hangisine bakarsak bakalım, yalnızca kuvvetli bir özgürleştirici eğitim savunusuyla değil, öğretmenin rolüne ilişkin belirli bir bakış açısıyla da karşılaşıyoruz. Buradaki amaçlarımdan biri, özgürleştirici eğitimde öğretmenin rolünün nasıl farklı şekillerde anlaşılabileceğini göstermek, bu rolün farklı özgürleşme anlayışları ve özgürleştirici eğitim dinamikleriyle nasıl bir ilişkisi olduğunu açıklığa kavuşturmak. Beni bu makaleyi yazmaya iten diğer bir sebep ise, son dönemlerde yapılan eğitim bilimi çalışmalarında rastladığım, Rancière’in eserlerinin oldukça sorunlu bulduğum bir yorumu. Bu sorunlu yoruma göre, Rancière’in Cahil Hoca kitabının ana mesajı şudur: Herkes bir öğretmen olmadan da öğrenebilir ve bu sözümona “öğrenme özgürlüğü” bir özgürleşme “momenti”, hatta belki özgürleşme momentinin ta kendisi olabilir.
Bu makalede Rancière’in çalışmasının böyle yorumlanmasına itiraz ederek, Cahil Hoca’nın ana mesajının, daha ziyade, özgürleştirici eğitimin, bilen öğretmenden (henüz) bilmeyen öğrenciye bir bilgi aktarımı meselesi olmamakla birlikte, öğretmenlerin ve onların verdikleri öğretmenin hâlâ vazgeçilmez olduğu bir süreç olduğunu ileri sürüyorum. Bununla birlikte, Rancière’in kendisinin de sonraki metinlerinde -burada bilhassa “Özgürleşen Seyirci” metni üzerinde duruyorum- bu mesajı “unutmuşçasına”, özgürleştirici öğretme savunusunu sanki özgürleştirici öğrenme savunusuna çevirmesi, başka bir deyişle, öğrencilerin ve diğer “seyirciler”in kendi anlamlarını ve kavrayışlarını inşa etmesine odaklanması, bu tartışmayı karmaşık bir hale getiriyor. Böyle bir inşacı yorumun, Rancière’in eğitimde özgürleşme tartışmasına yaptığı benzersiz katkıyla nasıl bir aykırılık oluşturduğunu gösterebilirsem, öğretmenin özgürleştirici eğitimin neden ve nasıl ayrılmaz bir parçası olduğunu ve dolayısıyla, cahil hocaların sırf sunabilecekleri bir bilgileri yok diye öğretebilecekleri bir şeyleri de olmadığı, bu yüzden tasfiye edilebilecekleri fikrine neden aldanmamız gerektiğini de daha açık bir şekilde ortaya koyabilirim.Bir özgürleşme meselesi olarak eğitim
Eğitimin, sadece bireylerin kültür ve tarihle münasebetleri sayesinde yetkinleşmesiyle değil –bilhassa, Yunanlılara ait paideia düşüncesinde ve Bildung düşüncesinin kimi yorumlarında hâkim olan düşünce çizgisi budur–en nihayetinde bireylerin bağımsız özneler olarak var olmalarıyla, dolayısıyla özgürleşmeleriyle ilgili bir mesele olduğu görüşü, en azından Rousseau’dan bu yana, modern eğitim deneyiminin bir parçası olagelmiştir. Paideia, özgür insanların yurttaş olarak özgürlüklerini ileri taşımaya dönük bir eğitimdi ve bu bakımdan kol emekçileri ve zanaatkârlara, yani banausoi’ye dönük eğitimle bir zıtlık oluşturuyordu, modern deneyimde ise eğitim özgürlük getirmesi gereken bir süreç olarak görülür oldu. Bu yüzden de eğitim bir kurtuluş süreci olarak anlaşıldı.
Söyleşi: Seran Demiral - Aren Haşar - Arzu İbişi Temelli - Gamze Keskin - Özge Özdemir: Eğitimdeki Kısıtları ve İmkânları “Çocuklar için Felsefe”yle Düşünmek
Kevser Yıldırım: Çocuklarla Felsefe ve “Hikâye Anlatıcısı” Benjamin
Claude Lévi-Strauss: Yaratıcı Çocuk Üzerine Gecikmiş Bir Kelam
Mehmet Barış Albayrak: Kapsayıcı Eğitim Felsefesi Üzerine Bir Deneme
Caitlin Howlett: Neoliberalizm, Eleştirel Pedagoji ve Çocuk
Hannah Arendt, 1957 güzüyle 1959 baharı arasında üç yazı kaleme alır: “Reflections on Little Rock” (1957’de yazılsa da ilk yayımlanışı 1959), ardından gelen “A Reply to Critics” [Eleştirilere Yanıt] (1959) ile eğitim ve çocuk yetiştirme meseleleri üstüne yazdığı, yine konuyla bağlantılı inceleme “The Crisis in Education” [Eğitimdeki Kriz]. Arendt’in okul entegrasyonunun hem sivil haklar hareketinin önceliği olmaması hem de devlet müdahalesi oluşu sebebiyle gayrimeşru olduğu yönündeki ihtilaflı duruşu nedeniyle bu eserler hakkında çokça yazıldı. Arendt’in konu üzerine Ralph Ellison’la giriştiği, Arendt’in Afrikalı-Amerikalı ebeveynlere dair kavrayışına Ellison’ın getirdiği eleştirilerin Arendt tarafından da teslim edildiği fikir alışverişi de geniş bir akademik ilgiye mazhar oldu. Esas soruysa ortada duruyor: Bu makalelere gelen yığınla eleştiriye başka türlü teslim olmayacak Arendt’i Ellison’ın eleştirisini kabul etmeye iten neydi?
Ellison, Arendt’in yazılarına cevaben entegrasyon öğrencilerinin Afrikalı-Amerikalı ailelerini, çocuklarını Afrikalı-Amerikalılara özgü bir kurban ayiniyle inisiye eden insanlar olarak resmederek savunur. Ben Arendt’in ailelerin saikleri hakkındaki bu alternatif izahatı ikna edici bulma sebebinin, “Eğitimdeki Kriz”de ebeveynlere çocuklarına statükoyu –dünyayı arzu edilen haliyle değil de olduğu haliyle– öğretmeleri yönünde yaptığı çağrıyla uyuşması olduğunu varsayıyorum. Ama Arendt, Ellison’ın görüşünü kabullenerek çocuk entegrasyoncuların ebeveynleri hakkındaki kendi görüşünün altını oymakla kalmamıştır. Buradan bakıldığında, Arendt’in Ellison’ın eleştirisini kabul edişi, Arendt’in çocukların sorumluluk duygusuyla eğitilmesi için zorunlu gördüğü, statükonun öğretilmesinin çocuklukta siyasete girme gerekliliğinin de zımnen yolunu açar. Böylesi bir kabullenme, Arendt’in çocukluğun apolitik kalma süresine getirdiği keyfi on sekiz yaş sınırı için daha genel çağrısının altını da temelden oymaktadır. Arendt’in eserindeki bu potansiyel soruna dair yapılacak bir soruşturma verimli olmakla birlikte, ergen yaştaki entegrasyoncuların siyasal failliğine dair bir tartışmanın da fitilini ateşler. Sonuç olarak, Arendt’in çocukların siyasal statüleri hakkındaki görüşlerinin bir kısmı reddedilmeyi hak ederken diğerleri kullanışlı biçimde yeniden formüle edildiği takdirde bütünlüğünü koruyabilir.
Bu makale, Hannah Arendt yazınına ek olarak, Library of Congress’in Hannah Arendt Makaleleri bölümünden elde edilen arşiv belgeleri ve bizatihi entegrasyoncuların biyografik bilgileri de dahil olmak üzere muhtelif materyale dayanmaktadır. Öncelikle Arendt’in Ellison’ın eleştirisini neden kolayca kabul ettiğine dair kendi özgün cevabımı ilk kez sunacağım ve bu kabullenmenin Arendt’in “Eğitimdeki Kriz”de çocukların apolitik statüsüne dair aldığı konum için yarattığı güçlüğü açıklığa kavuşturacağım. İkinci olarak Arendt’in, siyasal eylem hak ve kabiliyetinden yoksun olarak tariflediği ergen entegrasyoncuların yetkinliklerini büyük ölçüde hafife aldığını ileri süreceğim. Son olarak çağrım mutlakçılığa değil de nüansa olacak. Arendt’in korunaklı bir çocukluk için yaptığı çağrıyı daha küçük çocuklar için ben de savunsam da, yetişkinliğin kıyısındaki ergenler için siyasal katılımın uygun olduğunu öne sürüyorum. Bu noktada Arendt’in çocukluğu bir oluş süreci olarak kavrayışı, siyaseti de bir oluş süreci olarak kavramamıza mahal veren değerli bir çerçeve sunacaktır.
Greta Thunberg, Malala Yousafzai, David Hogg ve Little Miss Flint’i düşündüğümüzde, bu eser ve Arendt’in bu mesele hakkındaki düşüncelerinin, genç insanların bir dizi güncel siyasal harekette öne çıkışının uygunluğuna dair yaptığımız değerlendirmeler üstünde daha geniş etkileri olacaktır. Dahası, oy vermek için yaşı yetmeyenlerin siyasal dünyayla tanıştırılmasında ebeveynlerin ve öğretmenlerin rolü gibi, eski bir çocuk, ortak demokrasinin yurttaşları, mevcut ya da belki de müstakbel ebeveynler olarak ucu hepimize dokunan bir meseleyle cebelleşmemizde de bize faydası dokunabilir.
Geçen Sayıdakiler
Hınç
Yazarlar Hakkında