Büyülü Tohumlar
ISBN: 978-975-08-1288-0
YKY'de İlk Baskı Tarihi: 09.2007
YKY İnternet Satış Fiyatı
Siparişiniz en geç 2 iş günü içerisinde kargoya teslim edilir.
Sayfa Sayısı | : 258 |
Boyut | : 13.5 x 21 cm |
V. S. Naipaul, 2001 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü akademi yetkilisinin şu açıklamasıyla almıştı: “Ortak amaçlı, zekice kurgulanmış anlatıları ve sağlam gözlemciliğiyle bizleri bastırılmış tarihlerin varlığını görmeye mecbur ettiği için.” Diğer yandan, 1932 doğumlu Naipaul, romanları ve özellikle gezi yazılarında üçüncü dünya ülkelerini sevimsiz, hatta yıkıcı bir biçimde betimlediği için sertçe eleştiriliyor. Örneğin Edward Said, onun “bilerek ve isteyerek Batılı savcılar için Doğu aleyhinde şahitlik” ettiğini söylemişti. Karayip Denizi’nin en büyük adası Trinidad’da doğan Hint asıllı İngiliz yazar Naipaul, üçüncü dünya ülkeleri hakkındaki görüşleri yüzünden kastçılık ve ırkçılıkla da suçlanıyor. Destekçileriyse onun üçüncü dünyanın kalkınmasını amaçlayan daha gerçekçi görüşleri savunduğunu, tek güdüsünün kitaplarında anlattığı ülkelerin gelişmesi için duyduğu tutkulu arzu olduğunu söylüyorlar. Bir yandan da, kendisini hiçbir kültüre ait hissetmeyen ve hissetmek istemeyen köksüz bir göçmen gezgin kimliğiyle, gittiği gördüğü her yer hakkındaki idealleştirilmiş görüşleri daha sert ve muhalif düşüncelere yer açmak için çekinmeden, acımasız ve kırıcı olmak pahasına yıkmaya çalışıyor. Fakat Naipaul’u sevenler de sevmeyenler de yazarın İngiliz dilini büyük bir yetkinlik ve ekonomiyle kullanan büyük bir romancı, özgün bir ses olduğu konusunda hemfikir. Naipul’un ne kadar usta bir yazar olduğunu anlamak için kitaplarından birini açıp herhangi bir satırı okumaya başlamak yeterli. Büyülü Tohumlar bir devam kitabı değil, YKY tarafından geçtiğimiz ay yayınlanan Yarım Hayat kitabındaki Willie’nin hikâyesinin diğer yarısı. Yarım Hayat ve Büyülü Tohumlar, Trinidad’da doğan, Oxford’da eğitim gören, Afrika’da uzun yıllar yaşayan Naipaul’un da şüphesiz yakından tanıdığı uzun bir varoluşsal yolculuğu şaşırtıcı bir dürüstlük ve açıklıkla anlatıyor. Willie Chandran, belki de Naipaul’un silik bir gölgesi; onun gibi karmaşık bir göçmen kimliğiyla doğuyor ama ataları rahipler kastına ait olan Naipaul’un aksine Willie’nin annesi dokunulmazlardan biri. Naipaul gibi Willie de bursla İngiltere’ye gidiyor ama yazar gibi Oxford’da değil, kimsenin adını bilmediği küçük bir kolejde eğitim görüyor. Willie de bir hikâye kitabı yazıyor ama kitabının edebi bir zafer olduğunu söylemek zor. Yine de Willie ile Naipaul arasındaki belki de en derin ve dokunaklı benzerlik birinin ufak, diğerinin muazzam edebi başarısı: hikâye kitapçığı olmasa Willie erkenden yok olup gidecekti; “Ben kitaplarımın toplamıyım,” diye Naipaul için de aynısını söylemek mümkün.
Bir
Gül Satanlar
Her şey uzun yıllar önce Berlin’de başladı. Başka bir dünyada. Kız kardeşi Sarojini’nin yanında, geçici, yarım yamalak bir konaklamaydı. Afrika’dan sonra büyük bir rahatlama olmuştu bu, talepleri ve endişeleri olmadan, adeta bir turist gibi yeni ve korunmalı bir yaşam sürüyordu. Tabii ki bir sonu olacaktı ve Sarojini’nin söylediği şu sözcükler de bir anlamda bu sonun başlangıcıydı: “Altı aydır buradasın. Vizeni bir kez daha uzatamayabilirim. Bunun ne anlama geldiğini biliyorsun. Burada kalamayabilirsin. Dünya böyledir işte. Buna karşı çıkamazsın. Artık yavaş yavaş bundan sonrasını düşünmeye başlamalısın. Nereye gidebileceğin konusunda bir düşüncen var mı? Yapmak istediğin bir şey?”
“Vize konusunu biliyorum,” dedi Willie. “Bunu ben de düşünüyordum.”
“Senin düşünme şeklini biliyorum,” dedi Sarojini. “Düşünmek senin için bir konuyu zihninin arka tarafına atmaktan başka bir şey değil.”
“Ne yapabileceğimi bilemiyorum,” dedi Willie. “Nereye gidebileceğimi bilemiyorum.”
“Zaten hiçbir zaman yapabileceğin şeyler olduğunu hissetmedin ki. İnsanın kendi dünyasını kendisinin kurması gerektiğini anlamıyorsun.”
“Haklısın.”
“Benimle böyle konuşma. Baskıcı sınıf böyle düşünür. Dişini sıkıp dayan, dünyadaki her şey nasıl olsa yoluna girecektir.”
“Benim sözlerimin anlamını saptırmakla bana yardımcı olmuyorsun,” dedi Willie. “Ne demek istediğimi çok iyi biliyorsun. Elimdeki kartların başlangıçtan bu yana çok kötü olduğunu hissediyorum. Hindistan’da ne yapabilirdim? Peki, 1957 ya da 1958’de İngiltere’de ne yapabilirdim? Ya da Afrika’da?”
“Afrika’da on sekiz yıl. Zavallı karın. Bir erkekle evlendiğini sanıyordu. Aslında benimle konuşmalıydı.”
“Ben daima dışlanan biri oldum,” dedi Willie. “Hâlâ da öyleyim. Burada, Berlin’de ne yapabilirim ki?”
“Dışlandın çünkü kendin öyle olsun istedin. Daima saklanmayı yeğledin. Bir koloni psikozu, bir kast psikozu. Babandan miras almışsın. On sekiz yıl boyunca Afrika’da yaşadın. Orada büyük bir gerilla savaşı vardı. Bunu bilmiyor muydun?”
“Daima benden çok uzaktı. Son zamanlara kadar, gizli bir savaştı.”
“Anlı şanlı bir savaştı bu. Hiç değilse başlangıçta. Düşününce insanın gözleri yaşarıyor. Her şeye, her anlamda sıfırdan başlaması gereken, kendi ülkelerinde kölelik eden, zavallı, çaresiz bir halk. Peki ya sen ne yaptın? Onları arayıp buldun mu? Onlara katıldın mı? Onlara yardımcı oldun mu? Bu, harekete geçecek bir amaç arayan herkes için yeterince büyük bir amaçtı. Ama hayır. Sen güzel, yarı beyaz karınla malikânenizde oturup yorganı kafanın üstüne çekerek gecenin birinde öfkeli bir siyah özgürlük savaşçısının silahı ve ağır botlarıyla içeri girmemesi, burnuna silahı dayayıp seni korkutmaması için dua ettin.”
“Öyle değil, Sarojini. Kalbimin derinliklerinde her zaman Afrikalıların yanında oldum ben, ama hiçbir zaman katılabileceğim bir savaşım olmadı.”
“Herkes senin gibi düşünse hiçbir yerde asla devrim olmazdı. Herkesin, hepimizin katılabileceğimiz bir savaş daima vardır.”
Knesebeck caddesindeki bir kafede oturuyorlardı. Kışın burası sıcak, dumanlı, öğrenci garsonlarıyla uygar, Willie’nin kendini evindeymişçesine huzurlu hissettiği bir yerdi. Şimdi, yazın bu son günlerinde ruhsuz ve sıkıcı, alışkanlıkları çok iyi bilinen ortamıyla Willie’ye –Sarojini’nin söylediklerine rağmen– boşa akıp giden zamanı hatırlatıyor ve aklına misyoner okulunda ezberlemek zorunda kaldıkları gizemli bir soneyi getiriyordu: Fakat uzaklaşıp giden yine de yaz günleriydi...
O sırada içeri uzun saplı kırmızı güller satan bir Tamil genci girdi. Sarojini eliyle hafifçe işaret edip çantasını karıştırmaya başladı. Tamil masaya yaklaştı, çiçekleri uzattı ama göz göze gelmekten özellikle kaçındı. Onlarla hemşerilik iddiasında bulunmadı. Gül satıcısı temkinliydi, kendi kişisel değeriyle doluydu. Adamın yüzüne değil de (çok uzaklardaki terziler tarafından dikildiği anlaşılan) kahverengi pantolonuna, abartılı altın kol saatine ve kıllı bileğindeki (büyük olasılıkla gerçek altın olmayan) altın zincire yoğunlaşan Willie, bu gül satıcısının kendi ortamında bir hiç olacağını, kimsenin dikkatini çekmeyeceğini gördü. Burada, büyük olasılıkla Willie gibi çok az anladığı bir çevrede, belki de bakmayı öğrenemediği bu çevrede, kendi benliğinden çıkarılmış biri gibiydi. Başka biri olup çıkmıştı.
Willie birkaç gün önce, sokakta yalnız başına dolaşırken de böyle birine rastlamıştı. Müşterisi olmayan, camlarının arkasına saksı çiçekleri dizilmiş, pilav ve dosas tabaklarının sergilendiği vitrin camında sinekler dolaşan bir Güney Hint restoranının önünde durmuştu, restoranda çalışan ufak tefek amatör görünümlü garsonlar (belki de garson değildiler, belki çok farklıydılar, yasadışı olarak ülkeye girmiş elektrikçi ya da muhasebecilerdi) içerinin loşluğunda, doğu atmosferi uyandırmak amacıyla yerleştirilmiş ucuz, parıltılı dekoratif eşyalar arasında boş boş dolanıyorlardı. Bir Hintli ya da Tamil, o sırada Willie’nin yanına gelmişti. Adam iri yapılıydı ama şişman değildi, geniş, etli bir yüzü vardı ve Willie’nin eskiden sık sık Penguen kitaplarının arkasındaki reklam sayfalarında gördüğü “Kangol” marka golf berelerine benzeyen, ince mavi çizgili, geniş ekoseli, yassı, gri bir bere takmıştı; kim bilir, belki adam da bu eski reklamları örnek alarak giyinmişti.
Adam Willie’ye yaklaşan büyük gerilla savaşından bahsetti. Willie ilgili, hatta samimi davrandı. Adamın yumuşak, gülümseyen yüzünden hoşlanmıştı. Yassı bereden hoşlanmıştı. Komplocu konuşmalar, dünyanın şaşkına döndürülmesi düşüncesi hoşuna gidiyordu. Ancak adam paraya çok ihtiyaç duyulduğundan söz etmeye ve konuşma ısrarcı bir hava almaya başlayınca Willie önce endişelendi, sonra korkmaya başladı ve vitrininde uyuşuk, tutsak sinekler dolaşan restorandan geri çekilmeye başladı. Adamın hâlâ gülümsüyor gibi görünen yumuşak dudaklarından Tamil dilinde uzun, sert ve sunturlu bir dini lanet döküldü, Willie Tamil dilindeki küfrü yarım yamalak anladı ve küfrün ardından gülümseme kaybolduğu gibi golf beresinin altındaki yüz de korkunç bir nefretle çarpıldı.
Willie’yi rahatsız etmişti; Tamil dilinin birdenbire kullanılması, adamın bütün dini inancını, savrulan bir bıçak gibi ani ve derin nefretini yüklediği küfür. Willie, Sarojini’ye bu karşılaşmadan hiç söz etmedi. Her şeyi gizleme alışkanlığını daha çocukken, evde ve okul çağlarında edinmişti; Londra’da bu alışkanlığı daha da derinleşmiş, açıkça ortada olan birçok şeye gözlerini kapaması gereken Afrika’da geçirdiği on sekiz yılda tabiatının ayrılmaz bir parçası olup çıkmıştı. İnsanların ona çok iyi bildiği konuları bile anlatmasına izin veriyordu, bunun nedeniyse asla sinsilik ya da belirli plana göre hareket etmesi değildi, tek neden başkalarını gücendirmek istememesi, sorun çıkarmadan yaşamak istemesiydi.
Sarojini gülü tabağının yanına bıraktı. Bir yandan da masaların arasında ilerlemeye çalışan gül satıcısını izliyordu. Adam kapıdan çıktıktan sonra Willie’ye, “Bu adam hakkında ne düşündüğünü bilemiyorum,” dedi. “Ama bence senden çok daha değerli.”
Willie, “Ona hiç şüphe yok!” dedi.
“Sinir etme beni. Bu çokbilmiş konuşma tarzınla belki yabancıları etkileyebilirsin. Ama bana sökmez. Bu adamın niçin senden daha değerli olduğunu bilmek ister misin? Kendi savaşını bulduğu için. Ondan gizlenebilirdi. Yapacak başka şeyleri olduğunu söyleyebilirdi. Hayatını yaşaması gerektiğini söyleyebilirdi. Şöyle diyebilirdi: ‘Artık Berlin’deyim. Buraya varmak bana çok pahalıya mal oldu. Sahte belgeler, vizeler almam, sürekli saklanmam gerekti. Ama şimdi bunların hepsi geride kaldı. Ülkemden, eski yaşantımdan koptum artık. Şu andan itibaren bu yeni, zengin dünyanın bir parçası gibi davranacağım. Televizyonun karşısına geçip yabancı programları öğreneceğim ve onların gerçekten bana hitap ettiğini düşünmeye başlayacağım. KDW mağazasında alışveriş yapıp restoranlarda yemek yiyeceğim. Viski ve şarap içmesini öğrenecek, kısa sürede kendi paramı destelemeye başlayacak, kendi arabamı kullanacak ve kendimi reklamlardaki insanlar gibi hissedeceğim. Sonra kendi kendime dünya değiştirmenin gerçekte o kadar da zor olmadığını ve aslında herkesin benim gibi yapması gerektiğini düşüneceğim.’ İşte bu gibi yanlış ve utanç verici düşüncelere kapılabilirdi. Ama o savaşması gerektiğini görüyor. Fark ettin mi? Bize bir kez olsun bakmadı. Elbette bizim ne olduğumuzu biliyordu. Kendisine yakın olduğumuzu biliyordu ama küçümsedi bizi. Kendini kandıranlardan olduğumuzu düşündü.”
Willie, “Belki de Tamil olmaktan, burada insanlara gül satmaktan ve onu görmemizden utandı,” dedi.
“Hiç de utanmışa benzemiyordu. Bir amacı olan, kendi yolunu izleyen bir insan görünümü vardı onda. Bakmayı öğrenmiş olsaydın Afrika’da da dikkatini çekerdi. Bu adam burada gül satıyor ama o güller uzaklardaki başka bir yerde silaha dönüşüyor. İşte böyle devrim yapılır. Onların kamplarından bazılarında bulundum. Wolf’le birlikte onlarla ilgili bir film üzerinde çalışıyorduk. Çok yakında onlardan çok daha fazla bahsedildiğini duyacağız. Dünyanın hiçbir yerinde daha disiplinli bir gerilla ordusu yok. Oldukça acımasız ve tehlikeliler. Kendi tarihin konusunda biraz daha bilgi sahibi olsan, bunun nasıl bir mucize olduğunu anlardın.”
Başka bir gün, hayvanat bahçesinde, tutsak ve aylak vahşi hayvanların korkunç kokusu arasında şöyle dedi: “Sana tarihten bahsetmeliyim. Yoksa benim de annemizin amcası gibi aklımı kaçırmış olduğumu sanacaksın. Sen ve senin gibilerin tarihimiz hakkında bildiği her şey, on dokuzuncu yüzyılda Hindistan’da okul müfettişliği yapan Roper Lethbridge adlı bir adam tarafından kaleme alınan İngilizce ders kitabında yazanlarla sınırlı. Bunu biliyor muydun? Hindistan’da yazılmış ilk büyük tarih ders kitabıydı ve 1880’li yıllarda İngiliz yayınevi Macmillan tarafından yayımlanmıştı. Yani Sepoy isyanından yaklaşık yirmi beş yıl sonra; tabii ki emperyalist bir çalışmaydı ve para kazanma amacına yönelikti. Fakat aynı zamanda İngiliz tarzı bilgi verme yöntemiydi ve çok başarılı oldu. Yüzyıllar boyunca Hindistan’da bunun benzeri bir şey yapılmamıştı; ne bu tür bir eğitim sistemi, ne bu anlamda bir tarih çalışması vardı. Roper Lethbridge sürekli yeni eklemeler yaptı ve bugün kendimiz hakkındaki fikirlerimizin birçoğunu bu kitaptan aldık. Bu fikirlerin en önemlilerinden biri de Hindistan’da köle ruhlu ırklar; yani köle olmak için doğanlar ve savaşçı ırklar olduğu düşüncesiydi. Savaşçı ırklar değerliydi, köleler değersizdi. Sen ve ben yarı yarıya bu köle ırklardan geliyoruz. Bunu bildiğine eminim. Bunu kısmen kabullendiğine de şüphem yok. Zaten yaşamını böyle geçirmiş olmanın nedeni de bu. Burada, Berlin’de gül satan Tamiller tamamıyla bu köle ırklardan geliyorlar. Bu düşünce her biçimde onların benliklerine işlenmiş. Aslında İngilizlerin Hindistan’daki ırkların köle ve savaşçı olarak ayrılabileceğine ilişkin görüşleri tamamen yanlış. Kuzey Hindistan’daki İngiliz Doğu Hindistan Ticaret Şirketi’nin ordusu üst kastlardan gelen Hindulardan oluşmaktaydı. İngiliz imparatorluğunun sınırlarını neredeyse Afganistan’a kadar genişleten de bu orduydu. Ancak 1857’deki büyük ayaklanmadan sonra bu Hindu ordusu gözden düştü. Askeri olanaklar onlardan esirgendi. İmparatorluğa toprak kazandıran savaşçılar İngiliz propagandasıyla köleleştirildiler ve ayaklanmanın hemen öncesinde zapt ettikleri sınır halkları savaşçı ilan edildi. İşte emperyalizm böyle işler. Tutsaklara olan budur. Bizler de, Hindistan’da tarih bilincimiz olmadığı için kendi geçmişimizi kolayca unutup bize söylenenlere inanıyoruz. Güneydeki Tamillere gelince, yeni İngiliz düzeninde onlar pislik olarak nitelendirildiler. Tenleri koyu renkliydi, savaşçı değillerdi ve yalnızca işçi olarak işe yarıyorlardı. Malezya’daki, Seylan’daki ve başka birçok yerdeki plantasyonlarda köle olarak çalışmaya gönderildiler. Berlin’de silah satın almak için gül satan bu Tamiller, tarih ve propagandanın ağır baskısını üzerlerinden atmayı başarabilmiş kişilerdir. Onlar gerçek anlamda savaşçı olmayı başarabilmiş insanlar ve bunu büyük zorluklar karşısında başardılar. Onlara saygı duymalısın, Willie.”
Willie hayvanat bahçesindeki mutsuz hayvanların kötü kokusu arasında, her zamanki kayıtsız ifadesiyle söylenenleri dinledi ve tek kelime etmedi. Sarojini onun kız kardeşiydi. Dünyada hiç kimse onu kız kardeşi kadar iyi anlayamazdı. En uzak köşelerine kadar bütün hayallerini ve son yirmi yılda yalnızca bir kez görüşebilmiş olmalarına rağmen İngiltere ve Afrika’daki yaşamına ilişkin her detayı anlıyordu. Willie, aralarında bu konuda bir tek sözcük bile geçmemesine rağmen, birçok açıdan kendisini geliştirmiş olan kız kardeşinin onunki gibi bir seks yaşamının fiziksel ayrıntılarını bile anlayabileceğini hissediyordu. Hiçbir şey ondan saklanamıyordu, en devrimci, en sıradan, en övüngen haliyle belki bininci kez eski nakaratları dile getiriyor olsa da, araya fazladan bir deyiş sıkıştırarak ortak ve özel geçmişlerine ait bir konuya değinebiliyor ve Willie’nin çoktan unutmuş olmayı tercih edeceği duyguları uyandırabiliyordu.
O konuşurken Willie hiçbir şey söylemiyordu ama söylediği hiçbir şeyi hafife almıyordu. Berlin’de giderek daha önce hiç fark etmemiş olduğu bir özelliğini fark etti. Sarojini her ne kadar haksızlık, adaletsizlik ve acımasızlıktan, devrime duyulan ihtiyaçtan söz etmekten asla yorulmasa da, beş kıtadaki kan ve kemik manzarasından rahatça söz etse de, tuhaf bir biçimde huzurluydu. Eski zamanlardaki sinirinden ve saldırganlığından eser kalmamıştı. Aile aşramasında,1 dindarlık ve boyun eğme mecburiyetinden başka hiçbir beklentisi olmadan çürüyüp gidiyordu ve oradan ayrılmasından uzun yıllar sonra bile basit, ihtiyaç içindeki insanlara her konuda sahte çözümler sunan aşramadaki ürkütücü yaşam ve aşramanın kendisi, Wolf’le işler kötü giderse geri dönmek zorunda kalacağı bir yer olarak peşini bırakmamıştı.
Sarojini artık bu korkuyu duymuyordu. Soğuk havaya karşı korunmak için giyinmeyi ve kendisine çekici bir hava vermeyi nasıl öğrendiyse (yün hırka ve yün çorapla sari giydiği günler geride kalmıştı), yolculuk, eğitim, devrimci politikalar ve talepkâr olmayan fotoğrafçısıyla sürdürdüğü yarım hayat ona tam anlamıyla entelektüel bir düşünme sistemi kazandırmışa benziyordu. Artık onu hiçbir şey şaşırtmıyor ya da yaralamıyordu. Dünya görüşü artık her şeyi alabilecek biçimde değişmişti: Guatemala’daki politik cinayetler, İran’daki İslam devrimi, Hindistan’daki kast ayaklanmaları, hatta Berlin’deki şarap satıcısının ticari alışkanlıkları ya da yalnızca prensipleri yüzünden yaptığı ufak tefek hırsızlıkları; eve gönderdiği siparişte iki ya da üç şişenin daima eksik ya da sipariş edilenden farklı çıkmasını, fiyatların karmaşık, kafa karıştırıcı biçimlerde değiştirilmesini bile şaşırtıcı bir şekilde hazmedebiliyordu.
“Batı Berlin’de olur bunlar,” derdi yalnızca. “Buradaki insanlar bir hava koridorunun sonunda yaşıyorlar, her şey para yardımıyla sürdürülüyor. Dolayısıyla enerjilerini böyle ufak sahtekârlıklara harcıyorlar. Batının büyük zaafı bu. Zamanla farkına varacaklar.”
Sarojini de fotoğrafçısı aracılığıyla bir Batı Alman hükümet kuruluşundan aldığı ödenekle geçiniyordu. Neden bahsettiğinin bilincindeydi ve rahattı.
Yeni bir bira ya da şarap kasası geldiğinde, “Bakalım bizim dolandırıcı bu kez ne tezgâhlamış,” derdi.
Yirmi ya da daha fazla yıl önce evde bıraktığı Sarojini böyle bir şeyi asla yapamazdı. Berlin’de kız kardeşinin bu huzuruna, konuşma biçimindeki bu yeni zarafete giderek daha yoğun bir karşılık verdiğini hissetmeye başladı. Kız kardeşini hayretle izliyordu. Böyle bir kız kardeşi olması onu hem şaşırtıyor hem de heyecanlandırıyordu. Kız kardeşiyle geçirdiği altı aydan sonra –daha önce yetişkin insanlar olarak hiç bu kadar uzun süre birlikte kalmamışlardı– onun da dünyası değişmeye başlamıştı. Nasıl kız kardeşinin bütün duygularını ve hatta cinsel gereksinimlerini bile algılayabileceğini seziyorsa, Willie de giderek onun bakış açısını benimsemeye başlamıştı. Kardeşinin söylediği her şeyde mantık ve düzen vardı.
Aslında her zaman içten içe bilip itiraf etmekten çekinmiş olduğu şeyi, gerçekte Sarojini’nin de söylediği gibi iki dünya olduğunu anlıyordu. Bu dünyalardan biri düzenli, yerleşikti ve kendi savaşını vermişti. Savaşsız ve gerçek tehlikelerin bulunmadığı bu dünyada insanlar basitleşmişti. Televizyon izliyor ve ait oldukları toplulukları buluyorlardı; onaylanmış şeyleri yiyor, içiyor ve paralarını sayıyorlardı. Diğer dünyanın çılgına dönmüş insanları daha umutsuzdu. Çaresizce basit, düzenli dünyaya geçiş yapmaya çabalıyorlardı. Ancak dışta kaldıkları sürece sayısız bağımlılıktan, geçmişin mirasından kurtulamıyorlardı; yüzlerce küçük savaş onları kinle dolduruyor, enerjilerini tüketiyordu. Batı Berlin’in özgür, hareketli havasında her şey kolay görünüyordu. Ancak pek uzak sayılamayacak bir yerde yapay bir sınır ve bu sınırın gerisinde baskı ve tamamen farklı bir insan tipi vardı. Büyük binaların harabelerinde yabani otlar ve yer yer ağaçlar büyüyordu, taşlara ve duvar sıvalarına şarapnel parçaları ve mermi kovanları çukurlar açmıştı.
İki dünya aynı anda, bir arada varlığını sürdürüyordu. Aksine inanıyormuş gibi görünmek aptallıktı. Artık hangi dünyaya ait olduğu zihninde netlik kazanmıştı. Yirmi ya da daha uzun yıllar önce evindeyken saklanmak istemek ona son derece olağan görünmüştü. Ancak şimdi bu isteği takip eden her şey ona utanç verici geliyordu. Londra’daki yarım hayatı ve sonra Afrika’da yarı saklanarak geçen, başarı ölçütü yarı Portekizli ikici sınıf bir topluluğun içinde göze çapmamak ve ‘dışlanmamak’ olan hayat; bütün hayatı utanç verici görünüyordu.
Günün birinde Sarojini apartman dairesine o günkü Herald Tribune’ü getirdi. Gazete özellikle bir haberin ön plana çıkacağı şekilde katlanmıştı. Gazeteyi ona uzatarak, “Senin yaşadığın yerle ilgili,” dedi.
Willie “Lütfen gösterme bana onu,” dedi. “Sana anlatmıştım.”
“Artık bakmaya başlamalısın.”
Willie gazeteyi aldı ve içinden karısının adını mırıldanarak, “Bağışla beni Ana,” dedi. Haberi tam olarak okumadı bile. Buna gerek yoktu. Olanların hepsini zaten zihninde yaşıyordu. İç savaşta çok fazla kan dökülmeye başlamıştı. Düzenli bir ordu harekâtı değildi; sınırı aşarak gelen yağmacılar yakıyor, öldürüyor, dehşet saçıyor ve sonra geri çekiliyorlardı. Haberde, çatıları yanmış, boş pencerelerinin çevresi isle kaplanmış beyaz beton binaları gösteren bir fotoğraf vardı; Afrika’nın kırsal bölgelerindeki göçmenlere ait basit mimari yapılar artık harabeye dönüşmüştü. Bildiği yolları düşündü, koni biçimindeki mavi kayalıkları, sahildeki küçük şehri. Hepsi yaşadıkları dünyanın güvenli olduğuna inanmış gibi yapmışlardı; oysa içten içe hepsi savaşın yaklaştığını, günün birinde yolların yok olacağını biliyordu.
Bir gün, isyanın başlangıcında, pazar günü öğle yemeğinde bir oyun oynamışlardı. Farz edelim ki, demişlerdi, dünyayla ilişkilerimizi kestik. Dışarıdan hiç destek almadan burada yaşamanın nasıl olacağını hayal edelim. Böyle bir durumda ilk kaybımız arabalarımız olurdu. Sonra ilaçsız kalırdık. Sonra da giysisiz. Işık da olmazdı. Böylece, bir Pazar günü öğle yemeğinde, üniformalı uşaklar, kumlu avludaki dört çeker arazi araçlarının arasında, yoksunluğu tasavvur etmeye çalıştıkları bir oyun oynamışlardı. Sonra bütün bunlar gerçek olmuştu.
Berlin’de Afrika’daki davranışlarını düşününce utançla dolan Willie, “Artık saklanmamalıyım. Sarojini haklı,” diye düşünüyordu.
Ancak eski alışkanlığı gereği kız kardeşine neler düşündüğünü söylemedi.